26 Mart 2018 Pazartesi

NÜKLEER GÜÇ..


            Ortadoğu’yu mesken tutmakta ısrarcı olan ABD, bu ısrarını yeni bir Dünya Savaşına yol açmadan gerçekleştirebileceğine inanıyorsa, işte bu gerçek bir absürt çelişkidir. Bu durumu uzaktan ve yorumsuz izleyen Medya dediğiniz ise, bir azınlığı tenzih etmek kaydıyla, esasen işin gırgırında, hak etmeden kazandıklarının kaygusundadır. Doğan medya ile Demirören medyanın, Doğan ayağının havlu atmasıyla, artık zorunlu hale de gelen bileşkesinden, bundan sonra da hanidir özgür olmayan bir Hürriyet bile çıkamayacağı gün gibi aşikârdır.

            Aydın Doğan’ın yaşından dolayı havlu attığı söyleniyor. Oysa yaşlandıkça öz değerler, ahde vefa, erdem, kimlik, kişilik gibi kavramlar pekişir, çelikleşir bilhassa da yaşlılarda. Meğerki öz hamur sağlam olsun. Aydın Doğan da ne yazık ki ruhunu maddiyatına teslim etmiş olanlardan biridir anlaşılan. Çevrenize bakarsanız her meslek grubunda iki kategoriye de uyan sayısız örnekler göreceksiniz.

Sırası gelmişken ve yaşlılardan bahsetmişken yazalım bari belki faydası olur. Kendisi de ruhunu (erdem, asalet) menfaatlerine teslim etmiş olanlardan biri olan ve 33 yıllık istibdadından sonra Sarayında tutuklu iken 10 Şubat 1918 tarihinde ölen Abdülhamit’ten, o zamanki yandaş medya da bile sadece küçük bir haber yayınlanmıştı. Yani şaşmaz kader onun da kapısını çalmıştı sonunda. O da gittiğiyle ve sadece tarihteki bir, iki paragrafıyla kaldı anlayacağınız.


            Afrin’in Doğusundan itibaren Kandil’e kadar uzanan alanda konuşlanan ABD terörist ordusu ile kaçınılmaz takışmamız, bizim milli meselemiz olurken; işportacı ABD için, orada açtığı pazarda satacağı, sadece yeni bir tezgâh emtiası olacaktır. O da şayet bölge insanları bu malı yiyecek olurlarsa tabi. Ki aklını artık kullanmayı öğrenen ve gözü açılan bölge insanlarının ise buna hiç meyli yoktur.

            Bu nedenle de ABD için hiç bir nefsi müdafaa niteliği taşımayan ve ana toprağından çok uzaklarda olan bu tehlikeli sulardaki mevcudiyetinin, kendi adına taşıdığı büyük risk ortadayken, çapulcu beslemelerini Afrin ve diğer bölgelerde olduğu gibi sarsılmaz Mehmetçiklerimizin karşısında, yine kaderlerine terk etmek zorunda kalacağı açıktır.

            Esasen ABD, en başta Rusya ve Çin’in, aşağı ve küçük Asya hudut kapılarındaki bu mide bulandıran oynaşmalardan ziyadesiyle rahatsız olduklarının ve o bölgelerde bir bağımsız Kürdistan antetli; ama aslında tescilli bir ABD/Israil varlığına asla tahammül edemeyeceklerinin de kuşkusuz bilincinde olmalıdır. Çünkü bunun aksi, yeni bir Dünya Savaşının kaçınılmaz tetikçisi olur ki bu da başta merkezi ülkeler olmak üzere bütün iştirakçilerin, toplu intiharları demek olacaktır.

            Tüm bu koşulların yoğunlaştığı zaman ve mekânda Erdoğan Hükümetinden hala bir milli çözüm beklemek, buna umutlanmak ise, Temmuz sıcağında Uludağ’da kar beklemekle eş anlam taşır. Bu durumda da milli çözüme, İstiklal Harbinde olduğu gibi ancak Türk Ulusunun milli birliğinin ortak tensibi ile ulaşılabileceği, bunamış idraklerin bile yadsıyamayacağı bir gerçek olmuştur artık.

            Yazgı ve çizgisi bol, boş mugalataları acilen terk edip, milli insanlarımızla, hayati önemdeki milli meselemize, salt milli gözle bakmamız, bundan böyle kaçınılmazımızdır. Hele de Başkanlıkla buluşan, ne mene bir seçimin kapıda olduğu ve bütün geleceğimizi tersyüz edecek bir ortamın, hiçbir Devletin seçim tarihinde yer almamış otokratik bir manipülasyonla ve bütün Demokratik haklarımızın kadük edildiği bir hazırlık çerçevesinde yapılıyor olması, asla kabul edilir değildir.

