Son gelişmeler İdlib’in, ilişkili lider güçler tarafından
istemedikleri terörist gruplarını tasfiye edecekleri bir filtre gibi
kullanılacağını ortaya koyuyor. Bu arada istemek ve istememekle kastedilen
göreceli olduğu için adamına göre değişiyor. Ne ki her hâlükârda Türkiye’nin de
Erdoğan Hükümetiyle içine düştüğü terör batağından yüzünün akıyla çıkamayacağı
da, asla falcılık olmuyor.
İşte o
zaman da masamızda ne bulacağımızı daha doğrusu umduğumuzu bulamayacağımızı
kestirmek ise hiç zor değildir. Hele de mevcut ve dış siyaseti kenara koymuş bu
kafayla ve aynı yöne doğru yapılan bu çılgın koşu sürdükçe. Uykularımızda bile
karabasanlarla boğuşmadığımız gecemiz kalmadı artık. Bakalım devamlı haksızlığa
uğrayan ve hırsından artık patlama noktasına gelmiş olan Dev, bir de ayağa
kalkınca neler olacak.
1930’lar
da Atatürk’ün bilinçli ve sağlıklı dış Politikasıyla ‘Milletler Meclisine’
(bugünkü BM), kendisini zorunlu olarak davet ettiren Türkiye Cumhuriyeti,
beraberinde Rusya’yı da o Meclise sokmak için bir de Nota vermişti. Eski düşman
emperyalist Çarlık Rusya’sı devrildikten sonra, antiemperyalist Rusya ile aynı
bileşkede ve İstiklal döneminde artık kanka da olan Türkiye, Rusya ile kardeş
Devlet olarak ikili bir saldırmazlık paktına da imza koymuştu. Öyle ki ikili
olarak başka Devletlerle birbirlerinin aleyhine olabilecek antlaşmalara da imza
koymayacaklardı.
Esasen Türkiye,
Milletler Meclisine girerken de Batılı Devletlerce Rusya’ya karşı yapılacak
herhangi bir kumpasta yer almayacağı maddesini de Meclise kabul ettirmişti.
İşte doğrucu Davut Atatürk’ün her şeyi gibi dış Politikası da böylesine harbiydi.
Bugünkü dış siyasete bakınca, şimdi adı geçenlerin ne yazıktır ki sirk
maymununa ters takla attırmak gibi çerezlerle uğraştıkları görülüyor. Yani
nerede bayım nerede Paşam anlayacağınız.
Lozan’da
Türkiye’nin karşısında olan başta Yunanistan olmak üzere, dünün düşmanı bütün
Balkan Devletlerinin bile Montreux ’da tam destekle yanımızda yer alması, Atatürk’ün
güvenilir, sağlam dış siyaset başarısının da sonucudur. Bu dik duruş, bütün
komşuları tarafından güvenilir kabul edilmek özeğinde ‘yurtta sulh cihanda
sulh’ deyişinin de bağlamında Atatürk’çesidir.
Oysa bugün boktan Astana da bile, aynı Türkiye’nin o dönemde asla oluşamayacak şu
sorunlarına bakın. Yani ülke aynı; ama adamları(!) değişik, sıkıntıda burada ya
zaten.
Hele de
iştirakçilerinden birisi, bugün varlık nedenlerimizden olan güvenilir bir kanka
iken, kardeşiyle bile anlaşamayanın hazin gerçeği denir işte buna. Peki, neden!
Atatürk gibi açık, seçik ve güvenilir bir iç ve dış politika ortaya koyamıyor
da ondan. Sorarım size, kurucu anayasayla Pazarcı kesekâğıdı gibi oynamaya
müsaade eden bir devlete kim güvenebilir ki.
§ 1 Aralık 1921 ATATÜRK'ÜN BİR
KONUŞMASINDAN
«Büyük hayaller peşinde koşan, yapamayacağımız
şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayali
şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını,
kinini memleketin ve bu milletin üstüne çektik. Biz Panislamizm yapmadık. Belki
'yapıyoruz, yapacağız' dedik. Düşmanlar da 'yaptırmamak için bir an önce
öldürelim' dediler. Panturanizm yapmadık. Yaparız, yapıyoruz, yapacağız dedik
ve yine 'öldürelim' dediler. Bütün dava bundan ibarettir... Haddimizi bilelim.
