26 Eylül 2018 Çarşamba

VASİYET MESELESİ..


             Milyonlarca yıl öncesinin kozmolojik nedenlerle yok olan Dinozorları gibi bizlerinde barbarca ve hunharca ellerimizle yok etmekte olduğumuz habitatımız, sonuçta insanlığı da yok edecektir. Ve maalesef bu yok oluşa doğru yaptığımız koşuya, durmaksızın devam ediyoruz. Herhalde mahşer denen yazgı budur.

            Belki de o vakit aramızdan daha önceden seçilmiş olanlar çoktan bir başka gezegende yeni bir yaşama başlamış olacaklardır. İşte o zaman arkada bıraktıkları tüm seçilmemişler ise ellerimizle yarattığımız mahşerin ortasında çaresizlikle apışıp kalacaklardır. O halde geride kalacak olan gariban Dünyalıların vay başına gelene.

            Başka bir uzay-mekânda yeni bir yaşama başlayanlar içinse mahşer bir başka Bahara sarkmış olacaktır şüphesiz. Lakin evrensel devinim onları da bulacaktır elbette ve her nasılsa, bir süreç sonunda yine. Demek ki aynı anlamda, varlık eşit yokluktur da diyebiliriz artık. O halde nedir bu kin, bu ihtiras ve nereye kadar süreceğini düşünüyorsunuz bu sonu gelmez kavganın. Yeni bir total yok oluşa ya da arkanızda bir varlık dahi bırakamayacağınız o son vuruşa kadar mı?


            Sıra şimdi Atatürk’ün vasiyetine geldi anlaşılan. Nitekim bir anda İş Bankası da gündeme oturuverdi. Ben de soruyordum bakalım ne zaman ona sıra gelecek diye kendi kendime. Biraderler beni yine yanıltmadılar. Kaynakları tükettiğinden, yetki tanımayan uzun kol artık her tuttuğunu koparmaya kalkıyor. Oysa yasalara göre vasi ve denetim yetkisi de bellidir. Yoksa hangi yasalar(!) mı deseydik.

            Aslı yüce kurucunun bütün asal ve hukuksal varlığını da yok etmeye odaklı bu müdahalenin yapay gerekçeli nedeni ortadadır. Bunun başka bir izahı da, ortak aklı ikna edebilmenin çok ötesine düşer. İşte sırf bu nedenle bile kimse masal anlatmaya kalkmasın.


            Ufukta birikmiş çeşitli sebepleri olan yeni bir Kurtuluş Savaşı sonucu, açıkça ve şimdiden görülmektedir. Yalnız bu savaşı 1920’lerden ayıran en büyük özellik, savaşın önce içimizdeki düşmana karşı başlayacak olduğudur. Ancak içerideki enkazı temizlerken aynı zamanda, dış düşmanla da yoğun bir kavga içine gireceğimiz kesinlik kazanmaktadır. Çünkü dışarıdakinin bu fırsatı kaçırmayacağını da çok iyi biliyor olmalıyız.

            Ne ki özü Türk olan bir ulusun fertleri olarak aynı zamanda farklı cephelerde farklı düşmanlarla da savaşmaya alışık olduğumuz, genlerimizde yazıyor nasılsa. Bu yüzden fazla da kafamıza takmamız gerekmiyor. Diğer taraftan bu sonuçta tetikçi olarak aktif görev alan ve alacak olanların ise aleyhlerine oluşacak durumları çok iyi kalküle etmeleri, kendi hayırlarına olacaktır.


            1939 da İngiltere ve Fransa ile yapılan blok antlaşmasından sonra, Atatürk’ü ve özenle vasiyet ettiği dış Politikasını terk ederek kendilerine karşı bağımsızlık savaşı vermiş olduğu aynı emperyalist kucaklara oturan Türkiye; DP döneminde ise üstüne ABD emperyalizmiyle de sıkı bir kaynak yapmıştı. İşte bu vesileyle de Atatürk Devrimlerinden iyice saptırılan Türkiye bir daha iflah etmedi.

            Sömürülerek ve AKP iktidarı ile de kalkınma trendinde kayıp yılları oynayarak ahu vah ile bugünlere kadar gelebildik. Ne ki bugün Rusya ile yeniden gelinen ittifak düzeyi, aslında emperyalist ittifakıyla, bağımsız uygarlaşma yolunda kaybettiğimiz yıllar bağlamında geç kalan bir milli siyaset ikrarıdır. Lakin bu defa da Erdoğan’ın hiç güven vermeyen siyasası ülkenin en büyük handikabıdır. Şüphesiz ki bu güvensizliği Ruslar da hissetmektedirler.

            Atatürk Devrimlerini ve Atatürkçü tarafsız dış siyaseti dıştalayan, aslında ülkeye emperyalistten fazla zarar vermiş olan Atatürk sonrası siyasileridir. Ki bugünkülerde o sürüden ayrı günahsız Turna kuşları değillerdir elbette. Ve bunlar sadece Devrimleri geri döndürmekle kalmadılar.

            Tarihin ilk bağımsızlık zaferinin sahibi Atatürk Türkiye’sini, Milletler Cemiyetindeki saygın yerinden aşağı çekip Osmanlının son döneminin de öncesine götürerek, ikinci sınıf bir sömürge durumuna düşürüp itibarımızı sıfırlamışlardır. Kalan bir katre itibarın üstüne de Erdoğan Hükümeti, Papağan tüyü dikmiştir.