            Yoksa bu şartlarda oluşturulan bir seçimin tek bir kazananı olur ki aslında bu da kazandığını sanan, yeni Osmanlı rüyası içindeki müstevli için bile büyük bir kayıptır gerçekte. Bu durumda ise çaresizlikle günü kurtarmak adına boş safsatalarla dakikası bile kıymetli kalan zamanı boşa harcamak, havanda su dövmekle sadece eşdeştir. İşbu yazı kendilerini milli muhalefet kabul eden Partiler, siyasiler, resmi, sivil bütün milli ve milliyetçi kurumlarımız için yazılmıştır…


            İkinci Dünya Savaşından sonra, savaşın galibi ABD’nin yönetiminde, ekonomisinde posta başı olan Siyonistlerin baskısıyla kurulan küçük İsrail Devletinin varlığı bile bütün Ortadoğu’yu tek başına karıştırmaya yetmiştir. Sonra da Arap Baharıyla daha da büyüyen kargaşa, aslında AB’li olanlarının giderek aleyhine gelişmişken, ABD emperyalistinin nasıl işine yaradığı, menfaatine nasıl daha uygun hale geldiği de görülmektedir. Aynı bağlamdaki BOP Projesinin ve eş başkanlığının gerçek nedeni de açıkça ortaya çıkmıştır.

            Şimdi bu şartlar altında ki Türkiye’miz, özellikle ‘güç oyunu bozar’ prensibiyle, şayet Rusya ile olmayacaksa; Çin, İran, Kuzey Kore, Japonya vs. - ya da her kim ciddi ise - ile acilen bağımsız bir nükleer güç sanayii ortaklığına imza atmak zorunluğundadır ve bundan başka da çaresi kalmamıştır artık. Bakalım eş Başkan buna ne diyecektir?…

                      
            Hilafet konusunda da Atatürk hakkında birçok spekülasyonun yapıldığı bu günlerde, o günlerin canlı şahitlerinden ve Atatürk’ün sevdiği gazetecilerden birisi olan Ahmet Emin Yalman’ın anılarından derlediğim bir yazıyı aşağıda görüşlerinize sunuyorum. Sonuna kadar dikkatle okumanızı mutlaka öneriyorum…

            Harp cephesinde işin kolaydır. Çünkü düşmanın karşında ve sana da hiç muhabbetle bakmıyordur. Ne ki sivil cephede durum farklıdır. Çevrendeki ve sadece kendi nefsine faydası olan, hepsi de aynı gözler ve suratları taşıyan, riyakâr insanlar arasında dostu, düşmanı ayırman zordur. İşte Atatürk; istisnai dehasıyla bu problemi de aşmasını bilmişti elbette.

            Üniformasını çıkarttığında kendisini çıplak hissetmişti. Aşağıda ki resimde görüldüğü üzere, Erzurum Kongresinde, etrafındaki, azim ve kararlılıkları gözlerinden okunan yürekli milli birlikçilerin lideri olarak ilk sivil görevine başladığında, üstündeki jaketatayı bile emanetti. Allah gani gani rahmet eylesin. Ey yüce Türk evladı, o yattığın yerde, kristal ışık huzmen içinde ebediyen uyu.