Biz yaşam ve bağımsızlık isteyen milletiz. Ve yalnız ve ancak bunun için
yaşamımızı veririz. (Alkışlar) .»
(Doğan Avcıoğlu - Milli Kurtuluş Tarihi s. 1423)
9 Eylül
İzmir’in kurtuluşu olduğuna göre bunu atlamayalım. Ne ki daha gerçekçi bir
perspektifle ve tekrar uykuya dalmadan. Ki otokontrolü elimize alıp, yeniden
acınacak durumlara düşmeyelim. Kurtuluşu kutlarken kırımdan söz etmek üzücüdür.
Lakin
dostlar sonuçlar her zaman doğru ve gerçekçi olmayabilir, sebepler ise her
zaman doğru ve gerçek olduklarından eğiticidirler de. İşte bu yüzden de onları
asla yadsımamalıyız. Çünkü kalıcı olabilmek için hep öğrenmek zorundayız. Ve sonuçlar
doğrultusunda geçmişse, geleceğin aynasıdır. Kırım demişken şimdi içimizde Türk’ü
hiç sevmeyen Araplar ve üstüne menşei karışık işi öldürmek olan eli kanlı cihatçı
teröristler de var.
Yarın
bunlarla nasıl problemler yaşayacağımızı öngörebilmek, falcılık olmasa gerekir.
O halde asıl soruyu soralım şimdi. İçeride ve hudutlarımızın dışında bu musibeti
başımıza açanlar, Türk milletinin evladı olabilir mi hiç. Yoksa buna hala inananlarınız
mı vardı. Bilmem anlaşılır oldu mu? Ya da bunu daha nasıl anlatalım ki.
Bu notu
bilhassa İzmirli dostlara ithaf ediyorum. Sizi gidi İzmirliler, o zaman çok güveniyordunuz
Ermenilere, Rumlara. Aşağıda alın size Ermeni kırımından da bazı satırlar var.
Dostunu bilmek için ilk önce, onu düşmanın farz edip özelliklerini ve genetik geçmişini
öğrenmek zorundasın ki gerektiğinde, ördek düdüğüne koşan aptal ördek gibi
avlanmayasın…
§ 1919
İZMİR KIRIMI
Yunan işgali,
gerçekten beklendiği gibi felaketli olur. İngiliz, Fransız ve Amerikan
donanmaları subaylarının gözleri önünde, Yunanlılar, Türk kırımına girişirler.
Direnmeyi yasaklayan Kolordu Komutanı Ali Nadir başta olmak üzere, subaylar en
ağır hakaretlere uğratılır, bir kısmı şehit edilir. Evler basılır, ırza
geçilir, çarşı yağma olunur. Ayrıntılarına girmek istemediğimiz tek yanlı çok
yazılmış İzmir kırımını Prof. Tayyip Gökbilgin, milli burjuvazi açısından
özetler:
«Hakarete
dayanamayan Askerlik şubesi Başkanı Fethi Bey, Hukuk-u Beşer gazetesi sahibi
Hasan Tahsin Recep, tüccardan Bakırcızade Hafız Sabri Beyler, otuzdan fazla
yüksek rütbeli subay şehit edilir. Gümrükteki mallar ve şehirdeki bazı mağaza
ve dükkânlar tamamen yağma olunur. Bunlar arasında Süleyman Şevket ve
ortakları, Kırzadeler, Zaimzadeler, Şeyhzadeler, Alaiyeli Mahmut Bey ve daha
bini aşkın Türk ticarethanesi vardı. Zarar ve ziyan, o zaman 3 milyon lira
saptanmıştı.
Prof. Toynbee,
yabancılardan dinlediklerine dayanarak İzmir olaylarını özetle Şöyle anlatır:
“ İhtilaf
Devletleri planına göre, çıkabilecek olayları önlemek için, Yunanlıların şehrin
iki aşırı ucundan girerek kenar mahalleleri çevirmeleri ve çıkartma başlarken
karadan da varlıklarını duyurmaları kararlaştırılmıştı. Fakat ertesi gün
Yunanlılar, rıhtımın orta yerine çıktılar. Rahip, karşılamaya geldi. Dinsel
tören ve milli danslar yapıldı. Birlikler şehre ilerledi. Bir ateş sesi
gelince, askerler kalabalığa ateş açtı...
