29 Eylül 2012 Cumartesi

OLAY BU YA! ALBERT İLE BİZİM RIZA..

            Olay bu ya, vaktiyle ülkemizde hastanenin birinde, doğum sonrası Einstein ailesinin oğlu Albert ile bizim çoban Abdülrezak Ümmi’nin oğlu Rıza, kazara hastanede karıştırılsalardı ve tesadüfen bu iki yavru da patolojik olarak birbirlerinin hayat ikizi olsalardı, acaba bu iki bebeğin gelecekleri nasıl olurdu. Bu durumda Rıza’nın önünde üç gelecek modeli oluşurdu. Ya ondan hiçbir şey olmaz, ya sadece sıradan ama eğitimli bir birey olur veya da bilinen Einstein’ın bile fevkinde bir bilim adamı olurdu. Ne var ki, gariban Albert’in ise, en fazla iyi bir çoban olabilmekten başka da hiçbir geleceği olamazdı. Burada bize, evrensel olan âdemi mantığı inkâr eden Darwin’cilerin dışında, hiç kimsenin de itirazı olmayacağını, neden acaba çok iyi biliyoruz(!) 
            Çünkü sosyo-ekonomik ve ekolojik açıdan toplumlar ele alındığında, aslında Albert’in olması gereken şartlarda büyüyen Rıza’nın, neler elde edebileceğini anlamak hiç de zor değildir bizler için de ondan. Kaderi değişen gariban Albert’i bekleyen ve asla da elde edemeyeceği şartlar ise, yokluk, çaresizlik ve çok kısıtlı çevreleri içinde gözlerini dünyaya açmış olan diğer evlatlarımız, Ahmetlerden, Mehmetlerden vs. oluşan milyonlarınkinden fazla olamayacaktı hiç kuşkusuz. Zira insan yavrusu, deha sahibi olarak bile doğsa(!) – ki dâhi doğulmaz olunur, çünkü deha da keşfedilmeyi bekler - tırmanabileceği ağacı bile olmayan kurak bir ortamda, yaşamak için yer altına inmek zorunda kalan organizmalardan, fazla da bir şansı olmayacaktır. 
            Buradan da şimdi göğsümüzü gere gere savunabiliriz ki artık, insanı bırakın âlim yapmayı, birey dahi yapan önce çevresi ve o çevreyi oluşturan nedenleridir. Şimdi bu perspektifle şöyle bir geriye uzanalım ve yüce Atatürk’ümüzün özenle açtığı, bir zamanların Anadolu aydın fabrikalarımız olan, ne yazık ki yaşatamadığımız ‘KÖY ENSTİTÜLERİMİZE’, gelin hep birlikte bir kere daha rahmet okuyalım isterseniz.
            İsterseniz gelin birlikte ortak geleceğimizin adını da koyalım şimdi. Adam olabilmemizin ilk şartı; ‘Köy Enstitüleriyle’ tekrar şaha kalkacak yeni bir ‘eğitim reformu’, ikincisi de yine Atatürk’ümüzün başlayıp da bitiremediği özgün, adil ve olmazsa olmaz ‘Toprak Reformudur’. Gerisi ise, nasıl olsa kendiliğinden gelir, hiç merakınız olmasın.
           
            Her ne kadar, aynı şeyleri tekrarlıyor gibi oluyorsak da, onlar sistemi her defasında şeriat özlemiyle, emperyalist ümmetçiliğin ilkel basamaklarına oturtup, nesillerimizin geleceğini karartırken ve ısrarla da kafalarını buna takmışken, biz de helâk ettikleri asal değerlerimizi, aynı kafalara vura vura gündeme getirmeğe devam edeceğiz.

§  Atatürk, Samsun İstiklal Ticaret Mektebi’nde öğretmenlere yaptığı konuşmada:
“… Dünyada her şey için, medeniyet için hayat için, muvaffakiyet için en hakiki
mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir,
dalâlettir. Yalnız; ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikada ki safhalarının tekâmülünü
idrâk etmek ve terakkiyatını zamanla takip eylemek şarttır…”8 Ayrıca eğitimin önemini
vurgulayan başka bir konuşmasında; “… En mühim ve feyizli vazifelerimiz milli eğitim
işleridir. Milli eğitim işlerinde mutlaka muzaffer olmak lâzımdır. Bir milletin hakiki
kurtuluşu ancak bu suretle olur…”9 demiştir. (Dr. N. Nurhan Kara)

6 Atatürk’ün Söylev ve Demeçler l-lll, C. II, Ankara, 1989, s. 46.
7 Ziya Bursalıoğlu, “Atatürkçü Eğitim Üzerine”, 1. Uluslararası Atatürk Sempozyumu (Açılış Konuşmaları,
Bildiriler 21-23 Eylül 1987), Ankara, 1994, s. 344.
8 Atatürk’ün Söylev ve Demeçler l-lll, C.II, Ankara, 1989, s. 202.
9 Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Atatürk’ün Maarife ait Direktifleri, İstanbul, 1939, s:10’dan aktaran, Utkan
Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, s. 118. §
                                                                                 
            Yüce Atatürk’ümüzden yaptığımız yukarda ki alıntıyı, sanal eğitmen hümanizminin ardına saklanan ve çocuklarımızın geleceğini sömürge eğitimine peşkeş çeken, tüm kanı bozuklara ithaf ediyoruz.
           
                                                                                              Serendip Altındal




26 Eylül 2012 Çarşamba

SERZENİŞ..

            Bir zamanlar, İlker Paşaya, “Keşke görevdeyken vursaydın da o yumrukçuğunu masaya...” diye serzenişte bulunmuştum. Pekiyi İlker Paşa ne yapsaydı, istifa etmekten başka. Bu kimin umurunda olurdu ki, hatta işlerine bile gelirdi. Bunu söylerken de, aslında bir askeri duruş mu sergilemesini beklediğimizi ifade etmek istemiştik acaba? Vakta ki öyle bile olsaydı, bu harekât bir ihtilâl mı; yoksa 27 Mayıs 1960’da ki gibi bir sanal devrim mi olurdu? Aslında ikisi de olmazdı; ama hiç kuşkusuz ki TSK’nın şanına yakışan bu erdemli girişimiyle, şartlar gereği tecelli etmek zorunda olan şerefli bir Kuvayi Milli dayanışma, halk tabanında da yankılanır ve de tarihe geçerdi.
            Ne var ki, bırakın Ergenekonvari(!) sanal ihtilal planları yapmayı, Arınç’ı teyit edercesine, orduda sahiden de anılanı fiile geçirebilecek lider vasıflı bir komutan yoktu. Ana sorunda burada yatıyor aslında. Mevcut komuta kademesi, belki de Cumhuriyet tarihi’nin en şanssız bir ‘jenerasyonlar buluşmasıydı’. Pekiyi ne halt yemeye böyle sakin, kuzu mizaçlı – üstelik Bitlis Paşalar gibi aksiyon adamları da aralarında değilken(!) – geriye kalan kararsız hem de zararsız Paşaların, tehditkâr(!) durumları varmıydı da, adamların boş yere başını yaktınız. Ama hepimizin bildiği gibi bunun nedeni, daha da büyük bir ihanet, delalet ve de şerefsizlikle ilişkiliydi. Çünkü vatan satılmıştı. Çünkü orduya, emzirmeleri tarafından Okyanuslu sütninenin arzuladığı biçimde, bir gözdağı verilmesi gerekiyordu, zira çuval senaryosu kesmemişti.
            Yani öz Türkçesi, amaç üzüm yemek değil; ama bağcıyı dövmekti. Ve bizim ordunun uysal ve biatkar durumu, tam da bu senaryo için biçilmiş kaftan gibiydi. Tıpkı yurt dışında olan dürüst ve iyi niyetli ordu görevlilerinin bile, tıpış tıpış dönüp kendi ayaklarıyla tavşan kapanına düştükleri gibi. Hele “Kocalık ve babalık hakları” bile ruhsuz pespayelerin gaspına uğrayan ve bu vatan hainlerinin 20 şer yıl, sanki yandaşlarına örtülü ödenekten 20 şer paket nohut dağıtırmış gibi cezalar kestiği vatan evlatlarının, içine kapatıldıkları lahit mezar gibi hücrelerinde, kaderlerine terk edilmelerini ise, değil normal vatandaş yüreği, sapkın insan kasaplarının bile vicdanları almaz. Bu şeref düşkünlerinin yaptığını hangi beşer, hangi beşere yapardı. Ve elbette bunların da hesabı sorulacaktır.