            Son günlerde bakıyorum da Erdoğan’dan neredeyse bir o kadar daha yaşlı olan Bahçeli, daha canlı ve zinde bir görüntü veriyor. Anlaşılan haller, şartlar ve şeraitler Erdoğan’ı vaktinden önce yıprattı. Yani durumu hiç de iyi görünmüyor. Ve her geçen gün, bir gün yakasına yapışacak el sayısının katlandığı ülkede, sonu nasıl biter kimse bilemez.

            Gerçeği halkla içiçe yaşayanlar bilir. Bu siyasiler için de böyledir. Ne ki Erdoğan’ın çevresindeki akbabalar Sarayda izole yaşayan Erdoğan’ı arada sırada önceden ayarlanmış yandaş çevrelerde gezdirerek, kendisini sonuna kadar kullanarak malı götürmek için beynini yıkıyor, aldatıyorlar. Oysa durum hiç de onların algılattığı gibi değildir. Çünkü çektiği ve daha çekeceği sıkıntılar, artık vatandaşın kemiğine kadar dayanmıştır.

            Neticede fatura her zaman ortada kalan Reise çıktığı ve çıkacağı için de kendilerini güvende hissederek, nasıl olsa en yakında oldukları için en son dakikada sıvışabileceklerini düşünüyorlar olsalar gerektir. Zira yakın çevreden daha uzakta olan yandaşlar, yüklerini tuttuktan sonra ayakaltında kalmamak için, ne olur ne olmaz diyerek çoktan ülkeden savuştular bile.

            Hani anlayacağınız bazı muzur ve kendilerine (tokatçı) denen arkadaşlar vardır. Saf arkadaşlarıyla herkesin hesabını kendi ödemesi şartıyla, lokantaya vs. birlikte gidip, yiyip içtikten sonra, ‘hemen döneceğim’ diyerek teker teker savuşup, hesabı masada yalnız kalan saftirik arkadaşlarına ödettikleri gibi. Sonra da aynı arkadaşı ‘bir dahaki sefere hesabın benden’ diyerek tekrar kandırdıkları da işin cabasıdır. Saftirik o seferi beklesin dursun artık.

            Oysa Erdoğan’ın yerinde bir başkası olsaydı, iktidar süresinde yeterinden fazla dünyalık yaptığına göre de, bundan sonraki hayatını Dünyanın istediği bir köşesinde kafasına göre takılır, keyfine bakardı çoktan. Böylece kendisine gençlik aşısı yapmış ve ömrünü de uzatmış olurdu.

            Ayrıca asla unutmaması gerekense, her kişisel otokratın, despotik tek adam iktidarının ve her suiistimalin, husumetin ve ihanetin hasıraltı edilişinin birikmiş borçlarının, nasılsa bir gün alacaklı millet tarafından mutlaka tahsil edileceğidir. İkbal koltuğundan ayrılmak zordur; ama ifrat da hep mide fesadı yapar. Dolayısıyla da terk i diyar etmeden önce istifa etmesi hiç tavsiye edilmez…

                                                Serendip Altındal


16 Eylül 2018 Pazar

AH ŞU İTTİFAKLAR..


            CHP ile koalisyon hesabına mı giriyor acaba Erdoğan. O halde yoğun baskı altındaki İdlib politikası, zorunlu olarak ABD güdümlü bir ittifaka dayanınca da; CHP ve AKP’den tek Parti yaratarak böylelikle de bütün Türkiye’yi temsil ediyor(!) olma algısının önemi, Erdoğan için aciliyet kazanmış olmalıdır. İşte bu tehlikeli gidişin sonunda, Türkiye’mizin bölünmüş bir eyaletler Devleti modeline önayak olacağını ve Erdoğan’a BOP ittifakını tamamlatacağını anlamak bu kadar zor mu?

            İşverenleri bağlamında şayet böyle bir bütünleşme yapılaşması sağlanamazsa, tüm ülkeyi alakadar eden eyaletler projesi de asla mümkün olamaz. Çünkü en azından Rusya böyle bir yapılanmaya kesinlikle müsaade etmez, edemez. Yani eski komşunun tamamını kaybetmektense yarısını kazanmayı yeğleyecektir kuşkusuz. Ve bu yarı da emperyalistin kaybetmek istemediği yarıdır aslında.

            Zira Türkiye, Rusya, Çin ve Asya birliği güvenliği için Suriye ile de mukayese edilemeyecek kadar önemlidir. Ve Atatürk döneminde olduğu gibi kendi güvenlikleri açısından da tek parça halinde kalmalıdır. Ayrıca Türkiye’mizin Dünyanın merkezinde olduğu ve Kore, Vietnam vs. gibi uzak bir köşesinde olmadığı da asla unutulmamalıdır. Böyle bir bölgede ifrata varan ihtiraslar mutlak bir Dünya Savaşıyla karşılığını bulur ve önce de ihtiras sahiplerini yakar.

            Şeriatçı Müslüman AKP ordusu olduğu, Erdoğan AKP si adına dava argümanlarıyla tescillenen Suriye’de ki İslamist Lejyoner çeteleriyle, işgal altında olurluğuna birileri tarafından kuvvetle inanılan Türkiye’mizi, elini kolunu bağlayarak ve ordusunu da hiç kale almadan kıpırdayamaz hale getirmek, sahiden de bu kadar kolay mı yahu! Yanlarında, bunların çerez kaldığı neler görmedi ki bu millet? Hadi ulan güldürmeyin insanı.


§     TARAFSIZ KALINSAYDI!