Ateşe tutulan ve
teslim olan Türk subayları, elleri başlarında rıhtıma doğru yürütüldüler.
'Yaşasın Venizelos' ya da 'Yaşasın Yunanistan' diye bağırtıldılar. Onları
tutsak alanları hoşnut etmeye yetecek kadar yüksek sesle haykırmak koşuluyla,
ister Venizelos, isterse Yunanistan yaşasın demekte onlar serbesttiler. Yürüyüş
sırasında tökezleyen ya da düşen subaylar, hemen muhafızları tarafından
süngülendiler ve denize atıldılar...
Rıhtımda
bekletilirken, yerli sivil Rumlar, muhafızların ellerinden silahlarını kaparak
bazı tutsaklara ateş açtılar. İzmir geleneklerinin yabancısı olan Yunan
askerleri, fes giyen her sivili kurşunladılar. Bu yüzden fes giyen Rum, Ermeni
ve Yahudiler de ateşe uğradılar. Kırım, sokaklarda tek bir fes görülmeyinceye
kadar günlerce devam etti. Yağma ise, 15 günden fazla sürdü. Yağma, görünüşe
göre, askerlerden çok yerli Osmanlı Rumları tarafından yapıldı. Yalnız İzmir
kentinde değil, kenti altı millik bir çevrede kuşatan köylerde dahi yerli
Rumlar, birden silah edindiler ve Türk komşularının evlerine saldırdılar. Ev
eşyalarını yağma ettiler, hayvan sürülerini götürdüler. Steryadis (Yunan Yüksek
Komiseri) sahneye çıkana kadar, işgal kuvvetleri bu olaylara izin verdiler...
En azından 200 Türk öldürüldü.
Böylece Ege'de
topluluklar arası kırım en açık biçimde başlar ve devam eder. 16 Mayıs 1919'da
Urla'da karaya çıkan bir piyade Efzun Bölüğü, İzmir olaylarını tekrarlar. Halka
ve subaylara saldırır. Urla civarındaki Kuşçular, Kızılcaköy, Devederesi gibi
köyler yakılır, mallan yağma edilir. Köylülerden sağ kalanlar ilçe merkezine
sığınır. Seferihisar, Çeşme ilçeleri de hemen ve kolayca işgal edilir.
Seferihisar ve Gülbahçesi'ndeki müfrezelerimiz, İzmir’in Yunanlılar eline
düştüğünü haber alınca, Celal Bayar'a göre, dağılırlar...
Yunanlılar,
İzmir hinterlandına sarkmaya başlarlar. Torbalı yönünde ilerlerler. Seydiköy ve
Buca'nın yerli Rumları, Cumaovası'na doğru bütün İslam köylerine saldırırlar,
hayvanlarını yağma ederler. Torbalı ve Söke köylerinde aynı olaylar görülür. (a.g.e. s. 1236-38)
DOĞU
ANADOLU'DA IRKLAR SAVAŞI
Milletimize iftira etmeyiniz. Türkiye’de bir Ermeni kırımı değil, bir
Türk - Ermeni vuruşması vardır. Bize arkadan vurdular, biz de vurduk. (17 May1s
1919 Ziya GOKALP Ermeni kırımından suçlu olarak yargılandığı Sıkıyönetim
Mahkemesindeki sözleri)
1917 ERMENİ
ÖCÜ
Sürülenler, cana, mala ve ırza yönelmiş toptan bir imha için itilaf
Devletleri'nin zaferini beklerler, onların ordularına girerek, Türklere karşı
savaşırlar. Fransızlar, Kilikya'da kullanmak üzere «Doğu Lejyonu» adlı
birliklerini, öçten tutuşan bu Ermenilerle doldururlar.
1916 yılında Doğu bölgelerimizi işgal eden Rus Ordusunda birçok Ermeni
asker vardır. Ayrıca Rus orduları Erzurum, Trabzon ve Erzincan vb. gibi illeri
işgal ettikçe, ordunun ardından Ermeni çeteleleri ve gençleri eski yerlerine
Türklerden toptan öç almak için dönerler. Gerçekten Ermeniler, Doğu bölgesinde,
özellikle Bolşevik ihtilaliyle Rus askerleri çekilirken, büyük kırım yaparlar.