17 Ocak 1923’de Ankara’nın İstanbul temsilcisi Hamid Bey’den bir haber geldi: İstan­bul’un altı gazetecisi Gazi tarafından İzmit’e çağırılmıştı. Belli başlı gazetecilerden çağırılmayan yalnız “Tasvir-i Ef­kâr” başyazarı Velid Bey’di. Pendik iskelesinde buluşacak ve küçük bir vapurla yola çıkacaktık.
İzmit’teki münakaşa konusu ne olacaktı? Bunu hepimiz merak ediyorduk. Benim hatırıma, Halk Partisi’nin kuru­luşu etrafında yükselen itirazlar geliyordu. Gazı belki de bunları cevaplandırmak, yarın hesabına tutacağı yolu be­lirtmek istiyordu.
İzmit’te sevimli Mutasarrıf (sonraki İstanbul Polis Mü­dürü) Sadettin Bey bizi karşıladı. Doğruca Sultan Aziz’in İzmit’e seyahati sırasında yapılan saraya gittik. Orada kar­şılaştığımız her şey, mühim hadiselerin arifesinde olduğu­muzu belirtiyordu. Büyük salonun bir tarafında bir kürsü vardı. Önünde Büyük Millet bir grup not almak üzere sıralanmıştı. Dr. Adnan Bey’le Halide Hanım’ın toplantıda bulunmak üzere Ankara’dan gelmiş olmaları da, olağanüstü bir şeyler cereyan etmek üzere olduğu hakkındaki kanaatimizi kuvvetlendiriyordu.
Akşama doğru Gazi, salona girdi, kürsüye geçti. Halide Hanımla Dr. Adnan Bey yan tarafta, biz gazeteciler ise karşısında yer aldık. Gazi, çok sevdiği annesini tam o gün­lerde kaybetmişti. Çok üzgün görünüyordu, yol yorgunu olduğu da göze çarpıyordu.
Konuşma şu sözlerle başladı:
‘"Size bir sual soracağım. Her birinizin cevabını ayrı ayrı anlamak istiyorum: Hilafet’in istikbali hakkında ne dü­şünüyorsunuz?”
Sıra ile suale cevap verdik. Hepimizin söyledikleri, İs­tanbul’un bütün İslam âlemine merkez olacak bir Hilafet şehri halini alması, burada aydın bir ruh taşıyan dini mües­seseler kurulması, İslam memleketlerinden binlerce öğren­ci ve ziyaretçi gelmesinin sağlanması tarzında noktalar üze­rinde duruyordu. Gazi, bizi sabırla dinliyordu. Cevapları­mız yarım saat kadar zaman almıştı. Sözlerimiz bittikten sonra Gazı’nin ağzından şu sözleri işittik:
“ İsmet Paşa’va bu bahsi açtığım zaman o da sizin söy­lediğiniz tarzda şeyler söyledi, fakat hepiniz aldanıyorsu­nuz. Hilafet’in mutlaka kökünden İlga edilmesi lazımdır.”
O salona birdenbire yıldırım düşmüş gibi bir his duy­duk. Hilafet’in ilgası gibi bir fikrin her hangi bir kimsenin hatırının kenarından geçebileceğini düşünmek bile kudreti­mizin dışında bir şeydi. Bunun dokunulmaz, lüzumlu, ilga­sının imkânsız bir şey olduğu fikri eskiden beri zihinleri­mizde yerleşmiş bulunuyordu. Bir Katolik topluluğuna Pa­palığın ilgasından bahsedilse, ne gibi tepki uyanabilirse biz de o yolda bir tepkinin etkisi altındaydık. Şaşırmış kalmıştık.
Mustafa Kemal Paşa dedi ki :
“Sözlerimin sizde tereddütler, itirazlar yarattığını görüyorum. Hiç sıkılmayın, içinizi bana serbestçe dökün. İşin her safhasını beraberce aydınlatalım. Bu düşünceyi candan benimsemenizi ve inanarak yazacağınız yazılarla bu ıslahat hamlesinin zeminini hazırlamak üzere bana yardımcı ol­manızı istiyorum.”
Sözüme Atanın cevabı Birer birer itirazlarımızı söyledik. Gazi hepimize uzun, inandırıcı cevaplar verdi. Bu arada ben de dedim ki:
“Bu memlekette bir mutaassıp hoca grubu var. Halk ay­dın din adamlarının değil, taassup erbabının tesiri altında­dır. Bunlar elbette ıslahata karşı koyacaklardır, halkı da peşlerinden sürükleyeceklerdir. Bu tehlikeye karşı tedbiri­niz nedir?”
Gazi’nin cevabı şu oldu:
“Bahsettiğiniz cahil ve mutaassıp güruh, aslında hesap­lı nüfuz ve menfaat simsarlarıdır. Hükümet’e başvururlar, derler ki: ‘Halk bizim arkamızdadır. Bizim istediğimizi yapmazsanız işiniz kötü olur.’ Halka karşı da şöyle bir lisan kullanırlar: ‘Hükümet bizim avucumuzun içindedir. Bizim her sözümüze uymazsanız bizim himayemize sığınmazsa­nız, perişan bir hale düşersiniz.’
Biz bu hilekâr nüfuz simsarlarına hiç kulak asmazsak ve Hükümet’in hiçbir surette kendilerine değer vermediğini belirtirsek, bunlar hiç haline inerler.”
Atatürk’ün cevabı güzeldi, iç açıcıydı. O zaman bu gö­rüşün doğruluğuna bayıldım, fakat yıllarca sonra çok par­tili hayat başladıktan sonra belli oldu ki siyasi partiler Ata­türk’ün işaret ettiği berrak yolda yürümek dirayetini göste­remediler. Halk üzerinde itibarlı sayılan nüfuz ve menfaat simsarlarını kendi taraflarına çekmek için yanşa çıktılar. Bu yüzden gerilik ağır bastı, terakki ve ıslahat yolları kökün­den tıkandı,
Gazi’nin o gün arkadaşların hepsine verdiği güzel cevapları merakla, heyecanla dinledim. Bu müstesna dimağın berraklığına, derinliğine, intizamına, süratli kavrayışlarına, cesaretine hayran kaldım. Sosyolojideki ölçülerle rehberlik, uzağı herkesten evvel ve herkesten iyi görmek, herkesten ziyade cesaret göstermek ve umumun imkânsız sandığı bir şeyin yapılabileceği hakkında nefse güvenmek manasına gelir. Mustafa Kemal Paşa’nın bu anlamda tam bir rehber olduğunu, Anadolu mücadelesinde imkânsızlıkları imkâna çevirmesi geniş ölçüde ispat etmiş olduğu gibi, İzmir’deki tarihi konuşmaları da bir kere daha meydana koymuş oldu,
O akşamın konuşması, gece saat üç buçuğa kadar de­vam etti. Geniş bir salonda hep bir arada yapılan yatakla­rımıza yorgun bir halde uzandık. Fakat ilk şahitleri oldu­ğumuz tarihi inkılap hazırlığı o kadar mühimdi ki uzun zaman gözlerimizi kapayamadık, münakaşa devam etti. Bunlar belli ediyordu ki Mustafa Kemal Paşa hedefine var­mıştı, Hepimizin tereddütlerini gidermiş, konunun mana­sını kavramamızı ve büyük tarihi inkılabı benimsememizi sağlamıştı,
Zararlı İkilik Ertesi sabah tekrar toplandık. Daha ziyade Gazi’niıı söylediği önemli sözleri dinlemek suretiy­le üç saat daha geçti. Söylediklerinin özü şunlardı:
“İstiklal mücadelesi sahasındaki tarihi vazifemi tamam­ladım, bir kenara çekilmek içimden geliyor. Siyasi hayat insanları yıpratır. Bunu da biliyorum, fakat başladığım işi yarıda bırakamam. İnkılap mücadelelerine devam etmek vazifemdir. ”