            Eee şimdi gel de söyleme: Bu ülkede iktidarla muhalefetin, bütün sosyo-ekonomik hayati konuları bir kenara koyup uyum içinde anlaşabildikleri tek konu ne hikmetse(!) askeri darbelerin olmaması meselesidir. İyi de nasıl olmayacak bu. Burası sosyal paradokslar ülkesi ve adı da Türkiye’dir. Yani Yüce Atatürk eliyle kuruluşundan itibaren, bırakın 100 seneyi, neredeyse 20 sene sonra bile laik, demokratik Cumhuriyeti istikrarla yaşatamayan; ama ağızlarından adil demokrasi(!) sakızını düşürmeyen siyasilerin vatanıdır. Ne kadar eşitçi ve çoğulcu demokratik adalet(!) dağıtabildiklerini ve de bundan ne anladıklarını(!) esasen görüyor ve kahırla da yaşıyorsunuz.
            Şayet düşe kalka da olsa, Demokrasi bu ülkede bugünlere kadar gelebilmişse ve Mendereslerden bugüne kimlerin gelip gittiği ülkenizde, başınızdaki kafayı bile iktidar yapabilmişse, bu durum, arada sırada askerin siyasete parmak atmasıyla sağlanabilmiştir. Her ne kadar adına darbe de diyorsanız. Yani asker siyasi hayatı, hep başladığı emperyalist ümmet noktasına geri taşıyan fasit döngü içinden çıkarmış, en azından spiral helezonik bir yapıya sokarak, siyasilere hiç olmazsa mekân atlatmış, onlar da kendi kendilerine çağ atladıklarını(!) sanmışlardır. Aslında böyle de bakabiliriz bu konuya ki, hiç de yanlış olmaz.
            Şimdi de böyle bir darbe olsaydı fena mı olurdu acaba hepinizin adına siyasiler! Hatta eski tilki rahmetli İnönü’nün, usta bir manevrayla son döneminde artık kontrolden çıkan CHP içinde ki yozlaşmanın, manevi sorumluluğundan kurtulmak adına, çok partili sisteme biran evvel geçerek, gömleği DP ye bilinçli olarak teslim etmiş olabileceğini de tartışabiliriz. Neticede Menderesin asılmaması için yaptığı gayretler de akamete uğramış ama kendisi pirim kazanmıştı(!)
            İşte tam da bu kritik günlerde sahiden de bir darbe gelmiş olsaydı, birileri beladan, tere yağdan kıl çeker gibi sıyrılır topu yeni iktidara atar, bunu da avantaja dönüştürüp erketeye yatar, diğerleri de ucuz yoldan ve havadan iktidar olurken, gidenlerin sebep olduğu bütün belayı da üstlenmek zorunda kalırlardı. Yani beygir aynı beygir ama binici değişmiş olurdu. Bunu da unutmayın siyasiler! Önce kendi oto kritiğinizi yapmak ve darbe olmamasını talep edebilmek için de, her şeyden önce kendi gerçeklerinizle yüzleşmek zorundasınız. Bunu da dikkate alın lütfen.
             Şimdi ise, artık ordu da sizden desteğini çekmiş görünüyor ve ne haliniz varsa görün diyor. Ne o; yoksa şimdide onu yine olayların içine mi çekmek istiyorsunuz acaba(!) Bir düşünün, ordumuzun sayısız başka emsallerde olduğu gibi, ülkenizde kendisi adına darbe yaptığını söyleyebilirmisiniz? Şayet öyle olsaydı, ordunun 1960’dan beri bizatihen Hükümet olması gerekmezmiydi? Kim veya hangi seçim düzeneği, onu yerinden oynatabilecekti ki? Burada bana hayır diyebilirmisiniz şimdi.
            Bir söz de CHP’ye söylemek gerekirse; bulmuşsunuz Kılıçdaroğlu gibi ahde vefa sahibi, dürüst ve doğuştan emekçi bir lider, kıymetini bilin. Her taşın altında bırakıp da harcatmayın adamı, siz de gerekeni daha büyük bir özveriyle, gerektiği mekân ve zamanda uygulayın ki, sonuçta söz söyleyebilmek haklarınız olsun. Sadece oturduğu yerden bazılarının(!) her şeyi bilir pozunda, bilgiç sloganlar atması çok kolaydır. Arada bir riski de paylaşabilmek lazım.
            Ordumuz şeriatçıdan önce, emperyalistler için de ülkemizin bir emniyet sübapıydı aslında. Nerede şimdi o ordu, Hasdal da mı? Yoksa Silivri’de mi? Ya da emekli mi oldu acaba. Haydi, adil(!) ve demokratik(!) seçim yoluyla gelin iktidara da görelim bakalım şimdi siyasiler! Emperyalist, Türk’ün vatanında, dirençsiz ve itirazsız, tahminlerinin de fevkinde kolay iktidar olmuşken ve başka da hiçbir sömürgede bu kadar kolay iktidar olamayacakken, şimdi ‘biz almayalım lütfen siz buyurun’ diyerek uslu uslu iktidarı size bırakır mı sanıyorsunuz. Daha çok beklersiniz. Allah hepimizin yardımcısı olsun. Başka da ne diyelim ki.

            Bütün bu parodik(!) güncelde, mevcut genel duruma neresinden bakılsa, tek suçlunun maalesef, yüce Atatürk’ün şerefli Türk Ordusunun görev sorumluluğunu, çoğunluk itibarıyla taşıyamayan ve kalıbının adamı olup, elini taşın altına sokamayan komutanlarımız olduğu anlaşılıyor. Hasdal ve Silivri’deki istisnaları ne yazık ki bu genelgeyi bozamadı. Hepimizin şerefi ve onuru demek olan ordumuzu, bu ağlanacak durumlara düşüren nedene üzülerek baktığımızda, bu çaresizliğin bizi de umutsuzluğa düşüren asıl neden olduğunu, itiraf etmek zorunda kalıyoruz. Ordularını, kozmik odalarına kadar düşmana teslim eden magazin(!) komutanları, iyi ki de ellerine silah verilip cepheye yollanmadılar diyesi geliyor insanın bu durumda. Hiç de istemediğimiz ve düşüncesi bile uykularımızı kaçırdığı halde, birilerine(!) hak vermek zorunda kalıyoruz ne yazık ki.
            Bugünkü konumunda ki ordumuzda maalesef, Ergenekoncu(!) diye lanse edilenlerin dışında geriye kalan komuta kademesinin altında, subay, astsubay ve askerlerden oluşan demirbaş kadroya asal ordu denmesi gerektiği anlaşılıyor. Yukarıda adam kalmadığına göre, bu durumda da olması gereken dik duruşun, halk ile birlikte askeri tavandan değil ama askeri tabandan gelmesi zorunluluk kazanıyor artık. Bu çok hayati milli davamızdır. Bu tanımla, gerçekte olmak veya olmamak meselemizin, ancak araya sızan oportünist kocabaşları dışarıda bırakmak kaydıyla, halk ve ordu tabanına yakışan bir çözümü olabileceğine inanıyoruz.

       § Şimdi burada eğri oturup ama doğru kalarak, günah çıkarmamız gerekiyor. Beğenelim, beğenmeyelim, sivil, resmi bütün görev adamları neticede bizim insanlarımızdır. Mevcut şartlarda kendilerine göre doğru veya yanlış kararlar almış olabilirler, bu da doğrudan kendilerini bağlar. Ne var ki onların yerinde hepimiz olabilirdik. O halde bizatihen kendimize soracağımız ‘ben onun yerinde olsam ne yapardım’ sorusuna da tamamiyle tarafsız ve dürüst cevap verebilmemiz gerekmez mi? Ve ancak da bu soruyu hakkıyla cevaplandırabilmişsek(!) başkaları adına da yorum yapabilir kabul edilir olmazmıyız aslında. §

            Başında dirayetli komuta kademesi olmayan ordu ne işe yarar, çıkıp dağlara tüfeğiyle golf oynasın daha iyi olur.             Diyerek havlu atmamızı bekleyen Amerikalı, bizim, gıyabında hesap yapılamaz Türk Ulusu olduğumuzu bir türlü anlamıyor ya da anlamak istemiyor.

                   Coni boşuna bizim buralarda takılma
                   Emmioğlumun saflığına da kapılma
                   Gürlerse çağlardan akan sular yine meydane
                   Dönüverirsin pejmürde halinle anında virane
                   Dinle harami arifin sözünü
                   Yaşamansa sonun olur Türkün özünü
                   Sense uşağım, akil ol tut kafanı serin
                   Bil ki bu işin arkası sandığından da derin
                   Dikkatli ol gelme tufaya, deşilme sakın
                   Unutma ki rahmetli atan
                   Sana yüreğin kadar yakın

Çünkü onu Vallahi ne yapsan kesmez, hani ramak da kaldı artık tepesini attırmana. Bir ayağa kalkmaya görsün, inan ki seni, adedini bile saymadan küfeleyecektir. Hem bu bağlamda yanlış hatırlamıyorsak, galiba ödeyeceğin bir çuval borcunda vardı bizim Emmioğluna. Öyleyse hesabın da kabarıyor hani! Biz söyleyelim de…

                                                                                              Serendip Altındal



21 Eylül 2012 Cuma

DEVRİM Mİ, DEVİRMEK Mİ?