Birkaç örnek, durumu daha iyi belirtecektir:
Trabzon'un Akçaabat ilçesinde Haziran 1915'te, orada mevcut 411 Ermeni’nin
tümü, sürgün edilmek üzere kamplara gönderilir. Bu Ermenilerin bir kısmı
kamplardan kaçarak Kafkasya'ya gider, Rus Ordusu'na katılır. 1916 başında Rus
orduları ilerleyip Trabzon'a yaklaşınca Ermeni ve benzer durumda olan Rum
öcünden korkan Türkler kitle halinde kaçarlar, Samsun ve Ordu'da daha önce
boşaltılmış Ermeni evlerine kötü koşullarda yerleşirler. Ermeniler, Rus işgali
altındaki yerlerde, çeteleri eliyle Türk kırımına girişmişlerdir. ihtilalle Rus
orduları dağılınca, ilerleyen Türk kuvvetlerinin karşısında geri çekilme
zorunda kalan Ermeni ve Rumlar, çeteleri eliyle köy ve kasabaları yakıp
yıkarlar, toplu kırımlara girişirler ve Ordumuzla savaşırlar. Bu olayları
yaşayan Akçaabat Tarihi yazarı Lermioğlu, gördüklerini şöyle anlatır:
«Türk yönetiminin bir daha geri gelmeyeceği kanısını taşıyan, yüzyıllarca
bizimle bir arada yaşayan ve bizden çok daha özgür ve mutlu bir yaşam süren,
refah ve huzur içinde gelişen Rumlar, Rus Ordusu ve bu ordu ile buralara sarkan
Ermenilerle birleştiler. Önce talana ve sonra da rasgeldikleri ve fırsatını
düşürdükleri Türkleri kadın, erkek ve çocuk demeksizin, bir ayrım yapmaksızın
öldürmeye koyuldular. Her Rum, öldürmeye gücü yetmediği yerde, ağır bir
hakaretle Türk komşusunu manen olsun ezmeye çabalıyordu. Geceleri birçok evleri
ateşe vererek, yakın komşularını diri diri yakmışlardı... Rum ve Ermenilerden
bazıları, asker elbise ve silahlarıyla dağlarda dolaşarak ve kendilerine Rus
eri süsü vererek Türk köylüsünün elinde son kalan hayvanlarını, yiyeceğini
zorla alıyor, yağma ediyorlardı... »
İhtilalle Rus Ordusu çekilirken, elini kana bulayan Rum ve Ermeniler de
korkuyla kaçarlar. Çeteler yıkıp yakmaya koyulurlar. Rum ve Ermeni çetelerinin
yıkım ve kırımını, Türk Ordusu gelinceye kadar azaltmak için dağlarda acele
Türk çeteleri kurulur ve «Kahraman Bey» adıyla bir subay, çetelerin başına
geçerek, Rum ve Ermeni çeteleriyle mücadeleye girişir. Bu çetelerin yaktıkları
kasabalarını kurtarmak için eşraf silaha sarılır. Harakalı Mustafa Ağa, kardeşi
Eyüp Ağa, Sadıroğlu Süleyman Ağa ve daha birçok kişi Trabzon çevresinde Ermeni
ve Rumlarla savaşır. Bir Rus subayı, Yarbay Twerdokhleboff, Rus Orduları
çekilirken Ermenilerin giriştiği kırımı açıklar:
«Erzurum'un en çok saygı gören eşrafından biri olan Bekir Hacı Efendi,
kendi evinde Öldürülmüştür. Tarlalarda çalıştırılan Türk tarım işçilerinin
yarısından azı geriye dönmüştür. Erzincan'da Türk kırımı, çeteler tarafından
değil, şehrin doktoru ve Ordu müteahhidi tarafından düzenlenmiştir. Silahsız
Türkler, bir sığır gibi boğazlandıktan sonra Ermenilerin kazdıkları büyük
çukurlara atılmışlardır. Kırımı yöneten Ermeni, talihsiz kurbanları saydıktan
sonra, 'yetmiş' diye haykırmış ve 'daha on kişilik yer var' demiştir. Bunun
üzerine daha on kişi boğazlanmış ve çukur doldurulmuştur...