Tevfik Rüştü Aras, İngiliz ittifakının büyük bir yanılgı olduğunu ileri sürer. Ona göre, tarafsız kalmak mümkündü ve böylece Balkanlar, Dünya Savaşından sonra büyük bir ekonomik ve politik güç olabilirdi. Atatürk döneminde, Türk dış politikasını aralıksız yöneten Aras'ın görüşü şöyledir:
<İkinci Dünya Savaşı içinde tarafsız kalmak ve Balkan'a savaşı sokmamak, pek mümkün idi. Hele İngiltere ile ittifakın gereğini, yararını ve kimlere karşı olduğunu hala anlamış değilim. Zararları ise, meydanda idi. Tarafsızlıkla neler kazanabileceğimizi inceleyelim:
Ticaret alanında halkımız teşvik edilecek, yiyecek, içecek, giyecek olarak ne üretebilirse ve üretim ne kadar arttırılabilirse, tarafsız İsveç’in yaptığı gibi, fabrika kurulması ve altınla ödenmesi karşılığında savaş içinde olanlar tarafından hepsi satın alınacaktı. Yeraltı madenlerimizden krom, bakır, her ne çıkarılabilirse, onlar da aynı şekilde satılacaktı. O halde hükümetin en başta işi, üretimi arttırmak için halkımızı teşvik etmek ve bu yoldaki çalışmalara yardım etmek olmalıydı. Zengin olacaktık, endüstri tesisleri kurabilecektik, milletlerarası ilişkiler alanında itibarımız çok artacaktı.
Bu ikbale karşı ikinci Dünya Savaşı'nda halkımız, sıkıntılar içinde kaldı, iyi bir ekmek bile yiyemedi. Nihayet müttefikimiz İngiltere’nin bizden alınmış olan On iki Ada'yı bize sormaya bile gerek görmeyerek Yunanistan'a vermesine tanık olduk. Büyük liderimizin bıraktığı dış politikada devam edilmiş olsaydı, barış günü gelince, 1945 yılında, daha büyümüş olan Birleşik Amerika Devletleri ve başka bir dev devlet olarak beliren Sovyetler Birliği'nden sonra üçüncü bir küçük dev olarak Balkan ve Sadabat paktlarına dayanan Türkiye ve müttefikleri topluluğu olacaktık.
(D. Avcıoğlu - Milli Kurtuluş Tarihi s. 1502)



                İsveç’in tarafsız, gelişmiş, sorunsuz ve saygın bir Devlet olma yolundaki başarısının nedeni ise; bizim vefatından sonra unuttuğumuz ‘Atatürk gibi düşünmeyi’, kendilerine hayat felsefesi yapmış olmalarında yatar.

           
§          KRUŞÇO V'UN GÜRSEL'E MESAJI 28 Haziran 1960

27 Mayıs'tan sonra, Kuruşçov'un Gürsel'e 28 Haziran 1960 tarihli mesajında şöyle denilir:
<<Eğer Türkiye tarafsızlık yolunda kalmış olsaydı, kuşkusuz memleketlerimiz arasında en içten ilişkiler kurulmuş olacaktı. Bu durum, ülkelilerimize yalnızca yararlar sağlayacaktı. Türkiye'nin kendi olanaklarını, büyük giderler gerektiren askeri hazırlıklar için değil, memleket ekonomisinin kalkınması ve halkının refahı için kullanması olanağı doğacaktı.>>
(a.g.e. s. 1605)



                Atatürk’ün vefatından sonra ve hemen 1939’dan itibaren, itidal ve öngörüden yoksun siyasileri yüzünden İngiltere ve Fransa ile anlamsız, tek taraflı – bize fayda sağlamayan aksine kayıplarımızı arttıran – ittifaklara girişince; haklı olarak Ruslar da bizimle yaptıkları ve milli misak Savaşımızı bile tam destekleriyle kazanmamıza neden olan kadim Atatürk ittifakını sonlandırmışlardı.

           
            2. Cihan Harbinde şayet Almanlar, Rusya da çoluk çocukların bile ırzına geçip, Ruslara menfur bir zulüm uygulayarak onları galeyana getirmeselerdi, Rusya da tepetaklak olmayacaklar ve Savaşın tek galibi olarak çıkacaklardı. Sonra sıra bize de gelecekti şüphesiz. Ruslar kazandılar da, biz bir kere daha kurtulmuş olduk.


            Ruslar Almanları Berlin’e kadar kovaladılar. İngiltere’de 2 sene esir kalan çocuk askerlerden olan bir Alman arkadaşımın bile bana samimi olarak itiraf ettiği gibi, Ruslar Almanya da, aslında devasa bir kin gütmeleri de gerekirken, asla Almanların Rusya da yaptığı kadar zulüm yapmamışlardı.


            Galip çıktıkları harpten sonra bile Rusların ilk yaptıkları iş, bizimle yeni bir saldırmazlık ittifakı yapmak olmuştu. Bir de düşünün, şayet Rusların yerinde Almanlar, Amerikalılar, İngilizler veya Fransızlar olsaydı, acaba biz ne olurduk. Tek başımıza da kalsak, sonuna kadar hepimiz düşünceye kadar savaşır asla da havlu atmazdık. Lakin burada yorumu size bırakıyorum artık.


            Ah sevgili Atatürk bir 10 senecik daha yaşayabilip de Nazi (miğfer veya 2. Dünya) Savaşının da sonunu görebilseydin eğer Türkiye’miz bugün Kuruşçov’un da söylemek istediği gibi, emperyalist ve şeriat belasından, tam bağımsız ve seküler yapısıyla kurtularak, gelişmiş ve en azından Almanya gibi bir Devlet haline de gelmiş olacaktı.