            Şayet Atatürk devrimi yarı yolda engellenmemiş, Köy Enstitüleri kapatılmamış, Toprak Reformu Atatürk’ün TBMM programına uygun olarak yapılabilmiş ve Milli Eğitimin dumura uğratılarak yozlaşmanın mihrak noktasına erdiği, bizi sömürge ümmetine dönüştüren, Amerikan eğitimine geçtiğimiz bir DP dönemi yaşanmadan, istikrarla bu günlere gelebilmiş olabilseydik, tarafsız olarak iddia edebiliriz ki, Türkiyemiz Dünyanın bir numaralı devleti olmuştu.
            Bugün ise başımızdaki devşirmeler sayesinde, yolunmuş kazlara dönüşmüş halimizle(!), içerden ve dışarıdan kolu kanadı kırılmış ordumuzla(!) bile, hala Dünya’nın sayılı büyükleri arasında sayılıyorsak, Kemalizm’in doğrusunda kalabilseydik eğer, kimbilir neler olabileceğini, sizin de düşündüğünüzü tahmin edebiliyorum. Bununla da, Kemalist doğrunun şaşmazlığı ve ihtişamı, kendisini bir kere daha teyit ediyor ya zaten.

            Tarihin gördüğü İstiklâl Savaşımız gibi en anlamlı ve emsalsiz bir zaferin üstüne, bir Allah Kuruş(!) borcu olmayan ve hazinesi dolu Türk Ekonomi Mucizesini Dünyanın onurlandırdığı, yeni Atatürk Cumhuriyetimizin tatlı rehaveti içindeyken; koynumuzda beslediğimiz yılanın uyumayacağını ne yazık ki düşünemedik. Nitekim de çok geçmeden çatlak sesler duyulmaya başladı. Tek partimiz CHP içinde ki menfaat çelişkileri, sapma ve yozlaşmalardan sonra DP adlı bir evladımız oldu ve hemen de babasından saltanatı devraldı. İcraatlarını tek tek belgelemek bu yazının amacını aşar; ama bunu araştırmak için on dakika net’te gezinmek yeterli ve geniş seçeneği de sizin olacaktır.
            Yollar, hanlar, hamamlar, tarımsal reformlar(!) adına başarı(!) öyküleriyle geçen bir on yılı, daha 1945 de son kuruşuna kadar çoktan ödenmiş Osmanlı borçlarının üstüne, bizi yine yabancı kredilere mahkûm eden ve bize emperyalistle tek taraflı gizli sömürge antlaşmaları imzalatan, o kısır yeni Kapitülasyon dönemini, müsaade edin de başarı masalı olarak aktarmak gafletinde bulunmayalım. Zira bu takiye bize hiç yakışmaz ve bizi de hiçbir yere taşımaz. Ama devrim(!) diye takdim edilen 27 Mayıs takiyesine de haklı olarak itibar etmeyelim.
            Yüce Atatürk’ün Cumhuriyetinde bir DP iktidar olabildiyse, aynı minvalde bir başkası da o koltuğa neden oturmasındı. Neticede nur topu gibi, AKP adlı bir evladımız(!) daha oldu. Sonrası malumunuz ve bugünlere güle oynaya hep beraber geldik. Sonuç ise ortada, şimdi ise acep sütü devirmiş kediye mi, yoksa utanç duvarının önünde altına kaçıran meczuba mı döndük. Buna siz karar verin.

            Bu vatanın şahadet defterinde yerini alan bütün şehitlerimiz, hepimizin evlatlarıdır. Ve bu defterde Türk, Kürt, Çerkez vs. değil, sadece ŞEHİT yazıyor hepsi adına; çünkü onlar bütün Türk Ulusunun has evlatlarıdır. Evlatlarımızın helâk edilmesinde baş suçlu Hükümet iken, bunu asıl haykırması gereken sizlerin yerine, bayrağını açarak senin adına feryadını ve yüreğini ortaya koyan anneyi yumruklayan ellerin kırılsın, diyemiyorum sana cahil kadın, çünkü neticede sen de gözü yaşlı bir annesin ve bu dediklerimizi de maalesef yorumlayabilecek durumda değilsin. Bu nedenle de seni tenzih ediyorum.
            Lakin sen ve senin gibi olan diğer şehit anaları da asla unutmasınlar ki, şehit olan evlatlarınız bütün Türk Ulusunun bağrında kanayan bir yaradır, yoksa mezarlarında ne işimiz olurdu ki. İşte o, aslında sizlerin yapması gerekeni yaparken de teşekkürleriniz yerine, hiç de hak etmediği darbelerinize muhatap olan kadıncık da sizler gibi bağrı yanık; ama bu dediklerimizi ta yüreğinin derinliklerinde hissedebilen ahde vefa sahibi bir anneydi. Yoksa senin evladının mezarında, ne işi olurdu ki be kadın.

            Arap Baharı ülkemizde 2002 den beri zaten yaşanmaktadır. Zira Amerikan’ın AKP bağlamında finanse ettiği geçici işgal hükümetiyle, Türkiyemiz esasen Amerikan işgali altında bir sömürge olmuştur. Yani DP nin 50 li yıllarda gayri resmi olarak başlattığını, AKP resmileştirmiştir. Meselede budur aslında. Vaktiyle beyliğimiz olan Ortadoğu da Arap Baharı yaftasıyla, kanlı biten ve hala da devam eden bu emperyalist işgaller, ne yazık ki elbirliği ile cahiller, yandaşlar, aymazlar ve ürkek ceylanlar yurduna dönüştürülmüş Türkiyemizde, silahsız, güle oynaya gerçekleştirilmiştir.
            Herifler mermi bile yakmadan Türk ordusu gibi bir devi harcamışlardır. Koca Türk Ordusu bir Irak, bir Suriye ordusu hatta bir Gazze birliği kadar bile olamamıştır. Vaktiyle Ulusların yapamadığını iki Amerikan CIA oğlanı(!) ve aşüftesi becerivermiş, Irakta yetişkin adamları soyup üst üste yatırdıkları gibi koca ordumuzun da ırzına geçmeye kalkmışlardır. Buna daha ne denebilir ki. Kimbilir de nasıl keyifleniyor, nasıl fiyaka yapıyorlardır birbirlerine bu itler. Bu nedenle de bu hükümetin istifa etmesini düşünmek veya beklemek tamamiyle abesle iştigal etmek demek olur.

            Hepsi bu kadar; acısı, tatlısı, şakası, kakası, sözü ve sohbetiyle; şaka da buraya kadar olsun diyelim!            Pekiyi şimdi hep birlikte nasıl çıkacağız bu badireden. Bir fikriniz var mı? Biz fikrimizi daha doğrusu işin olmazsa olmazını, defalarca çoktan ortaya koymuştuk. Yazılarımız teyidimizdir. Şimdi ise sıra, Ulusumuzun bu olmazsa olmazı ve bütün yolların artık bu son durakta kesiştiğini, biran önce benimsemesinde artık. Türk Ulusu için soru, aslında çözüm demektir. Sorunun doğru çözümü de, acilen başımızdaki emzirme iktidar ve arkasında ki sütnineden kurtulmaktır. Gerisi ise nasıl olsa, bu doğrumuza paralel olarak çorap söküğü gibi kendiliğinden gelecektir, inanın!

                                                                                                          Serendip Altındal



17 Eylül 2012 Pazartesi

CAHİLLER KERVANININ KILAVUZ EŞEKLERİ..


                        Binmişiz de bir delinin dingiline
                        Düşüyoruz birlikte zaman tüneline
                        Salmışız da evlatlarımızı
                        Fesadın rahle i tedrisatına
                        Dönüyoruz giderek
                        Mollanın ağılında koyuna