Mustafa Kemal Paşa’nın Hilafet hakkında bize söyle­dikleri şunlardır: “Eski Hanedanın Halifelik adı altında memlekette kalması, tehlikeli bir ikilik yaratacak, ahenkli ve temelli bir şekilde gelişmemizi imkân haricine çıkara­caktır. Müstemlekeci devletlerin hiç vazgeçmedikleri usul, Müslüman memleketlerini taassup zincirine bağlı tutmak, böylece göz açmalarını, hak ve hürriyet aramalarını önle­mektir. Bize de yarın paylaşacakları bir sömürge gözüyle baktıkları için yıllardan beri bizi üç yüz milyon Müslü­man’ın halifeliği sözüyle oyalamışlar, böylece bizi taassup baskısı altında tutmaya uğraşmışlardır. Hâlbuki bu 300 milyonluk dayanışma iddiasının hiçbir esasa dayanmadığı, Cihan Harbi’nde emperyalist devletlerin Müslüman uyruk­larını, düşman sıfatıyla her cephede karşımızda görmemiz­le ve Almanların tesiriyle ilan ettiğimiz Mukaddes Cihat’ın hiçbir netice vermemesiyle belli olmuştur.
Biz Hilafeti ilga ettiğimiz zaman sömürgeci ve emper­yalist devletler, ‘Bizi tehdit eden bir tehlike ortadan kalktı, Müslüman birliği sistemi sarsıntıya uğradı..,’ diye sevinme­yecekler, ‘Bize Müslüman memleketlerini uyuşuk bir hal­de tutmak imkanını veren bir vasıta elimizden kaçtı,’ diye dövünecekler, bize karşı hücuma geçeceklerdir.”
Gazi’nin dış âlemi ne kadar iyi tanıdığı ve o zamanki dünyaya ait davaları ne kadar iyi kavradığı derhal belli ol­du. O sıralarda bize karşı daima düşmanca yazılar yazan “Daily Telegraph” gazetesi başta olmak üzere İngiliz ga­zetelerinden çoğu: “Bu ne gaflettir, Hilafetin etrafındaki birliği elden kaçırıyorlar,” diye bize karşı şiddetli hücumla­ra geçtiler, inkılap ve terakkimizin karşısında olduklarını böylece apaçık belirttiler.
Yeni bir zemin hazırlanıyor İzmit’te bulunan gazetecilerin hepsi oradan döner dönmez Hilafet ’in ilga­sına umumi efkârı hazırlamaya koyuldular. Gazi Mustafa Kemal Paşa da Meclis’te Seyit Bey gibi İslam hukuku­nu iyi bilenleri vazifeye çağırmış, aynı konu etrafında ya­yınlar yapılmasını, konferanslar verilmesini sağlamıştı. Böylece tarihin en muazzam inkılaplarından biri, hiçbir zor kullanılmadan, tamamıyla ikna kuvvetiyle yürütüldü, “Halife olmazsa Cuma namazı kılınmaz” yolunda iddialarla böyle bir meseleyi münakaşa konusu yapmaktan çeki­nenlerin hepsi: “Hakikat bu kadar sade ve aşikârmış da biz nasıl bunu görememişiz” diye konuşmaya başladılar ve Hi­lafet’in ilgasını benimsediler. Gerçek şudur ki Atatürk, İz­mit’te bizimle buluşmasında Hilafet’in ilgası sözünü kulla­nıncaya kadar Türkiye’de hiç kimse, böyle bir şeyin yapıla­bileceğini değil, böyle bir düşüncenin her hangi bir kimse­nin hatırının kenarına gelebileceğini bile tasavvur etmiyor­du. Kısa bir zaman sonra ilganın normal ve tabii bir şey imiş gibi kabul edilmesinin, artık üstünde durulmamasının hikmeti Atatürk’ün sihirli dehasını büyük bir sabırla kul­lanmayı bilmesinden ve Kurtuluş Mücadelesinde geçirdi­ği liderlik imtihanından sonra kendisine güvenin ve ikna kudretinin hudutsuz olmasındadır, O zaman hadiselerini yakından izleyen bir gazeteci sıfatıyla benim iddiam şudur ki, parti ayrılığı yolunda bir müddet gidilmeseydi, Atatürk, bütün mücadele arkadaşlarını yeni bir milli misakı yürüten bir milli blok halinde bir arada tutsaydı, Türkiye’de halle­dilmemiş hiçbir mesele kalmazdı, ikilik istidatları kökün­den önlenirdi. Bu arada din kudreti gitgide kara kuvvetin eline geçmez, laiklik yanlış anlaşılmaz, terakkiyi destekle­yen nurlu bir din anlayışı kök tutardı. Bir taraftan da çok partili hayat için sağlam bir temel, yavaş yavaş hazırlanırdı.
Burada hatırlatmak istediğim bir nokta var: İzmit’te Atatürk tarafından yapılan tarihî konuşmaların notları Bü­yük Millet Meclisi’nin hizmetindeki zabıt kâtipleri tarafın­dan harfi harfine tutulmuştur. Gerek Atatürk’ün berrak ve parlak dimağı ve gerek laiklik anlayışı bakımından ortalı­ğa ışık tutacak bir nitelik taşıyan bu konuşmaların ortaya çıkması ve bir an evvel yayılması mutlaka lazımdır. Ata­türk’ün vazife hayatına ait bir takım vesikaların neşrinin sonraya bırakılmasına lüzum görülse bile böyle bir düşün­cenin Hilafet’in ilgası gibi tarihe tamimiyle mal olmuş bir mesele hakkında yeri olamaz.
Hedefe mutlaka varılacak! İzmit’te Atatürk’ten aldığım ilhamların hızıyla, umumi efkârı Hila­fet’in ilgasına ve diğer bu gibi radikal inkılap hareketlerine hazırlamak için bir hayli yazı yazdım. İzmit’ten döner dönmez 20 Ocak 1923 tarihli “Vakit” için yazdığım ilk ya­zıda şu sözler vardır: “İnkılabın tılsımı ve yeni bir varlığın anahtarı, Türk milletinin elindedir. En cüretlilerimizin ve en ileri yenilik taraftarlarının bile tasavvur edemeyecekleri bir yarın hazırlanacak ve bunun karşısında memleketin içindeki ve dışındaki ufak çapta kafalar, bütün hesaplarında yanıldıklarını anlayacaklardır. Elde kesin surette şekil atmış bir gelişme programı var. Bunun arkasında da yaman bir rehber, her türlü noktaları ve vasıtaları düşünmüş olmak suretiyle harekete hazır duruyor. İzmit’te İstanbul gazete­cilerine bunlardan bahsettiği zaman bize: 'Siz susun, milli meseleler hakkında sizden binlerce kere fazla yetkiyle söz sahibiyim. Benim sözlerimi hiç incelemeden, doğru diye kabul etmelisiniz,’ dememiştir. Mustafa Kemal, İzmit’te bizimle konuşurken, bize bu tarzda bir düşünceyi uzaktan uzağa bile olsa hissettirmemiştir. Tamamıyla aksine olarak bizi eşit şartlar arasındaki serbest bir münakaşaya çağırmış ve: “Bana her şeyi sorun. İçinizde en küçük bir tereddüt kalmasın, tam bir görüş ve gaye birliğine varmaya çalışa­lım,” tarzında bir lisan kullanmıştır. İnkılap davaları hak­kında İzmit’te yapılan münakaşanın on iki saat sürmesinin hikmeti budur. Yoksa maksat, varılmış bir kararı, inanç aratmadan dikte yoluyla kabul ettirmek olsaydı, beş, on dakika içinde her şey biterdi.”