            Akapeydi, makabeydi, ABD’ydi, İsrail’di, Kürt’tü, Suriye’ydi gibi sorunları da tanımıyor olacaktık. Ne yazık ki 13 yıllık Devrim nöbetin; üstümüze bir takım elbise dikemeyecek kadar kısa bir kumaş gibi kaldı. Senden kalan ve yaşatmak zorunda olduğumuz ise milli bekamız yanında, bilhassa gençliğe verdiğin mesajın, bıraktığın vasiyetindir…




            Nerelerden nerelere geldik. Şimdi gümüş kuşağımız da oldu artık. Aslına geçmeden hemen bir tavsiyede bulunalım önce. Mademki kimsede olmayan parti vermeye de uygun şatafatlı uçakları da oldu. Bundan sonra hatırı sayılır AKP zevatı çocuklarının sünnet, nikâh gibi sosyal temaşalarını da bu uçakta yaptırıp birbirlerine hava atarlar bu bağlamda tarihe de geçerler garı.


            Erdoğan aile Vakıfları da bu sünnet alaylarından hiç de yabana alınmayacak aidatlar toplarlar artık. Bizden söylemesi. Bakın birilerinin derdi bizi nasıl yine gerdi. Ne yapalım. Şimdi bu dertlerimizin sorumlusunu yayla rüzgârı gibi tam karşımızdan esiyorken, yine geçmişin labirentlerinde mi arayalım. Yine toprak olmuş rahmetlilerin kurumuş kemiklerini mi sızlatalım…



                                                                       Serendip Altındal







9 Eylül 2018 Pazar

İZMİR KIRIMI..


            Son gelişmeler İdlib’in, ilişkili lider güçler tarafından istemedikleri terörist gruplarını tasfiye edecekleri bir filtre gibi kullanılacağını ortaya koyuyor. Bu arada istemek ve istememekle kastedilen göreceli olduğu için adamına göre değişiyor. Ne ki her hâlükârda Türkiye’nin de Erdoğan Hükümetiyle içine düştüğü terör batağından yüzünün akıyla çıkamayacağı da, asla falcılık olmuyor.


            İşte o zaman da masamızda ne bulacağımızı daha doğrusu umduğumuzu bulamayacağımızı kestirmek ise hiç zor değildir. Hele de mevcut ve dış siyaseti kenara koymuş bu kafayla ve aynı yöne doğru yapılan bu çılgın koşu sürdükçe. Uykularımızda bile karabasanlarla boğuşmadığımız gecemiz kalmadı artık. Bakalım devamlı haksızlığa uğrayan ve hırsından artık patlama noktasına gelmiş olan Dev, bir de ayağa kalkınca neler olacak.


            1930’lar da Atatürk’ün bilinçli ve sağlıklı dış Politikasıyla ‘Milletler Meclisine’ (bugünkü BM), kendisini zorunlu olarak davet ettiren Türkiye Cumhuriyeti, beraberinde Rusya’yı da o Meclise sokmak için bir de Nota vermişti. Eski düşman emperyalist Çarlık Rusya’sı devrildikten sonra, antiemperyalist Rusya ile aynı bileşkede ve İstiklal döneminde artık kanka da olan Türkiye, Rusya ile kardeş Devlet olarak ikili bir saldırmazlık paktına da imza koymuştu. Öyle ki ikili olarak başka Devletlerle birbirlerinin aleyhine olabilecek antlaşmalara da imza koymayacaklardı.


            Esasen Türkiye, Milletler Meclisine girerken de Batılı Devletlerce Rusya’ya karşı yapılacak herhangi bir kumpasta yer almayacağı maddesini de Meclise kabul ettirmişti. İşte doğrucu Davut Atatürk’ün her şeyi gibi dış Politikası da böylesine harbiydi. Bugünkü dış siyasete bakınca, şimdi adı geçenlerin ne yazıktır ki sirk maymununa ters takla attırmak gibi çerezlerle uğraştıkları görülüyor. Yani nerede bayım nerede Paşam anlayacağınız.


            Lozan’da Türkiye’nin karşısında olan başta Yunanistan olmak üzere, dünün düşmanı bütün Balkan Devletlerinin bile Montreux ’da tam destekle yanımızda yer alması, Atatürk’ün güvenilir, sağlam dış siyaset başarısının da sonucudur. Bu dik duruş, bütün komşuları tarafından güvenilir kabul edilmek özeğinde ‘yurtta sulh cihanda sulh’  deyişinin de bağlamında Atatürk’çesidir. Oysa bugün boktan Astana da bile, aynı Türkiye’nin o dönemde asla oluşamayacak şu sorunlarına bakın. Yani ülke aynı; ama adamları(!) değişik, sıkıntıda burada ya zaten.


            Hele de iştirakçilerinden birisi, bugün varlık nedenlerimizden olan güvenilir bir kanka iken, kardeşiyle bile anlaşamayanın hazin gerçeği denir işte buna. Peki, neden! Atatürk gibi açık, seçik ve güvenilir bir iç ve dış politika ortaya koyamıyor da ondan. Sorarım size, kurucu anayasayla Pazarcı kesekâğıdı gibi oynamaya müsaade eden bir devlete kim güvenebilir ki.


§          1 Aralık 1921 ATATÜRK'ÜN BİR KONUŞMASINDAN

 «Büyük hayaller peşinde koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayali şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kinini memleketin ve bu milletin üstüne çektik. Biz Panislamizm yapmadık. Belki 'yapıyoruz, yapacağız' dedik. Düşmanlar da 'yaptırmamak için bir an önce öldürelim' dediler. Panturanizm yapmadık. Yaparız, yapıyoruz, yapacağız dedik ve yine 'öldürelim' dediler. Bütün dava bundan ibarettir... Haddimizi bilelim. Biz yaşam ve bağımsızlık isteyen milletiz. Ve yalnız ve ancak bunun için yaşamımızı veririz. (Alkışlar) .»
(Doğan Avcıoğlu - Milli Kurtuluş Tarihi s. 1423)





            9 Eylül İzmir’in kurtuluşu olduğuna göre bunu atlamayalım. Ne ki daha gerçekçi bir perspektifle ve tekrar uykuya dalmadan. Ki otokontrolü elimize alıp, yeniden acınacak durumlara düşmeyelim. Kurtuluşu kutlarken kırımdan söz etmek üzücüdür.