            Hey gidi koca İnönü! Kafasında birkaç tilkinin birbirini görmeden dolaştığı söylenmiş, kendisi ufak ama aslı koca bir dev olan, ileri görüşlü, insan sarrafı yüce Atatürk’ün de favorisi ve emperyalist düvelin Lozan’da baş edemediği, hani o mübarek küçük dev adam. Adamcağız bizden hayır duası istemiş bugün yine anlaşılan. Allah senden razı olsun, nur içinde yat aziz insan. Bütün akil insanlar gibi her düşündüğünü söylemeyen, az ve öz konuşan ama söylediğinin de sapına kadar arkasında duran – ki adını alan tarihi zaferleri ve Lozan’dan bu yana harbi siyasi yaşamı bunun teyididir – İnönü’nün, çok partili sisteme geçme kararı aldığında, aklından geçenleri bilebilmemize ne yazık ki artık imkân yok.
            Nitekim CHP’nin bünyesinden sapan ve aslında yoz bir türevi olan, giderekte, tıpkı Hz. Muhammed İmametinden saptırılan İslam gibi, Kemalizm’den de, şerefsiz Amerikalı iblisin yatına, zengin arabasına binen fakir mahalle kızı gibi binerek yoldan sapan ya da baştan çıkartılan DP’nin, bence en büyük günahı, Anadolu aydın fabrikaları olan Köy Enstitülerinin kapatılmasıdır. Bunda ki ana etken’in, aydın düşmanı toprak ağalarının ki Menderes de onlardan biriydi, bağnaz ve sinsi ticaret erbabı eşrafın, fesat yuvası dergâhlar, cemaatler ve tekkelerin, hoca kisveli bağnaz cahillerin, din simsarı ucuz siyasilerin olduğu bilinse de, hiç şüphesiz karar mercii olan ve bu asosyal güruhların temsilciliğini üstlenen DP ye çıkarılacaktı fatura doğal olarak.
            O dönem de TBMM’nin irticaya, Atatürk kilidiyle sımsıkı kapalı duran kapısını aralamakla, Amerikan iblisinin kucağına ülkeyi oturtup, Kemalist ilkeleri ve kitaplarını kenara atarak, çakma Amerikan sömürge eğitimini(!) temel alınca da, kaçınılmaz olarak affedilemezler tarihinde yerlerini almışlardır hiç kuşkusuz. Bana göre bugünkü 4+4+4 parodisinin de tek sorumlusudurlar aslında. Ne var ki açtıkları yoldan fütursuzca ilerleyen bugünkü AKP’ye baktığımızda, hele Başbakanlarıyla da mukayese ettiğimizde, Menderesin idamı çok ağır kalmıştır diye düşünüyorum. Bu idam gününde, Tanrı günahlarını affetsin diyerek, kendisini bizde anmış olalım böylece.
            Aslında mademki bir Cemal Gürsel devrimi(?) olacaktı, o zaman DP’nin geride kalan bütün sinsi ve yeraltına gizlenen parazitleriyle birlikte, sömürgeci teslimiyeti de tasfiye edilmeliydi yüce Atatürk’ün Cumhuriyetinden ki, buna devrim veya en azından revizyon diyebilelim. Hem böylelikle, bugünleri de yaşamamış ve bir AKP ile de asla tanışmamış olurduk. DP on yıllık icraatının sonunda, tıpkı bugünkü AKP gibi, gül bahçesinde feodal bir ısırgan otu gibi kalmıştı. Ve çok iyi bilindiği üzere de, irticaya kapı açmak demek, aslında sömürgeci ümmeti olmak demek değilmidir(?).
            Kendi adıma içlerinde en fazla yüreğimi sızlatan, rahmetli Fatin Rüştü Zorludur. Keşke bugün de o mental de, kültür ve ahlâk seviyesinde bir bakanımız olsaydı. Hele de bugünkü çakma hariciye nazırının(!) yerine, hatta CHP’nin de bünyesine, yakışırdı doğrusu. Ne var ki rahmetli Zorlunun bu AKP hükümetinde görev alacağına asla inanmazdım. Bu da DP lehine, AKP ile arasında ki açık farkı ortaya koyuyor sanıyorum. Şayet 27 Mayıs’ın, aslında olması gereken bir devrim olmadığını kabul ediyorsak ki öyle de olmuştur maalesef. Bu bağlamda da o adamların boşuna harcandıklarını kabul etmek zorunda kalırız o zaman. Çünkü neticede sakat beygir aynı kalmış ama jokey değiştirilmiştir.
            Bu resmi heyulamızdan çıkartıp önümüze koyunca da, rahmetli İnönü’nün, kendisinden sonra, hem de kendi içlerinden gelenlerin dahi, yüce Atatürk’ün koca Cumhuriyet Çınarını, çok partili demokrasi baltasıyla(!) böyle zedeleyerek yola çıkacaklarını bilseydi, en az kendi sonuna kadar sistemi muhafaza ederdi gibi gelmiştir hep bana.

            Sonrası ise kendiliğinden oluştu ve hep birlikte bugünkü kaotik ortamın içinde buluverdik birdenbire kendimizi. Şimdi de neden diye aptallar gibi sorguluyoruz. Oysa nedeni apaçık, ‘Köy Enstitüleri’ gerçeğiyle ortada ve gözümüze de bağırta bağırta parmağını sokmuyor mu? Böylece çoğunluğu teşkil eden kırsal insanlarımız ümmi bırakılarak(!) bir zamanların, tarlada bile Aristoları, İbn i Sinaları okuyan entelektüel Köy Enstitülü seçmenleri, bugünün cahil, torbacı sıçmanları haline böyle dönüştürülmediler mi?
            Aslında hepsi de kendi adlarına birer sömürgeci uşağı olan güruhların yanında ve aynı bağlamda, ezoterik kurgusallarıyla, cahil kalan kafaları daha da bir karıştırıp, sözde aydın(!) kimliğini ülkede monopol haline getirerek, bilimsellik yaftasıyla aslında emperyalist uşaklığı yapan, Mason derneklerinin sinsi politikaları da, bütün bu yozlaşmanın ve temelinde yatan uluslararası sömürünün nedenleridir.
            Buna itirazı olanlara bir soru soralım o zaman. Atatürkçü ve milli birlikçi olduğunu iddia eden her devrin adamı Masonlar, Atatürkçü ve ahde vefa sahibi, asker sivil bütün vatan evlatları adalet ararken, neden seslerini çıkartmıyorlar. Oysa bu ülkenin altın yumurtlayan tavuklarına sahip her kümesinde pay ve söz sahibi oldukları halde. Ve neden bizimkilerin yanına kendi ağırlıklarını da koymuyorlar acaba? Şimdi bütün bu ansız ve vatansızlar beraberce, müsait yerlerine ne kadar kına yaksalar azdır. Bu bağlamda kimse de, yalan yanlış belgelerle tevil yaratmaya kalkmasın artık. Hele de dünyevi gerçeğimiz karşımızda, aşırı şişirilmiş ve başımıza çarpmaya hazır koskoca su kabağı gibi ortada sırıtıp duruyorken.

            Yukarda, yüce Atatürk’ün ve Türkiye Cumhuriyetimizin aydın yuvaları olan Köy Enstitülerinin başına getirilenleri, nedenleriyle küçük yazımıza sığdırmaya çalıştık. Bu konu kendi adıma her aklıma geldiğinde seve seve vakit ayırdığım ve beni ziyadesiyle duygulandıran bir temadır da aynı zamanda. Ne var ki böyle 3-5 satırla bu acıtan gerçekler ifade edilemez.
            Tefekkür yolunda giderek erozyona uğratılmakta ve milli varlığından soyutlanmakta olan toplumumuz, sanki bütün sorunları bitmiş gibi şimdi de, dörtlü bir garaip eğitim kamburuyla(!) yüklenmektedir.  Bu sisteme 4+4+4 demek, bana fazlasıyla itici geliyor, isterseniz buna dört dörtlük mütefekkir eğitimi(!) diyelim. Öyle ya bu sistem, nasıl olsa her biri patent sahibi ve bizi Atatürk döneminde ki, Türk Ekonomi Mucizesinin de üstünden atlatacak(!) dünya çapında bilim adamları(!) ve yeni aydınlar(!) – ki aslı çağcıl sömürge ümmeti - yetiştireceğine göre, sizce de bu başlığı hak etmiyor mu(?)

            § Burada bir not daha düşmek gerekirse: Son günlerde yabancı ajanların yolgeçen hanına döndüğü söylenen Güneydoğu hudutlarımızın durumu, aslında yeni bir şey değil. Ne var ki Amerikanın kontrolü elinde tuttuğu, güçlü olduğu dönemlerde, CIA bu kadar ayağa düşmemişti. Sessiz sedasız işini yapıp yeni bir sahnede rol alıncaya kadar da kimsenin ruhu bile duymadan erketeye yatardı. Şimdi ise, Yahudi ajanlarından bile ulu orta yardım dilendiklerine bakılırsa, panik içinde oldukları, kafalarının da iyice karışık olduğu, çünkü Okyanus ötesinde ki büyük patronun da artık kapütüle etmesine çeyrek kaldığı anlaşılıyor. Yoksa acınacak durumlara düşüp, rezil olacağının o da farkında anlaşılan. Ve akıllı davranıp her şeye sahip olamayacağını, her şeyini birden kaybetmektense de, koparabildiği ile iktifa etmesi gerektiğini nihayet anlamış gibi görünüyor.

                                                                                              Serendip Altındal



14 Eylül 2012 Cuma

KÖÇEKLİK ÜZERİNE..