                                                                       Serendip Altındal



19 Mart 2018 Pazartesi

VATAN TOPRAKLARIMIZ..


           Bu sefer tramvayı kaçırdın; ama bir daha Dünyaya geldiğinde, kafandaki melodiyi Cuguliye besteletip, adı herhalde İstiklal olamayacak Roman(tik) marşın çalınırken de maaile ‘oh ne ala dünya’ nağmeleriyle, tef çalıp, göbek atarsınız hep birlikte artık. Üstüne de zurna ile klarnet ne yakışır hani.

Bunlarla beraber yapay gündemlerden başka da çıkış yolu kalmayan AKP iktidarının, şimdi üstünde yoğunlaştığı şeytani seçim planlarına rağmen, yakın bir gelecekte kendi gündem çöplüğünün altında kalarak, tarihin tozlu sayfaları arasında ve ibret alınası dönemleri bölümünde yerini alacağı da artık kılavuzsuz köy yakınlığındadır. 


            Tam da Çanakkale’de ittifak zırhlılarının üstüne doğru gümbürdeyen topçu bataryalarımızın zafer çağrılarına empati oluşturuyor ve Atalarından aldıkları ölüm emri ile şahlanarak ölüme koşan vatan evlatlarımızın o yüce ruh haletlerini kafalarımızda kurguluyorken, biranda pat diye Erdoğan’ın İstiklal Marşı güfteli yeni bir tuzak gündemi düştü bacamızdan içeriye.

Düşündüm de yoksa bu, ‘hayaller kurmaya fazla vaktiniz kalmadı’ mesajı mıydı acaba tarafından bize verilen. Yeter ki siz arkamdan gelin. Yakında bulacaksınız(!) layığınızı mı demek istemişti yoksa. Öyle ya! Yeni Sevr özlem ve ihtirasıyla yanan emperyalistten aldığı tam desteğe ve kişisel çabalarına bakılırsa, gidişin o gidiş olduğuna yanlış diyecek mantık, bugün başarı(!) grafiğinde tavan yapan İmam Hatip talebesinde bile kalmadı artık.


            Şu anda başarıyla sonuçlanan Afrin Harekâtıyla da düğümü çözülen emperyalist koridorun hali pür melali; bir zamanlar Çanakkale’den yorgun bir gecenin şafağında pılını pırtısını toplayamadan savuşan çok uluslu mağlup müttefiklere, sanki yeni bir gönderi mesajıydı. Ne ki o dönemdeki gariban Anzak’ların bugün hayatta olanları da, kesinlikle 50’li yılların Kore’sinde, ABD çapulcularının korumalığını üstlenen ordumuzun Şehit ve Gazilerine, bizim kendilerine oluşturduğumuz aynı trajikomik empatiyi kurmuşlardır mutlaka.