            Lakin dostlar sonuçlar her zaman doğru ve gerçekçi olmayabilir, sebepler ise her zaman doğru ve gerçek olduklarından eğiticidirler de. İşte bu yüzden de onları asla yadsımamalıyız. Çünkü kalıcı olabilmek için hep öğrenmek zorundayız. Ve sonuçlar doğrultusunda geçmişse, geleceğin aynasıdır. Kırım demişken şimdi içimizde Türk’ü hiç sevmeyen Araplar ve üstüne menşei karışık işi öldürmek olan eli kanlı cihatçı teröristler de var.


            Yarın bunlarla nasıl problemler yaşayacağımızı öngörebilmek, falcılık olmasa gerekir. O halde asıl soruyu soralım şimdi. İçeride ve hudutlarımızın dışında bu musibeti başımıza açanlar, Türk milletinin evladı olabilir mi hiç. Yoksa buna hala inananlarınız mı vardı. Bilmem anlaşılır oldu mu? Ya da bunu daha nasıl anlatalım ki.


            Bu notu bilhassa İzmirli dostlara ithaf ediyorum. Sizi gidi İzmirliler, o zaman çok güveniyordunuz Ermenilere, Rumlara. Aşağıda alın size Ermeni kırımından da bazı satırlar var. Dostunu bilmek için ilk önce, onu düşmanın farz edip özelliklerini ve genetik geçmişini öğrenmek zorundasın ki gerektiğinde, ördek düdüğüne koşan aptal ördek gibi avlanmayasın…


§          1919 İZMİR KIRIMI

Yunan işgali, gerçekten beklendiği gibi felaketli olur. İngiliz, Fransız ve Amerikan donanmaları subaylarının gözleri önünde, Yunanlılar, Türk kırımına girişirler. Direnmeyi yasaklayan Kolordu Komutanı Ali Nadir başta olmak üzere, subaylar en ağır hakaretlere uğratılır, bir kısmı şehit edilir. Evler basılır, ırza geçilir, çarşı yağma olunur. Ayrıntılarına girmek istemediğimiz tek yanlı çok yazılmış İzmir kırımını Prof. Tayyip Gökbilgin, milli burjuvazi açısından özetler:
«Hakarete dayanamayan Askerlik şubesi Başkanı Fethi Bey, Hukuk-u Beşer gazetesi sahibi Hasan Tahsin Recep, tüccardan Bakırcızade Hafız Sabri Beyler, otuzdan fazla yüksek rütbeli subay şehit edilir. Gümrükteki mallar ve şehirdeki bazı mağaza ve dükkânlar tamamen yağma olunur. Bunlar arasında Süleyman Şevket ve ortakları, Kırzadeler, Zaimzadeler, Şeyhzadeler, Alaiyeli Mahmut Bey ve daha bini aşkın Türk ticarethanesi vardı. Zarar ve ziyan, o zaman 3 milyon lira saptanmıştı.
Prof. Toynbee, yabancılardan dinlediklerine dayanarak İzmir olaylarını özetle Şöyle anlatır:
“ İhtilaf Devletleri planına göre, çıkabilecek olayları önlemek için, Yunanlıların şehrin iki aşırı ucundan girerek kenar mahalleleri çevirmeleri ve çıkartma başlarken karadan da varlıklarını duyurmaları kararlaştırılmıştı. Fakat ertesi gün Yunanlılar, rıhtımın orta yerine çıktılar. Rahip, karşılamaya geldi. Dinsel tören ve milli danslar yapıldı. Birlikler şehre ilerledi. Bir ateş sesi gelince, askerler kalabalığa ateş açtı...
Ateşe tutulan ve teslim olan Türk subayları, elleri başlarında rıhtıma doğru yürütüldüler. 'Yaşasın Venizelos' ya da 'Yaşasın Yunanistan' diye bağırtıldılar. Onları tutsak alanları hoşnut etmeye yetecek kadar yüksek sesle haykırmak koşuluyla, ister Venizelos, isterse Yunanistan yaşasın demekte onlar serbesttiler. Yürüyüş sırasında tökezleyen ya da düşen subaylar, hemen muhafızları tarafından süngülendiler ve denize atıldılar...
Rıhtımda bekletilirken, yerli sivil Rumlar, muhafızların ellerinden silahlarını kaparak bazı tutsaklara ateş açtılar. İzmir geleneklerinin yabancısı olan Yunan askerleri, fes giyen her sivili kurşunladılar. Bu yüzden fes giyen Rum, Ermeni ve Yahudiler de ateşe uğradılar. Kırım, sokaklarda tek bir fes görülmeyinceye kadar günlerce devam etti. Yağma ise, 15 günden fazla sürdü. Yağma, görünüşe göre, askerlerden çok yerli Osmanlı Rumları tarafından yapıldı. Yalnız İzmir kentinde değil, kenti altı millik bir çevrede kuşatan köylerde dahi yerli Rumlar, birden silah edindiler ve Türk komşularının evlerine saldırdılar. Ev eşyalarını yağma ettiler, hayvan sürülerini götürdüler. Steryadis (Yunan Yüksek Komiseri) sahneye çıkana kadar, işgal kuvvetleri bu olaylara izin verdiler... En azından 200 Türk öldürüldü.
Böylece Ege'de topluluklar arası kırım en açık biçimde başlar ve devam eder. 16 Mayıs 1919'da Urla'da karaya çıkan bir piyade Efzun Bölüğü, İzmir olaylarını tekrarlar. Halka ve subaylara saldırır. Urla civarındaki Kuşçular, Kızılcaköy, Devederesi gibi köyler yakılır, mallan yağma edilir. Köylülerden sağ kalanlar ilçe merkezine sığınır. Seferihisar, Çeşme ilçeleri de hemen ve kolayca işgal edilir. Seferihisar ve Gülbahçesi'ndeki müfrezelerimiz, İzmir’in Yunanlılar eline düştüğünü haber alınca, Celal Bayar'a göre, dağılırlar...
Yunanlılar, İzmir hinterlandına sarkmaya başlarlar. Torbalı yönünde ilerlerler. Seydiköy ve Buca'nın yerli Rumları, Cumaovası'na doğru bütün İslam köylerine saldırırlar, hayvanlarını yağma ederler. Torbalı ve Söke köylerinde aynı olaylar görülür. (a.g.e. s. 1236-38)