            Prensipte veya deprensipte, AKP’yi şu ya da bu nedenle destekleyip de bunu açıkça söyleyemeyenlerin ve sayıları da gittikçe artanların tek ortak paydası, her vesile de ilk önce muhalefete, özellikle de CHP ye yüklenerek hedef şaşırtmaktır. Yani hep takiye, esasen tek bildikleri de bu değil mi? Bu adamların anlayamadığı ise, ısrarla rüzgâra karşı işemekte ve sürekli de kendi sidikleriyle yıkanmakta olduklarıdır. Ama derileri kalın olduğu için durumu pek fark edemiyorlar. Bunların en fazla yapabildikleri ise, Internet’te sosyal servislere sanal kimliklerle bağlanıp, muhalif oldukları yazı ve görsellere – bilhassa da CHP li olanlara - laf çakıp, günahsız insanlara kara çalmak, çoğunlukla da cevap bile beklemeden net izlerini silip (aslında silinmez) kaçmak oluyor.
            Oysa bunların çoğunluğunun – ki her toplumda istisnalar da vardır - anlayamadığı, neden açık kimliklerini bile kullanamadıkları ve neden AKP li oldukları ya da menfaatleri gereği olmak zorunda oldukları halde, bunu açıkça söyleyebilmekten imtina etmek zorunda kaldıklarıdır. Sanki de iktidarda CHP varmış gibi, onunla yatıp onunla kalkıyorlar, neden bu kadar korku acep. Diğer yanda beğenmedikleri CHP li, her zaman sapına kadar Atatürkçü, Milli Birlikçi, Ulusalcı ve de CHP li olduğunu göğsünü gere gere her ortamda hala söyleyebiliyor, kimliğini çekincesiz her halükarda açıklayabiliyor. İşte arada ki müthiş fark da burada yatıyor.
            Ayrıca bu adamlar kendilerine sormalıdırlar. Neden kimlik sorunu yaşıyorlar, kaçak güreşiyorlar. Neden açık seçik ve yüzleri kızarmadan kendilerini temsil etmeye yürekleri yetmiyor. Ve alınlarını gere gere biz AKP’liyiz diyemiyorlar acaba? Bunlar gibi daha çok neden var. Tüm bu nedenlerin cevaplarını açık yüreklilikle veremediklerine, hele battıkça da hiç veremeyeceklerine bakılırsa, cevapların ağırlığı altında ziyadesiyle ezildikleri kendiliğinden anlaşılıyor. Lakin diğer yandan da pişkin bir yüzsüzlükle sallamaya devam ediyorlar ne hikmetse, oysa karşılığında Sultanlarından bırakın ulufeyi, boncuk bile alamıyorlar ve de birlikte yok olup gidecekleri halde.

            Senin sanal istatistiklerin yüksekmiş(!) sen tek parti iktidarıymışsın falan filan, cart curt, geçiniz. Seninkiler daha şimdiden, MHP ile tekrar iktidar olabilmenin hesaplarına geçtiler. MHP ile dansları da bundandır. Sen hala, Sam amcamız nasıl olsa arkamızda deyip dur. İyi de bakalım nereye kadar ve onlar ne diyecek bu işe, kendi etekleri yakında tutuştuğunda. Zaten o zaman çıkacak ya, koyun ak mı kara mı ortaya, göreceğiz.
            Gaddafiyi harcayan aynı parmaklar, heriflerin, yandaşları olan Libya elçilerini bile daha yeni hallaç pamuğu gibi tiftiklemediler mi? Ayrıca, Asala eşkıyalarının harcadığı, daha kanları kurumamış güzide elçilerimizin taziyelerini okudularda mı, birde bize karşı utanmadan hala sanal Ermeni kartını oynayan şerefsizlerin, ‘böl, yönet, soy’ tetikçisi cia piçleri adına ağıt yakıyor bizim kocabaşlar. Hem de sıra kendilerine gelmişken. Bunu anımsatsak bize, ‘protokol gereği’ diyeceklerdir muhtemelen, protokole göre de ‘insan mı oldular’ şimdi heriflerin gözünde. Ne alakası varsa. Yoksa alnımızda sahiden enayimi yazıyor.
            Ben şahsen yüz yüze görüştüğüm böyleleri arasında, açıkça AKP li olduğunu söyleyebilenine henüz rastlamadım, hele de son günlerde. İşte bu hazretler bunu da bir türlü anlayamıyor ya da kabul etmek istemiyorlar anlaşılan. Oysa bizler açık kimliğimizle hep buradayız, adreslerimiz belli, yazıp söylediklerimizin altında hep imzalarımız var. Onları ara ki bulasın, kaçak güreşip, arkadan vurup, Baş İmamları gibi esip gürleyip sonra da üç maymunları oynuyorlar, sanki erketeci kendileri değillermiş gibi.
            Yani anlayacağınız, tek marifetleri köçeklik ve bunu da iyi beceriyorlar doğrusu. Öyle kıvırıyorlar ki iki ayaküstünde, inanın bazen nasıl başları dönüp de düşmüyorlar diye sorası geliyor insanın. Hazretler! Hele durun biraz yahu! Bu kadar da kıvırtılmaz ki! Hani böylelerine zenne diyorlardı galiba!

            § MAİDE SURESİ: 42 Yalana iyice kulak verirler, haramı tıka-basa yerler. Sana geldiklerinde, ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirirsen sana hiçbir şekilde zarar veremezler. Ama aralarında hükmedersen, adaletle hükmet. Allah, adaletle hükmedenleri/adaleti ayakta tutanları sever. §

            Bizde bu kılavuzu karga olanlara, vakta ki bizi beğenmeseler de, adil olduğumuzdan yukarıdaki sureyi ithaf ederek âmin diyoruz, yolları açık olsun. Çünkü her ne kadar anlamasalar da aslında kuvvetle ihtiyaç hissedecekleri bu olacaktır yakında, nasıl olsa.

            Yukarıda ki sureye neden ihtiyaçları olduğunu daha iyi açıklar ümidiyle, bir zamanlar onlardan birisi olan Abdüllatif Şener’in son konuşmalarından bir alıntıyı aşağıya koyuyor, yorumu da okuyucuya bırakıyorum. Görülüyor ki, Sayın Şener de, neden ‘günah çıkartmak’ zorunda olduklarını açıkça beyan ediyor.

            § "Başladığı gibi gidiyor! Başlangıcında biz de olduğumuz için bazı günahlarına ortak olduk, bazılarına direndik. Ortak olduğumuz günahlar için gece gündüz tövbe istiğfar etmemiz gerekir. Aklımıza geldikçe de tövbe ediyoruz o dönemle ilgili.” (Abdüllatif Şener - Sözcü) §

                                                                                              Serendip Altındal


12 Eylül 2012 Çarşamba

HEPİMİZ KOMPLOCUYUZ..

            ‘Komplocu’, genel ifadeyle entrika ile hedefine varanlar için kullanılan bir abiye tabirdir. Zira komplo da, mesela bir aşk romanı ve diğerleri gibi bir senaryodur aslında. İşte bu nedenle de, alışılmış ve kabul edilmiş olanın dışında ve ilerde olabilecek hadiselerin, bugün şüphesiz var olan indislerinin analizlerini yaparak, geleceklerini varsayımlayan (öngören), her tefekkür sahibini, ‘komplocu’ olarak tanımlamanın kaynağı sadece bilgisizlik veya aklınca da o insanları hafife aldığı sanılan, eblehçe atıfta bulunma kompleksidir. Çünkü komplocu(!) denilenler de diğerleri gibi sadece senaristtirler neticede.
            Tek farklı ve aydınlatıcı özellikleri ise, günümüz ve geleceğimizin patronu(!) olacak entrikaları ortaya çıkarmaya odaklanmış olmalarıdır, iyi ki de vardırlar aslında. Ki dinamik tefekkürümüzü yaşatıp gelecek hakkında prognostik tasarımlara ulaşarak, geleceğimizi planlayabilmemiz mümkün olsun. Bir özet ifadeyle de, uyanık olalım sonuçta birilerinin tufalarına gelmeyelim diye!