            Türk Ordusu Kore’de de kimin ordusu olduğunu göstermiştir. 5 bin kişilik Türk kuvvetlerinin Komutanı Tuğgeneral Tahsin Yazıcının ‘süngü tak’ komutu üstüne, Kunuri’de; Kuzey Kore ordusu tarafından imha edilmek üzere tamamen çevrilmiş bir konumdan, başlarında Türk bayrağını gövdesine dolamış Komutanları Tahsin Yazıcı ile birlikte süngü savaşıyla, göğüs göğüse oluşmuş katı çemberi yararak çıkan Türk kuvvetleri, arkalarında çaresizlikle ölümü bekleyen Amerikalı Subay ve erleri de kurtarırken tarihi bir destan daha yazmışlardı. Ne ki bugün bu destan da, birçoğu gibi bilhassa da şükran borcu olan Amerikalılar tarafından bile hatırlanmıyor. Anlasın artık bu millet kimlerle dans ettiğini, kimleri dost bildiğini.

            İki taraftan da toplamda 250.000 binden fazla kaybın yaşandığı Çanakkale Savaşı, ‘ben size ölmeyi emrediyorum’ diyen Atatürk’ün komutunu kalplerine bir iman olarak gömen yüce Türk evlatları için, milli bekaları ve aile namuslarının devamı adına sanki tek başlarına yürüttükleri bir nefsi müdafaa savaşı olmuştu aslında.

Çanakkale Savaşı, İstiklal Savaşının da aynı yürekle kazanılacağının işaretiydi aynı zamanda. Ve asla da unutmayalım ki, sadece Çanakkale değil, Edirne’den Hakkâri’ye kadar bütün vatan topraklarımızda aynı coşkuyla aynı zaferler hep yaşandı, yaşanır, gerektiğinde her zaman yaşanacaktır da.

Kore de, Afrin de vs. olduğu gibi milli kimliği, onuru için ölüme, yurt dışında bile her zaman hazır olan Türk evladı, konu öz vatanı olunca neler yapmaz. Çünkü Türk evladı özeği itibarıyla, anacığının rahminden sonra anavatanına doğduğunun sıkı sıkıya bilincinde, imanında; ama bunun da bağımlığındadır.

            Aynı bileşkede kanını dökmüş bütün şehitlerimizin, Gazilerimizin, rahmetli ve/veya hayatta olanlarının hepsini tekrar minnet ve şükranla anıyoruz. O koca yürekli insanlara layık olarak ölmek bize de nasip olur İNŞALLAH

                                                                                               Serendip Altındal








13 Mart 2018 Salı

TARİHTEN ÖNCE..

            Mesela son günlerde onlarcasına rastladığımız kısaltmalardan biri olan CKD (Cumhuriyet Kadınları Derneği) gibi kestirme yazılımlar, aslında güzel Türkçemizle birlikte Cumhuriyet evriminden de kurtulmak isteyenler lehine, dilimize oturtulan uyarlamalardır. Dilimize yerleştikleri takdirde içerdikleri anlamları anlamak için zamanla kısaltmalar lügatine ihtiyaç hasıl olur ki arasanız da bulamazsınız. İşte bu da milli tarihimizin sonu demek olur.

            Atatürk Devrimi başlamadan önce, geleneği itibarıyla devrimciliği özünde hisseden Türk insanı devrime esasen hazırdı. İşte Atatürk’ün başarısındaki en büyük sır; cepheden cepheye dolaştığı ve her cephede teşkilatçı liderliğini ortaya koyarak zaferler kazandığı zaman ve mekânlarda, yaratıcı özünde harmanladığı Türk evladının zekâ işareti olan evrime dönük bilimsel yapısını da iyi anlamış olmasında gizlidir.

            Şimdi bunu idrak etmekten çok uzakta bir yönetim anlayışı idaresindeki yüce Türk Milleti, işte yine aynı irade, iştiyak, haz ve özlemle yeni devrimine hazırdır. Eksik olan sadece ve şimdilik Atatürk gibi bir liderdir. Ve maalesef Tüzük Kurultayından da ümit var mesajlar alamadığımız ve ana muhalefet kimliğinden uzaklaşan yolda hızla ilerleyen CHP’nin, ana muhalefet kalma durumunu bile yitirme tehlikesi belirmiştir artık.

            Misyoner Bahçeli’nin ise bugüne kadar ki siyasal icraatlar almanağında, bundan sonra da kendi karadeliğine kadar herhangi bir düzelme olamayacağı kesindir. Dolayısıyla bahse konu bile edilmemelidir. Ne ki eski MHP yelkenlisi, şimdi Akşener rüzgârı ve yeni bayrağı altında tekrar yelkenlerini şişirmeye başlamıştır artık. O halde Vatana, millete hayırlı olsun demek düşer bize de.

            2019(?) seçimlerine yoğun bir şekilde, OHAL ve KHK gücü desteğiyle, tahammül hudutlarını zorlayarak her türlü manüpilatif yasal araç ve gereçle hazırlanan muktedirlere karşı, sadece kendinden menkul şikayet dilekçeleriyle hazırlanan muhalefet ve bilhassa da CHP’nin kuşkulu ve dayanılamaz çaresizliği ise, uykularımızı kaçırıyor ne yazık ki. İnşallah aldanıyoruz veya abartıyoruzdur.


            Kuzey Suriye’den gelen TSK vurdu, aldı vs. haberleri iyi güzel de; bu işler şanlı ordumuzun esasen her gerektiği şerait ve Hükümet vesayetinde, normal olarak yapacağı görevleri kapsamındadır. Ve Türk ordularının tarihin hiçbir döneminde geri adım attığı görülmemiştir. En ufak bir (acaba) tereddüdü dahi göstermeden şerefli görevini her daim üstlenmiş ve düşmanının ümüğüne karabasan gibi çöktüğü hep görülmüştür. Hiç şüpheniz olmasın ki bundan sonra da böyle olmaya devam edecektir.