DOĞU ANADOLU'DA IRKLAR SAVAŞI

Milletimize iftira etmeyiniz. Türkiye’de bir Ermeni kırımı değil, bir Türk - Ermeni vuruşması vardır. Bize arkadan vurdular, biz de vurduk. (17 May1s 1919 Ziya GOKALP Ermeni kırımından suçlu olarak yargılandığı Sıkıyönetim Mahkemesindeki sözleri)

1917 ERMENİ ÖCÜ

Sürülenler, cana, mala ve ırza yönelmiş toptan bir imha için itilaf Devletleri'nin zaferini beklerler, onların ordularına girerek, Türklere karşı savaşırlar. Fransızlar, Kilikya'da kullanmak üzere «Doğu Lejyonu» adlı birliklerini, öçten tutuşan bu Ermenilerle doldururlar.
1916 yılında Doğu bölgelerimizi işgal eden Rus Ordusunda birçok Ermeni asker vardır. Ayrıca Rus orduları Erzurum, Trabzon ve Erzincan vb. gibi illeri işgal ettikçe, ordunun ardından Ermeni çeteleleri ve gençleri eski yerlerine Türklerden toptan öç almak için dönerler. Gerçekten Ermeniler, Doğu bölgesinde, özellikle Bolşevik ihtilaliyle Rus askerleri çekilirken, büyük kırım yaparlar. Birkaç örnek, durumu daha iyi belirtecektir:
Trabzon'un Akçaabat ilçesinde Haziran 1915'te, orada mevcut 411 Ermeni’nin tümü, sürgün edilmek üzere kamplara gönderilir. Bu Ermenilerin bir kısmı kamplardan kaçarak Kafkasya'ya gider, Rus Ordusu'na katılır. 1916 başında Rus orduları ilerleyip Trabzon'a yaklaşınca Ermeni ve benzer durumda olan Rum öcünden korkan Türkler kitle halinde kaçarlar, Samsun ve Ordu'da daha önce boşaltılmış Ermeni evlerine kötü koşullarda yerleşirler. Ermeniler, Rus işgali altındaki yerlerde, çeteleri eliyle Türk kırımına girişmişlerdir. ihtilalle Rus orduları dağılınca, ilerleyen Türk kuvvetlerinin karşısında geri çekilme zorunda kalan Ermeni ve Rumlar, çeteleri eliyle köy ve kasabaları yakıp yıkarlar, toplu kırımlara girişirler ve Ordumuzla savaşırlar. Bu olayları yaşayan Akçaabat Tarihi yazarı Lermioğlu, gördüklerini şöyle anlatır:
«Türk yönetiminin bir daha geri gelmeyeceği kanısını taşıyan, yüzyıllarca bizimle bir arada yaşayan ve bizden çok daha özgür ve mutlu bir yaşam süren, refah ve huzur içinde gelişen Rumlar, Rus Ordusu ve bu ordu ile buralara sarkan Ermenilerle birleştiler. Önce talana ve sonra da rasgeldikleri ve fırsatını düşürdükleri Türkleri kadın, erkek ve çocuk demeksizin, bir ayrım yapmaksızın öldürmeye koyuldular. Her Rum, öldürmeye gücü yetmediği yerde, ağır bir hakaretle Türk komşusunu manen olsun ezmeye çabalıyordu. Geceleri birçok evleri ateşe vererek, yakın komşularını diri diri yakmışlardı... Rum ve Ermenilerden bazıları, asker elbise ve silahlarıyla dağlarda dolaşarak ve kendilerine Rus eri süsü vererek Türk köylüsünün elinde son kalan hayvanlarını, yiyeceğini zorla alıyor, yağma ediyorlardı... »
İhtilalle Rus Ordusu çekilirken, elini kana bulayan Rum ve Ermeniler de korkuyla kaçarlar. Çeteler yıkıp yakmaya koyulurlar. Rum ve Ermeni çetelerinin yıkım ve kırımını, Türk Ordusu gelinceye kadar azaltmak için dağlarda acele Türk çeteleri kurulur ve «Kahraman Bey» adıyla bir subay, çetelerin başına geçerek, Rum ve Ermeni çeteleriyle mücadeleye girişir. Bu çetelerin yaktıkları kasabalarını kurtarmak için eşraf silaha sarılır. Harakalı Mustafa Ağa, kardeşi Eyüp Ağa, Sadıroğlu Süleyman Ağa ve daha birçok kişi Trabzon çevresinde Ermeni ve Rumlarla savaşır. Bir Rus subayı, Yarbay Twerdokhleboff, Rus Orduları çekilirken Ermenilerin giriştiği kırımı açıklar:
«Erzurum'un en çok saygı gören eşrafından biri olan Bekir Hacı Efendi, kendi evinde Öldürülmüştür. Tarlalarda çalıştırılan Türk tarım işçilerinin yarısından azı geriye dönmüştür. Erzincan'da Türk kırımı, çeteler tarafından değil, şehrin doktoru ve Ordu müteahhidi tarafından düzenlenmiştir. Silahsız Türkler, bir sığır gibi boğazlandıktan sonra Ermenilerin kazdıkları büyük çukurlara atılmışlardır. Kırımı yöneten Ermeni, talihsiz kurbanları saydıktan sonra, 'yetmiş' diye haykırmış ve 'daha on kişilik yer var' demiştir. Bunun üzerine daha on kişi boğazlanmış ve çukur doldurulmuştur...
Erzincan'dan Erzurum'a üşüşen Ermeni çeteleri, yollar üzerindeki bütün İslam köylerini yakmışlar ve köylüleri yok etmişlerdir. Rus Komutanının bana söylediğine göre, Ilıca köyünde kaçamayan bütün Türkler öldürülmüştür. Komutan, kafaları baltayla uçurulmuş çocuk cesetleri görmüştür...
7 Şubat 1918'de Erzurum büyük kırımı başlamıştır. Karabetof adlı bir başçavuşun öncülüğünde Ermeni topçu askerleri, sokaktan 270 Türkü toplamışlar, elbiselerini soyarak onları bir hamama kapatmışlar, cinsel isteklerini gidermişler, sonra onları öldürmüşlerdir. Rus Yarbayı, bunlardan yüz kadarını büyük çabalarla kurtarabilmiştir...
12 Şubatta Ermeniler, Erzurum istasyonunda silahsız, kendi halinde on köylüyü silahla vurmuşlardır. Ermeniler, Erzurum'da Türk pazarını ateşe vermişlerdir. Tepeköy'de erkek, kadın, çocuk hepsi toptan öldürülmüştür...
26/27 Şubat gecesi, Ermeniler, önceden planlanmış yeni bir kırım yapmışlardır. Yakalanan bütün Türkler, teker teker öldürülmüşlerdir. Ermeniler, gururla, gecenin bilançosunun toplam üç bin Türk olduğunu söylemişlerdir .> Olayları sıralayan Rus Yarbayı, raporunu şu yorumla tamamlar:
<Ermeni halkının eğitim görmüş tabakaları, bu kırımı pek ala önleyebilirlerdi. Bu tabakaların cinayetlerde çetelerden daha fazla rol oynadıkları sonucuna varılabilir. Her durumda, baş sorumluluk bunlara aittir.> Mütareke’ den sonra doğduğu şehre dönen Cevat Dursunoğlu, Ermeni kırımından kurtulan Erzurum'u yıkık bir köy olarak bulur:
«Çocukluğumun en mutlu günlerini içinde geçirdiğim ve 1915 - 1916 kışında tabyalarında dövüştüğüm Erzurum şehri, bir enkaz yığını olmuştu. Savaştan önce 80 bin nüfusu oldukça refahla besleyen, çarşılarında pazarlarımda kalabalıktan geçilmeyen bu gösterişli sınır Kentinden kocaman bir köy harabesi ortada kalmıştı: Savaş yıllarında on binlerce insan tifüsten ve çeşitli bulaşıcı hastalılardan ölmüş, istila öncesinde eli ayağı tutanlar göçmen olmuş, on bin kadar hemşeriyi de Ermeniler çekilirken öldürmüşlerdi. Şehirde kılıç artığı olarak üç-dört bin kişi kalmıştı. Bir o kadar da köylerden buraya göç eden vardı. Bu yüzden şehir köyleşmişti.>
(a.g.e. s.  1146-49 )