            O halde komplocu olmadan şimdi biraz komplo tasarlayalım isterseniz. Biliyoruz ki küreselcilik denen son günlerin bir salgın hastalığı var. Nedir bu, aslında ihtiras konusunda hudut tanımayan Âdemoğlu’nun ya da şeytan-tanrı’nın, binlerce yıllardan beri içinde gizlediği, tek dünya devleti iktidarı özlemi. Osmanlı da bu işin peşine çok düştü ama o da koca dünyanın 600 yıl sonra da olsa, tek ele bırakılamayacağını anladı. Yani tanıdığımız eski bir Âdemî hastalıktır bu netice itibarıyla, yeni bir şey değil. Şimdi ise bu eski hastalığı küreselcilik yaftasıyla yeniden yutturmaya kalkıyorlar. Tabii bu durumda, tek dünya devletinin de kolay yönetilmesi adına, ağırlıklı olarak tek bir dini temel alması gerektiği de kendiliğinden anlaşılıyor.
            1500 yıldan beri arkasına milyonları takmış İslamiyet’in, idari kamusal açıdan da en kolay yönetilir, itirazsız, masrafsız ve mütedeyyin ümmet profiline sahip, kaderci Müslüman kimliği, istenilende de öte ideal bir dünya devleti vatandaşı portresidir. Ne var ki bu İslâmi profil biraz daha yumuşatılarak iyice şirazesinden ve Hz. Muhammed İmametinden saptırılıp, Vatikan doktrinerliğinde, çağdaş Batı dünyası için de hazmedilir bir kıvama getirilmeliydi. Bir yandan Pensilvanyalı vaiz Fetullah’ın okulları bu amaçla açılıp, global mütedeyyin İslam dünyası yeniden yapılandırılırken, aynı bağlamda Türkiye ayağında da yapılan ve planlananlar ortadadır.
            Cemaat okulları mezunlarının, devlete, kamu dairelerine, milli emniyete, polise, Adalet sistemine, orduya sızdırılıp idari pozisyonların, karar mercilerinin ele geçirilmesi ve ülkemizin de giderek Atatürkçü, laik Cumhuriyetçi yapıdan uzaklaştırılma devinimi içinde, zorunlu olarak bugünkü kaotik yapının ortaya çıkması, hep bu küreselci entrikanın ürünüdür. Bütün bu organizasyonlar ve ince ayarlar, adım adım hedefe yürüyen sistemli bir ana kurgunun (entrikanın) – yenidünya düzeni – detaylarıdır.
            Birde bu çalışmaların, bilimsel-ruhanî ayağı var hiç şüphesiz. Yani iç içe ya da paralel evrenlerin, mikro kozmos spirallerinden, quantum holografisine kadar uzanan değişkenleriyle, parametreleriyle oynayan asimetrik ayağı. Bu bağlamda şimdi size misal olarak bir isim vereceğim. Ahmed Hulusi adlı bir araştırmacı yazar. Kuran tefsiri ve başka kitapları da var, bedava da olunca(!) her bilgisayar’a bir tane olacaktır mutlaka. Ama bu kuyunun da suyunun bir yerlerden dolması gerekmiyor mu? Hani Pensilvanyalı vaizin kesesi(!) gibi. Ne hikmetse kendisi de Türkiye doğumlu, muhtemelen de Türk asıllı olduğu halde, Okyanus ötesi ikametgâhlı milliyetsizlerden biri aslında. İsmi tıklayıp tetkik edince anlayacaksınız.
            İlginçtir, İslamın hala bitmeyen tartışmasını, okuduğu 3-4 İslami tasavvufçu ile çözümlemiş ve yapıtlarını seküler bir kılavuz(!) haline getirmiş bir muhterem. İşin daha da ilginç olan yanı, vatansız bir dinin propagandası yaptığı, ele aldığı veya yola çıktığı öğenin – nedense -, bizden öncekilerin hatalı yolda olabilecekleri fikrinin, daha çok ilgisini çekmiş olması da bir diğer yanı. Ayrıca Batıda bile günün en tutarlı(!) teması Kuran ve şifreleri de, sahneyi tamamlayan(!) diğer olmazsa olmazlar arasında tabiatıyla.
            Oysa biz çok iyi biliyoruz ki, bizden öncekilerin hatalı olabileceği gibi bizden sonrakilerin hatasız olacağı da görecelidir. Çünkü akıl zaman ve mekânda değil ona sahip olan baştadır. Yoksa bir Hz. Muhammed, bir Mustafa Kemal vb. nasıl olabilirlerdi.
            Yani bu durumda neresinden baksak, yenidünya devletinin yukarda açıklamaya çalıştığımız dinî mizanseni çıkıyor karşımıza, Türkiyemizin değil. Ama biz Türküz, Atatürkçü, Ulusal Birlikçiyiz ve de Misak ı Millimiz müktesebatımızdır. Yenidünya devleti de bizi zerre kadar ilgilendirmiyor. Pekiyi, biz bu işlerin neresindeyiz? İşte işin o tarafı çay, kahve, gazoz. Bir de, daha önce figüran bile olmayanların gökyüzünden peş peşe bu parodi dünyasına, birden bire yıldız olarak düşmeleri ise, işin izah edilemeyen diğer bir yanı, bilmem anlatabildim mi? Ben böyle ani zorlamalardan oldum olası hep huylanmışımdır. Hani durduk yerde yengem beni neden öptü misali.

            Şimdi işin çok daha ilginç ve müşterek komplomuzun da can alıcı noktasına dayandık artık. İşte yukarıdakiler sıralanınca, yarın bir gün dünyanın önceden sistematik olarak adım adım kıvama getirildiği bir zaman diliminde, dünya genelinde birden bire ve her yerde aynı anda, bir ilâhi ışık (Nur) bir anda gökyüzünden yere iniverse ne olur. Arkasından da kuvvetle muhtemel, elinde yeni Kuranıyla - Pensilvanya ve Vatikan işbirliği ile belki de hala tasarımda olan - bir evrensel peygamberin, bütün dünyevi kaosu çözmekle görevlendirilmiş olarak dünyaya indirildiği – herhalde Kâbe veya Mekke’ye – müjdesi(!) verilse ne yapardınız?
            Tabiatıyla da bu sorunun sorulacağı o zaman diliminde, bizlerin nesillerinden kimse ortada olamayacağına göre ne cevap vereceklerini bilemiyoruz. O dönem, 4 lük modifikasyona(!) uğramış yumuşak Müslümanlarla(!) veya doğmatik mütedeyyinlerle ya da uyurgezerlerle – ki onlara artık Müslüman da denemeyeceğine göre - dopdolu bir dünya oluşacağından, sorumuzun muhatabı onlar olacak ve sorumuz da tabiatıyla havada kalacaktır. Dikkat ettiyseniz, çeşitli olaylar, sorular ve algıların sarmalında kalan güncelimize herhangi bir ağıt yakmıyorum. Bunun nedeni ve tüm sorularımızın cevabı, kurgumuzun ucunda ki gelecekte yatıyor da ondan. Ayrıca bazı akil ve gönül dostu köşe yazarı kardeşlerimiz de o konuları detaylı irdeliyorlar nasıl olsa.
            Bu komplomuz asla ütopya değildir. İyi bilin ki bu dediklerimizi bugün dahi realize edebilecek durumdadır teknoloji ki, yarın haydi haydi. Ne var ki dünya henüz bunu yiyecek kıvamda değildir. Çünkü güncel nesiller henüz fazla uyanıktır. Mesele de aslı burada yatan, bir ekseriyet meselesidir anladığınız gibi. Ve iyilerin çoğu kötü, uyanıkların çoğu da uykuda olursa yapılabilir bazı şeyler(!) ancak.
            Şu anda bile başımızda ki pilli kuklalar yüzünden, savaşmadan kazanan bir düşman yaratmaktayız. Ve bununla da bir ilk olarak tarihe geçiyoruz, hem de bir zamanlar Sevr’e tekmeyi basmış Lozan galipleri(!) olarak. Herifler kendi aralarında kimbilir halimize nasıl gülüyor, nasıl dalga geçiyorlardır bizimle. Aslında Amerikalı aşüftenin, bizim ne bakanı olduğunu bir türlü çözemediğimiz Davutoğlu ile çaklaması, durumun da ne kadar ciddi(!) olduğunu size açıklamıştır nasıl olsa.

            Şimdi hiçbir tedbir alınmazsa güzel mavi planetimiz o zaman ne olur, nice olur. Çünkü adı SÖMÜRGEN olan yeni bir hayvan türü daha, bu yenidünya’nın geri kalan tüm sömürülenleri tarafından tescil edilmiş olacaktır. Ve bizim için de komplocuydular diyeceklerdir çok muhtemel.

                                                                                                      Serendip Altındal




7 Eylül 2012 Cuma

UYANIN ULAN ARTIK!!