            Bundan kimsenin kuşkusu olduğunu düşünemiyorum bile. İyi de sen bundan ve şehitlerimizin kanından kendi sultana prim çıkaramazsın ve esinlendiğin hamaset rüzgârını  kendi seçim kampanyana rant yazamazsın. Şayet bu noktada anlaşabiliyorsak mesele yok. Yoksa ne demek istediğimi sandık başında Türk Milletinin milli iradesi, nasılsa hepinize yeniden gösterecek ve bu gerçeği topunuzun kafasına bir kere daha sokacaktır.

            Asla göz ardı edilmemesi gereken bir husus daha vardır. Şerefli Türk Ordusu, özü, sözü bir, menşei tartışılamaz asil Türk Milletinin ve de tüm Türk Ulusal varlığını benimseyip ona sahip çıkanların Ordusudur. Yoksa kendisine Türk diyemeyen menşei belirsiz, çakma Türklerin veya o yüce kimliğin arkasına egoist menfaatlerle sığınanların değil.


            Ve sen mümin seçmen: Sanal Dinler diyaloğunu kaldır rafa da, sana bahşedilmiş aklını kullanarak, yakana yapıştırılmış fırkalar kaosundan ilk önce de kendi çıkış yolunu bul. Bırak Hristiyan ajanı, Vatikan bordrolu çakma Tarikat İmamlarının arkasında eğilip doğrulmayı da, kaldır kafanı ve aklını kullanarak etrafına bak. İçine düşürüldüğün büyük tuzağın farkına var artık.

            Akıllı olman gerektiği halde okuma tembeli olduğundan, evinde günlük notlarını, belgelerini saklayacağın bir çetele dolabın bile yok iken; cep Devleti Vatikan’ın nasıl oluyor da yeraltı mahzenlerinde 85 Km uzunluğunda, tarihi belgeler, edebi, ilahi, siyasi, bilimsel kitaplar ihtiva eden ve  dış dünyaya da açık devasa bir kütüphanesi olabiliyor. Ki içinde kendi İslam tarihini bile bütün özü ve esaslarıyla bulabilirsin.

Bunun nedeni, cehaletini kullanıp senden kurtulmak üzere, seni hemcinslerinle boğazlatan Hristiyan’ın, akıl ve erdem yolu olan Kuranı senden önce okuyup, akıl yolunu bulmasında yatıyor olabilir mi acaba? Akıllı geçinen sense haline bakmaz, cehaletinin farkında olmaz, geliştiremediğin o güdük aklına rağmen boyundan büyük fetvaları zırvalar durursun. Çünkü utanman yoktur, ar ve haya taşımazsın.

            Eksiğini kapatmak için önce mütefekkir ol hiç olmazsa ve aklın yoluna gir. Hanefi, Maturidi, Sufi tefekkürler bileşkesinden özeği olan İslam’ın Ehli Beyt kaynağını keşfet. Ve düşün bir kere, sana bahşedilen akıl nasıl oldu da Hristiyanların senden fazla kullandığı oldu. En azından bunu anlarsın belki de.

            Bütün Peygamberler gibi kendisi de bir Anadolu Türkmen’i olan Hz. Muhammed Kuranı neden Arapça yazdı. Çünkü başıbozuk olan, kendini arayan ve acilen eğitilmesi gereken Arap’tı, Türk değil. Çünkü Türk’ün bütün kitaplı Peygamberlerden çok daha öncelerinden beri – ki tarih öncesi deyimi abartı olmaz - Tanrısı (Tengri) ile tanışıklığı vardı. Bilinen tarihinde ise asla pagan, putperest, fetişist dönemleri olmadı. Ve her daim yaratan tek bir(icik) nedene, yaratıcı varlığa inandı. Yani akli özü itibarıyla doğuştan deistti.

            İslamiyet’i öğrenmeden önce, İslam öncesi Arap Dünyasının pagan kimliğini, içinde yaşadığı kozmopolit, asosyal, harami, kaotik ve kölelik yaşam kültürünü iyi öğrenip anlaman gerekir ki; neden böylesi bir dünyanın her şeyden önce tedaviye muhtaç olduğunu da anlayabilesin. Böylece aynı bağlamda da, erdem sahibi Türk’ün böyle bir tedaviye tarihinin hiçbir döneminde neden ihtiyacı olmadığını da sentezleyebilmen mümkün olabilir muhtemelen.

Ve sen de yüce Atatürk gibi Türk olarak doğmanın sana en büyük Tanrısal bağış olduğunu özümseyebilirsin. Belki de Türk’ün bütün hasta kavimlerin Doktoru olması için yaratılmış olduğunu da idrak edebilirsin böylelikle de, kim bilir…

                                                                       Serendip Altındal








4 Mart 2018 Pazar

SENTİMENTAL..


            Evren gerçeğini ve Tanrı paradigmasını yorumlayabilmek için dahi en azından mikrokozmotik asalı itibarıyla kuantum fiziğine giriş yapmak gerekiyordu. Bir hayli gecikmeli de olsa nihayet bu noktaya geldi insanoğlu. Ne var ki halen mücadele verdiği ilkel emperyalizm hastalığının kendi bilimselliğini tekzip ettiğine bakınca, homosapienin kaderini eline alamadığı bu noktada, henüz yolun başında bile olmadığı anlaşılıyor.