           
            Vatanla yatıp vatanla kalkıyorsak, kadınımızı nasıl bir kenara bırakabiliriz ki. Çünkü Gökalp’in de daha o zamanlar dediği gibi kadın ailedir. O halde aile cemiyet, cemiyet de millet, millet de ulus ve ulus da Devlet demek olur. Yani kadın yoksa bunların da hiç birisi yok demektir. Ve bilmem o zaman da bir vatandan bahsetmek mümkün olabilir mi?


 AİLE

Kadın tamam olmadıkça eksik kalır bu hayat...
Ailenin adile uygun olmak için binası
Nikâh, talak, miras, bu üç işte gerek müsavat
Bir kim işte yarım erkek, izdivaçta dörtte bir
Bulundukça ne aile, ne memleket yükselir.
Diğer haklar için mahkemeler açmışız,
Aileyi bırakmışız Medresenin elinde...
Bilmem niçin kadınlığa ait işten kaçmışız
Ya onun da bir emeği yok mu bu Türk ilinde?
Yoksa o mu iğnesinden kanlı süngü yaparak
Haklarını pençemizden ihtilalle alacak?

Ziya Gökalp


            Atatürk’e de ışık tutan yüce Türk, sende kabrinde bütün yoldaşlarınla birlikte Kâinatın atası Tengri’nin dört yönden gelen huzmelerinde uyu…

                                                                       Serendip Altındal



2 Eylül 2018 Pazar

PARADOKS..


            İslam’a giriş düşünü olan Ehli Beyt şayet bilimselleşerek bir Felsefi doktrin haline gelebilseydi; belki de bugün Marksizm yerine Beytizm sosyal yaşam biçimi egemen olurdu dünyada. Ve belki de din ve bilim bütünleşerek ideal bir yaşam formatı oluşturmuş ve tanrı inancı taşıyanların da, dinler karmaşası ve çıkmazından Deizme kaçışı da muhtemelen zorunlu bir ihtiyaç olmaktan çıkmış olurdu.