Erzincan'dan Erzurum'a üşüşen Ermeni çeteleri, yollar üzerindeki bütün
İslam köylerini yakmışlar ve köylüleri yok etmişlerdir. Rus Komutanının bana
söylediğine göre, Ilıca köyünde kaçamayan bütün Türkler öldürülmüştür. Komutan,
kafaları baltayla uçurulmuş çocuk cesetleri görmüştür...
7 Şubat 1918'de Erzurum büyük kırımı başlamıştır. Karabetof adlı bir
başçavuşun öncülüğünde Ermeni topçu askerleri, sokaktan 270 Türkü toplamışlar,
elbiselerini soyarak onları bir hamama kapatmışlar, cinsel isteklerini
gidermişler, sonra onları öldürmüşlerdir. Rus Yarbayı, bunlardan yüz kadarını
büyük çabalarla kurtarabilmiştir...
12 Şubatta Ermeniler, Erzurum istasyonunda silahsız, kendi halinde on
köylüyü silahla vurmuşlardır. Ermeniler, Erzurum'da Türk pazarını ateşe
vermişlerdir. Tepeköy'de erkek, kadın, çocuk hepsi toptan öldürülmüştür...
26/27 Şubat gecesi, Ermeniler, önceden planlanmış yeni bir kırım
yapmışlardır. Yakalanan bütün Türkler, teker teker öldürülmüşlerdir. Ermeniler,
gururla, gecenin bilançosunun toplam üç bin Türk olduğunu söylemişlerdir .>
Olayları sıralayan Rus Yarbayı, raporunu şu yorumla tamamlar:
<Ermeni halkının eğitim görmüş tabakaları, bu kırımı pek ala
önleyebilirlerdi. Bu tabakaların cinayetlerde çetelerden daha fazla rol
oynadıkları sonucuna varılabilir. Her durumda, baş sorumluluk bunlara
aittir.> Mütareke’ den sonra doğduğu şehre dönen Cevat Dursunoğlu, Ermeni
kırımından kurtulan Erzurum'u yıkık bir köy olarak bulur:
«Çocukluğumun en mutlu günlerini içinde geçirdiğim ve 1915 - 1916 kışında
tabyalarında dövüştüğüm Erzurum şehri, bir enkaz yığını olmuştu. Savaştan önce
80 bin nüfusu oldukça refahla besleyen, çarşılarında pazarlarımda kalabalıktan
geçilmeyen bu gösterişli sınır Kentinden kocaman bir köy harabesi ortada
kalmıştı: Savaş yıllarında on binlerce insan tifüsten ve çeşitli bulaşıcı
hastalılardan ölmüş, istila öncesinde eli ayağı tutanlar göçmen olmuş, on bin
kadar hemşeriyi de Ermeniler çekilirken öldürmüşlerdi. Şehirde kılıç artığı
olarak üç-dört bin kişi kalmıştı. Bir o kadar da köylerden buraya göç eden
vardı. Bu yüzden şehir köyleşmişti.>
(a.g.e. s. 1146-49 )
Vatanla yatıp vatanla kalkıyorsak, kadınımızı nasıl bir
kenara bırakabiliriz ki. Çünkü Gökalp’in de daha o zamanlar dediği gibi kadın
ailedir. O halde aile cemiyet, cemiyet de millet, millet de ulus ve ulus da
Devlet demek olur. Yani kadın yoksa bunların da hiç birisi yok demektir. Ve
bilmem o zaman da bir vatandan bahsetmek mümkün olabilir mi?
AİLE
Kadın tamam olmadıkça eksik kalır bu hayat...
Ailenin adile uygun olmak için binası
Nikâh, talak, miras, bu üç işte gerek müsavat
Bir kim işte yarım erkek, izdivaçta dörtte bir
Bulundukça ne aile, ne memleket yükselir.
Diğer haklar için mahkemeler açmışız,
Aileyi bırakmışız Medresenin elinde...
Bilmem niçin kadınlığa ait işten kaçmışız
Ya onun da bir emeği yok mu bu Türk ilinde?
Yoksa o mu iğnesinden kanlı süngü yaparak
Haklarını pençemizden ihtilalle alacak?
Ziya Gökalp
Atatürk’e de ışık tutan yüce Türk,
sende kabrinde bütün yoldaşlarınla birlikte Kâinatın atası Tengri’nin dört yönden
gelen huzmelerinde uyu…
Serendip
Altındal