            Oysa tüm insanlığın kendisinden neşet ettiği iddia edilen Âdemin – ki betiği insandır- dahi soy ağacı yapılıp insanlığın hizmetine açılmalıydı çoktan. Ya doğurgan olduğu için tanrılık hakkına da sahip Havva için ne diyelim. Şayet tüm evlatlarını tek başına Âdemin doğurmadığına inanıyorsak tabi. Ve kabul edilen kütük tarihine göre M.Ö. 6000’ler de belki de henüz tıfıl bir delikanlı olması gereken Âdemin, milyon yıllar öncesinden gelen soyunu da öğrenme hakkı vardı şüphesiz. O zamanlarda da cep telefonu olduğuna göre(!) herhalde Internet de olmalıydı.

            Aşk karşılıklı güven ve birbirine teslimiyeti içerirse haz olur. O nedenle de esasen haz çocukları daha fazla sahiplenilir ana ve babaları tarafından. Cennetten kovulacak kadar birbirlerine aşık Âdem ile Havva’nın ilk çocuklarının haz çocukları olduğu kabul edilirse, sonradan gelenler tesadüfi biyolojik birleşme çocukları mıydılar da böyle oldular. Çünkü bugün Âdemoğullarının birbirlerini bir kaşık suda boğacak düşman kardeşler haline geldiklerine bakılırsa, aksini düşünmek mümkün değildir.

            Sana gelince Badem, ne çocuğu olduğun senin olsun; ama sen bunu kafana göre yorumlarsın artık, paşa gönlüne kalmış. Senin akıl ve düşünce mefhumun ve bu kavramlarla herhangi bir alışverişin olmadığından, işine geldiği gibi matluba uygun bir fetva sallayıverirsin yine. O nedenle de saçmalamaktan yana da bir endişem yok. Sen nasıl olsa şipşak aydınlatıvereceksin(!) milleti sonunda yine.


            Milli bir yurda, aziz Türk varlığı gibi muhteşem bir ulusal kimliğe sahip olmanın tarif edilemez bahtiyarlığını, özgüvenini ve gururunu, en zor günlerde bile anlamış kadir bilen, ahde vefa sahibi insanların, ruhsal terennümlerini belirten sentimantal bir yazıyı aşağıda paylaşıyorum.

            A. Emin Yalman’ın, Atatürk ve milli hareketi desteklediği için İngilizler tarafından cezalandırıldığı, iki yıllık eza ve cefa dolu Malta sürgününden dönüşte, 4 Kasım 1921 tarihli Vakit Gazetesinde ‘Vatana Dönüş’ başlığı altında neşredilen makalesinden bir bölümü, görüşünüze sunuyorum.

§          Bitmez tükenmez uykusuz gecelerde kendi kendimize soruyorduk: Acaba bir gün bu azaplara geçmiş demek, bunları bir korkulu rüya gibi karşılamak, vatana tekrar kavuşmak bize nasip olacak mı?... Şimdi bu tatlı gün geldi. Her şey geride, uzakta kaldı. İki yıla yakın bir zamanı dolduran işkencelerden sonra öğrendiğimiz dersler, vatandan yoksun kalmanın korkunç manasını derinden derine kavramak, tamamıyla benimsenecek bir milli yurt uğruna her şeyi göze almanın, feda etmenin bir ihtiyaç olduğunu zihnimize yerleştirmektir… Malta’ya sürülmenin bize hediyesi, daha sıkı bir vatan bağlılığıdır.”

5 Kasım 1921 Tarihli Gazetede ki ‘Sağlam Temel’ başlıklı başyazısında ki düşünceleri:
           
Ölümü pek çokları tarafından kesin surette beklenen bu memleket, korkunç zorlukları yenmiştir. Bundan sonra eski gevşek ve kısır kırtasiyecilik usullerine, miskin bir pazarlık ve yarım tedbir zihniyetine, süfli bir hatır ve gönül cereyanına yeniden dönmek caiz olamaz. Azimli ve bilgili bir prensip gidişinden ibaret sağlam temeli hak ettik, buna layık hale geldik. Bizim için artık eski perişanlık yok, yalnız Milli Misak var.”

            Ki Yalman için bile o zamanlar Amerikan ajanı diyenler olmuştu. Bugünlerin içimizdeki Dolar Vakıflarının (STK) beslediği mandacı ajanlar, utanmadan yüce Türk varlığının arkasına gizleneceklerine, keşke en az bir Yalman kadar vatansever olabilselerdi. Aslında İstiklal Mücadelesini bizatihen yaşayanların dürüst ve gerçekçi anıları kaynak olarak alınmalıdır, Cumhuriyet tarihimizin belgeleri olarak. Yoksa tarih bilmez çoluk, çocuğun, dokuz oturaklı, fesli, külahlı zırdelilerin zırvaları değil.

            Peki bugün bizim durumumuz, halimiz nedir. Şayet yukarıdaki görüşlerde berabersek, o zaman ne seçim, ittifak ne de Başkanlık sorunumuz var demektir. Yani hepsi teferruattan ibarettir. Çünkü konumuz vatan, savımız Milli Misaktır, bunlar da en temel müktesep haklarımız, özetle de Milli Müktesebatımızdır…

                                                                       Serendip Altındal