            Eleştiriye açık din inancı olan Batı dünyasının, Reformla başlayan seküler düzene girmesiyle hızla gelişmeye başlayan bilimsel dünyevi başarısı; yüzyıllar içinde dini doğmaların ve tanrıya atfen Kurana yerleştirilen, eleştirilemezlik uyuşmazlığına mahkûm edilen ve bilimsel düşün dünyası iğdiş edilen İslam insanına, büyük ve onarılamaz bir fark attı. İşte bugünkü Hristiyan ve İslam Devletleri arasındaki uygarlık parkındaki büyük uçurum da bu yüzdendir.

            Çünkü Kuranda bir surede yüceltilip sınır tanımayan insan aklı, diğer bir surede şaşırtıcı biçimde tanrı güdümüne sokulmuştur. Oysa yüce tanrı en üst akla sahip olacağı için adil de olduğundan, elbette insanoğluna en büyük bağış olarak verdiği aklın eleştirisine de açık olmalıydı. Hristiyanlar tek kitapta ve bir ayetle bu işi hallettikleri için dinleri de eleştiriye açıktı. İşte Batının İslam Dünyasından çok ileride olmasının da ana nedeni buydu esasen. Eleştiriye yani antiteze dolayısıyla da senteze (üst akla) açık olmasıydı.

            Ne ki bu büyük hendikapa rağmen bugün Türkiye’mizin Erdoğan liderliğinde ısrarla yeni bir İslam-Osmanlı coğrafyası yaratma gayreti veya bu bağlamda içine düştüğü emperyalist tuzağı, ancak ulusal bir trajediye gebe bırakılmışlık olarak izah edilebilir. Bir de bu paralelde ‘ahlaksız, yalancı, erdem düşkünü olun; ama bize gelin biz size uygun bir iş nasıl olsa buluruz’ idari anlayışının hüküm sürdüğü bir ülkede, her şey mubahtır.

            Çünkü bu mecrada, İŞID denen sapkın yapının Türkiye’de kamplaşmakta olduğu gerçeğinin dillerde dolaşıyor olması, 24 Haziran’da Erdoğan’ın elinde İnce’ye karşı bir tehdit oluşturma fırsatı yaratarak ‘sokaklara çıkılacağı, kan döküleceği’ mealinde, çalıntı sonuçların itirazsız kabul edilmesi doğrultusunda bir ültimatom verdiği kuşkusunu da yaratıyor.

            Öyle ya kontrol edilemeyen güçlerin sokağa çıkabileceği tehditi herhalde bu güçleri işaret ediyor olmalıdır. Türk’ün Türk’e silah doğrultmayacağını kabul edersek, yoksa dış basında da sıkça yer alan ve umutla beklenen bizdeki iç savaşın bu güçler aracılığı ile mi yürütüleceği hesaplanıyor. Yani birileri İŞID başlasın biz arkasını getiririz mi demek istiyorlar. Aynı habis; ama neticesiz oyunun komşu Ukrayna’da da oynandığını henüz unutmadık. Elbet buna da uygulayacak bir reçetemiz vardır.

            İşte Başkan Erdoğan’ın bir zamanlar sonu hüsranla biten Enverist-Panislamist ve modası çoktan geçmiş, yaban otu bile yeşermeyen ölü toprağında, asla yeşermeyecek bir politikayı bugün de birilerinin dürtmesiyle uyguluyor olması, ülkemize hesapsız ve acımasızca yüklenen makûs bir kaderin de habercisi oluyor.

            Durum bu olunca da, yerinden oynatılan Cumhuriyet taşlarının yeniden yerlerine, anayasal tedbirlerle bir daha yerlerinden oynatılamayacak şekilde kaynatılması aciliyetinin önemi, tartışılamayacak biçimde idrak ediliyor.

            Ve bir yanımızda kemikleri bile kalmamış bir Osmanlı Panislamizm’i, diğer yanımızda ise yapay bir Atatürk milliyetçiliği. Ne kadar enteresan bir kombinasyon teşkil ediyor değil mi? Hadi gel de bunu ciddiye al. Sizce ciddiye alıyor mudur komşu Putin de acep oynanan vodvili. Bu paradoksu yaşamak durumundaysak; öyleyse yeni seçkiye Sultan-Başkan demekte de beis yoktur. Pardon yoksa Başkan-Halife mi deseydik…


            ‘Bir gün bütün Dünya insanları Deist olacak’ diyen Rahmetli Reşat Nuri Hoca dan ben biraz daha gerçekçi olmak istiyorum. Bana kalırsa bütün Dünya Ulusları, tek tanrıyla da bütünleşen Kemalizm’in feyzine ister istemez varacaklardır. Ve ulusal huzurlarının ancak dünya huzuruyla sağlanabileceğini de anlayacaklardır – yani yurtta sulh, cihanda sulh - böylece de Dünyada ne emperyalist ne de emperyalist mandası bir ulus Devlet kalacaktır.

            Yani bütün Devletler milli istihsal, kaynak ve performanslarını diğerleriyle paylaşacak, açı, dertlisi olmayan güllük gülistanlık bir Dünya da yaşayıp gideceklerdir. Tanrı inancı taşıyanlar ise yüzyıllar yumağına boşuna sarılan bütün dinleri unutup, Kemalist bir Deizme Peygambersiz; Ama Atatürk’ü lider alarak tıpkı ön Türklerde olduğu gibi de özünde dinsiz tek tanrı inancına, toplu bir geçiş yapacaklardır…

                                                           Serendip Altındal