            Ne Kürdü, kimin Kürdüymüş bunlar da haberimiz yokmuş. Oysa bu topraklar Kürt’ü, Çerkez’i, Laz’ıyla vb. kısaca bütün Türk Ulusunun değilmiymiş özünde. Bu unsurların hepsi aslında Türk’ün evladı değilmi? Hepsi bir arada misak ı milli şehidi, gazisi olmadılar mı? Hepsi Kuvayi Milliye neferi değilmiydiler? Hepsi tek yumruk Atatürklerini sahiplenince, milli özgürlüklerini kazanmadılar mı? Ve bunu iyi ki de yapıp, emperyalist’in köpeği olmayarak kendi vatanlarında özgür, başı yukarda, adam gibi adam vatan evladı, eşit haklara sahip vatandaş bireyler olmadılar mı?
            Şimdi 3-5 tane vatansız besleme, lejyoner şakisi, Kürt yaftası altında, en değerli topraklarımızın üstüne oturtulurken, aslında sahibi olduğumuz, geleceğin endüstrilerinin hayati önemde en değerli toprak altı servetimizin, altımızdan çekilip alındığının hala farkında değilmisiniz? Uyanın ulan artık. Bu kadar da gaflet sahibi olunmaz ve böyle de hödük kalınmaz ki.
            Evin babası atıp tutarken altından halısı çalınan, reklamdaki ailenin güldürüsüne dönüştü hal i pür melaliniz. Ayıp olmuyor mu artık. Bu kadar bağnaz ve aymaz oğlu aymaz olanların, Allah topunun belasını versin. Başka ne diyelim ki artık. Ulan konu sadece Güneydoğudaki separatist paradoks değil. Asıl amaç, Lozan’a kadar uğruna oluk gibi vatana evladı kanı akıtılmış ve torunlarımızın geleceği olan en kıymetli(!) vatan topraklarımızın, bizler atıp tutarken altımızdan, şerefsiz Amerikan haramisi ve hempaları tarafından çekilip alınmakta olduğudur.
            Bütün Batı, Kuzey ve Güney sahillerimizin ve kıtasal toprağımızın toplam değeri, toprak altı servetleri temel alındığında, bir Güneydoğu etmez. Bunu hala göremiyormusunuz kara cahiller. MTA haritalarına bakarak da bu zenginliğin farkına varamazsınız. Haritaları incelediğinizde (aşağıda ki gibi), adı geçen bölgelerde de birçok bölgenin sanki altında toprak bile olmadığı kanısı uyanabilir. Gerçeklere varmak için, aslında Amerikalının elinde ki, gizli uydu bulguları incelenmelidir. Ki onlarıda size göstermeyeceklerdir hiç kuşkusuz.
            Herifçioğlu, bizim kocabaşlar atıp tutarken, çoktan üstünde oturduğumuz, altımızda ki geleceğin servetinin hesabını yaptı bile ve ninnileriyle bizi mışıl mışıl uyutup rüyalarımızda, açılım fantezileriyle soyarken de, bizi geleceğin en zengin ülkesi yapacak olan milli servetimizi, savaş riski bile taşımadan paşa paşa ve alenen gasp ediyor. Bir zamanlar, üstünde bayrak açıp at koşturan cahil Osmanlının Paşalarının altından koca Kuzey Afrika’yı, petrol zengini Musul dâhil olmak üzere, ümmetimiz olan Arapları bize karşı kışkırtarak çekip alan İngilizler gibi. İşte mesele de burada yatıyor ya zaten, yoksa Türk’dü, Kürt’dü değil, güldürmeyin insanı. Başınıza oturtulan beslemeleri ciddiye alırsanız, hep akıl fukarası kalırsınız, o yüzden akıllı olun artık.
            Şimdi petrol ne kadar Arapların(!) olduysa, hele kendilerine zırnık bile koklatılmayacak olan bir servetin üstüne oturacağının hesabını yapan ve buna sahiden de inanan besleme Ortadoğu kıptisi, saftirik sanal Kürtlere(!) ne demeli, onlarsa apayrı bir cühela, Bedeviler kervanı. Ki Hz. Muhammedin bile zamanında onlar için, Müslüman değiller (çoğunlukla iman taşımadıklarından) sadece biatkârlar dediği de unutulmamalıdır.

            Heeeyy oradamısınız? Herifçioğlu binlerce yılın, tonlarca kanın ata mirasını elini kolunu sallaya sallaya ve bağırta bağırta çekip altımızdan alıyor. Ramak kaldı, herif malı götürüyor be! Daha nasıl anlatalım ulan hödükler. Uyanın artık. Türk evladı bu değil, Emmioğlu buna denmez. Nesiniz, kimsiniz, adam değilmisiniz ulan siz. Yoksa kanınız kırmızı yerine mavi mi akıyor. Yoksa kan bile taşımıyormusunuz siz? Başka da söylenecek bir şey yok artık. Esasen ‘şerefsizden korkan’ın da şerefsiz olduğunu’ söyledikten sonra geriye ne kalıyor ki!



                                                                                                                   
                                                                                                                   Serendip Altındal


5 Eylül 2012 Çarşamba

ZAMAN MI, MEKAN MI YOKSA ADAM MI?

            Uykuda gezene pek bir şey olmaz derler. Lakin pencere pervazlarında, balkon korkuluklarında birdenbire uyandırılan uyurgezerler için, durum hiç de böyle değildir. Başımızda ki ‘devşirmeler birliği’ ve kuyrukları da uyurgezer olduklarından, hele balkonları da bırakıp artık çatılarda dolaşmaya da başlayınca, üstelik Batı ve Doğu cenahlarında ki parmaklarda da isterik kıpırdanmalar arttıkça, doğrusu bizim uyurgezerler hesabına endişe duymaya başladık.
            Birdenbire uyanmak zorunda kalınca kimlerin bahçelerine ve nelerin üstüne patlayacaklarını şimdiden kestirmek zor. En iyisi biraz daha bekleyip bu çok uluslu vodvilin son perdesini görmek. Ha, bu arada bize mi ne olur. İnanın hiçbir şey de olmaz. Ne zaman olabildi de şimdi olsun. Bizim hiç kimseden korkumuz olmadı ki. Hatta keşke biraz da olsaydı, belki de daha tedbirli olurduk o zaman. Aslında biz Türkler, bütün art niyetlilerin kâbusuyuz. Anlaşılan ebediyete kadar da olmaya devam edeceğiz.

            Bizim için milli mevcudiyet zaferimizin kutlaması ve bu bağlamda da helal süt emmiş adam evladı tüm şehitlerimizin, gazilerimizin anılması demek olan ve öyle de kalacak olan, şimdi ise asla bizi temsil etmeyenlerin, 30 Ağustos Osmanlı haremağaları matinesine dönüştürdüğü, böylesi kutsal bir günümüzde, bu matinede yer alan, özellikle de şerefli TSK üniformasını(!) taşıdığını sanan tiplere bakıyoruz da, yüreğimiz yanıyor. Hani ne demişler, tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş. Enteresandır ama resmî sivil tüm bu beslemeler, sanki aynı tornadan çıkmış gibiler ve tiplemede birbirleriyle cuk örtüşüyorlar Vallahi. Hani tiyatro bile yazsan tipleri bu kadar rollerine oturtamazsın.
            Türkiyemizin mide fesadı ve reflüsünün müsebbiplerine ne yazık ki hala katlanmak zorunda olduğumuz aklıma gelip de anayurdumda(!) kendi güncelime dönünce, bazen Âdem evladı olduğuma bile lanet okuyorum. Ve bu psikosomatik toplumsal reflünün yanında bir de sinir fesadına uğramamak adına hemen, geride kalan ve devşirilmiş çağdaşların(!) ilkel diye pas geçtikleri dönemlerden günümüze kadar gelen, okuduklarımdan bazı alıntılara çağrışımlar yaparak, kendimi avutmaya çalışıyor ve bütün bilimlerin anası olan tarihin, o şerefli anılarının bağrına sığınıyorum.

            Mesela: Büyük İskender zamanında, zapt etmek üzere kapılarına dayandığı Hint kentlerinde, Hintli bilgeler, İskender’in bilgeliğini överek kendisine, onun bilgeleriyle yarışmak istediklerini bildirirler. O da bilgelerini yollar. Yapılan münazaralarda Hintli bilgeler başarılı olur. Bunun üzerine İskender, Hintli bilgeleri hediyelere gark eder ve ülkelerini zapt etmekten vazgeçer. Bu bağlamda da Hintli bilgelerin; ‘Bilgelik bu âlemde kralları bu hale getiriyorsa, onu ehline giydirdiğimizde acaba ne olur? Kimbilir nasıl ödüllendiriliriz?’ dedikleri, Aristo’nun kitaplarında yer alan münazaralardandır. Konuya bu pencereden bakınca da akla karanın, ilkel(!) olanla olmayan liderlik anlayışının, zamanla hiçbir ilgisi olmadığı, açıkça ortaya çıkmaz mı?

                Mesela:  Yüce Atatürk liderliğinde ki T.C.’nin ilk Anayasası olan ‘TEŞKİLATI  ESASİYE KANUNU’ (Mevaddı Esasiye), 1924 yılı son şekli esasları ve Anayasanın 1. maddesine göre: Türkiye Devleti’nin hükümet şekli Cumhuriyettir.  2. maddeye göre de: ‘Devletin dini İslam, resmî dili Türkçedir’. 75. maddesine göre de: ‘Hiçbir kimse mensup olduğu felsefi içtihat (görüş), din ve mezhepten dolayı muaheze (tenkit) edilemez. Asayiş ve umumi muaşeret adabına ve kanunlar hükümlerine aykırı bulunmamak üzere her türlü dini ayinler yapılması serbesttir’. Denilerek din hürriyeti, anayasanın teminatı altına alınmıştır. 80. madde ile de: ‘Hükümetin nezaret ve murakabesi (denetimi) altında ve kanun dairesinde her türlü tedrisat serbesttir’.
            Bu vb. maddelerin mis gibi adalet ve toplumsal erdem kokulu, aynı zamanda da total din hürriyeti demek olan Kemalist laisizmini bırakalım da, neye hizmet ettikleri belirsiz – ki aslında gün gibi aşikâr - bağnazların, yeni Anayasa(!) zırvalarını mı, sırf çağdaşlık(!) aldatmacasından ötürü, temel alalım yani. O zaman da sormayalım mı bu biraderlere: Alnımızda enayi mi yazıyor!

            Global dünyacılıktan bize doğru yapılan sıralamada, tüm kendi kendilerini liderliğe atamış tükürük köftelerinin arasında arayın bakalım bir havasî, yani ruhanî beş duyumun da sahibi olduğunu bildiğiniz veya inandığınız birisini(!) bulabilecekmisiniz? Ki bunlara seçilmiş de derler ama bana göre değil. Çünkü kim kimi neye göre seçmiş ve bu yetkiyi kimden almıştır. Zira bu teşhis, sahibinden sahibine göreli olduğundan, aynı zamanda akli olana yani tefekküre de aykırıdır. Oysa havas olanla olmayan arasında ki fark çok basittir. Havas olan da keramete varmak için, ağızdan çıkanla, göstereceği işarete dikkat edilmeli, olmayanda ise sadece bulunduğu noktanın nedenine, neyi ve kimi temsil ettiğine bakılmalıdır.
            O halde şimdi, kendisini liderliğe kafadan(!) atamışlara soralım o zaman. Hiç elinize aynayı alıp da sadece süsünüzü yaptığınız sathına değilde, derinliğine de arada sırada bakıp, gerçek değerinizi sorguladığınız oldu mu? Oldu da, mis kokulu amber olduğunuzu gördünüzde mi kendinizi gramaja vurdunuz. Oysa iğrenç kokulu kirli çorapların tonu kaç para eder ki? Acaba azıcık da bunu düşündünüz mü gafiller? Yağmasanız da, en azından erdemlilik takiyesini bir kenara bırakıp, ‘koyunun olmadığı yerde Abdurrahman Çelebi olmasını(!) bildik’ deyin de, hiç olmazsa harbiydiler diyerek, tarih olduğunuzda analım sizleri bari!

            Üniformalı Haremağaları 30 Ağustos matinesinde pasta yerken, evlatlarımız Amerikan paçavraları yolunda şehit olmaya devam ediyor. Şerefsiz çuvalcılar Ankara’ya gidip geliyor. Ankara’da ki hükümetin tokmakçısı CIA piçleri, Bakanlar düzeyini, başından ucuna tekmil prompterliyor. Sınır ötesinde ki Amerikan ordu çaputlarının içinde ki piçlerse – ki içlerinde çoğunluk, sömürge ülkelerinden parayla devşirdikleri lejyonerlerdir -, dağlarımızda PKK sırtlanlarını uyduyla ve noktalı virgüllü informe edip, öz evlatlarımızın üstüne sinsice ve kancıkça salıyor. Ah ne olur, birde kendileri üstümüze, kendi adlarına gelmeye kalksalar ya. Ama ne gezer, onlarda o yürek var mı?
            Oysa bu şerefsizlerin az mı kıçlarını kurtarmıştık. Daha Kore savaşının izlerini taşıyor gazilerimiz. Rahmetli Tahsin Yazıcı bugünkü şerefsizliği görse ne demezdi ki. Büyükler bilir ama gençler ismini tıklayarak onu iyi tanısınlar. Tek kaynağa da bağlanmasınlar. Zira o zaman, başlarında ki gerçek bir Atatürk Generali ile nasıl destan yazıp, Kunuride kuşatma altında erimek üzere olan Amerikan taburunun, başlarında şerefli bayrağımıza sarılı Tahsin Paşaları olduğu halde, Türk Tugayı tarafından yok olmaktan, süngü hücumuyla nasıl destansı kurtarıldığını, o dönemi yaşayan Amerikalılarında unutabildiklerini hiç sanmıyorum.
            Kunuri meydan savaşında, ne yazık ki karşımızda bizim olmayan ama bize yakışan bir düşman(!) vardı. Amerikalı bizi de kullanarak adamların ülkesini böldü de ne oldu. Aynı şerefsiz şimdi de aynı metotları biz karşı kullanmıyor mu? Korede sadece, Küba’da, Vietnam’da, Irakta vb. yaşadığı hezimetlerin bir tekrarını daha önceden yaşamıştı. Ve yakın bir gelecekte Korelilerin, kendi ülkelerini yine tek parça haline getireceklerini de adım gibi biliyorum. Bu vesileyle de kendilerinden milletim adına özür diliyorum. Ne olur bizi affetsinler. Ne var ki sonrasında bizim maymun gözünü açtı. Tam da, bir daha tufaya gelmedik demek istiyorken, komşum Suriye’ye yapılanlar aklıma geldi ve yine yüzüm kızararak susmayı tercih ediyorum. Çünkü içimizden birilerini satın almış olan, aynı Amerikan İblisi var yine karşımda.
            Amerikalı yaşadığı hezimetlerden hiç akıllanamadı ve bu paranoya yakında kendi sonunu da getirecek esasen. Ve bizi teyit edercesine, dibinde patlayacağı uçuruma doğru da dörtnala koşturuyor beygirini bizim inek çobanı şimdi. Ben gençlerin yerinde olsam Tahsin Paşa ve şerefli Tugayının öyküsünü öncelikle, bugünkü PKK paçavrasından bile tokat yiyen, üniformalı Osmanlı Haremağalarına ithaf ederdim.

            Yıllık milyarlarca Dolarlık fonlar ayrılan CIA adlı ‘Şerefsizler Kulübü’nün işi, dünyanın her yerinde şerefsizlik senaryoları oluşturmak, vatanını satanları pazarlamaktır ki buna kendi ülkeleri de dâhildir. Çaresiz Amerikan ümmeti bugünlere dek patronlarının oto kontrolü kaybetmemesi adına, sayısız CIA entrikalarına maruz kalmıştır ve ne yazık ki hala da kalmaktadır. Amerikan halkları da, yaşadıkları acıklı durumdan sıyrılabilmek için, bir Mustafa Kemal bekliyorlar anlaşılan.
            Hele illaki emsal göstermeye ihtiyacı olan bazı beslemelerin yapmaya çalıştığı gibi KGB’yi CIA, NSA vb. gibi kurumlarla mukayese etmeye kalkmak, abesle iştigal etmek ve paranoya sahibi olmak demektir. Çünkü KGB, her zaman saldırgan cephede yer almış ve alacak olan emperyaliste karşı, haklı nedenlerle defansif olarak kurulmuş bir karşı istihbarat kurumudur ve çok da isabetli olmuştur. Yoksa emperyalist İblis’in kendisinden olmayanlara vereceği hasar, çok daha fazla olurdu. Ayrıca KBG, bir CIA’nın yanında kanarya sevenler derneği gibi de kalır.

            Amerikan şerefsizlerini bizatihi olarak, resmi vasıfları ve çaputları içinde karşımıza almazsak, ne PKK belasından ne de ikiyüzlü kancıklıklarından kurtulamayız. Bunun içinde, başımızdakilerden ve resmi kurumlarımızın içine sızdırılmış diğer beslemelerinden ve ciğerimizin (Ankara) içine karargâh kurmuş CIA piçlerinden kurtulmalıyız her şeyden önce. Gerisi ise kendiliğinden gelecektir nasıl olsa.
            Bu yola girmekle bile neler mi kazanırız? Koynumuzda beslediğimiz yılan yuvaları haline gelmiş Amerikan üsleri, Komşularla kaybedilen diyalog, Komşular indinde saygımızı kaybettiren füze kalkanı, PKK adlı sırtlan çöplüğü, içimizde yuvalanan ve bizi her geçen gün istenmez adam haline getiren emperyalist lejyoner bataklıkları gibi sorunsallarımız, bıçak gibi kesilecektir.
            Haksız tutuklanan şerefli vatandaşlarımız, tekrar özgür birey kimliklerine kavuşarak, gasp edilen onurlarını da geri kazanır ve Türkiye Cumhuriyetimizin bağımsız ve demokratik hürriyetlerin kazanıldığı çağdaş bir ülke olduğunu, yeniden yedi düvelin gözünde ispat etmiş olmamıza vesile teşkil ederler. Ve 10 yıldır kaybettiğimiz demokratik saygınlığımız, tekrar bize geri döner. Sonuç olarak da bize, hakkımız olan onurlu, bağımsız ve büyük devlet kimliğimizi kazandıracak oto kontrolümüz, yeniden kendi elimize geçmiş olur. Ve acılarımız biter. Daha ne olsun ki.

         Sözün özü: Yoksa bundan şüpheniz mi var? Yapalım ve alayına hodri meydan diyelim. Sonra da bekleyip görelim. Bakalım neler olacak. Biz bunu hep yapmadık mı ve her zaman da yapacak mangal yüreğimiz yok mu? Haydin bakalım Emmioğulları, varmısınız?

                                                                                              Serendip Altındal