29 Haziran 2012 Cuma

TANRI KATINDAN BİZİM KÖYE..

           Konu insan olunca ister istemez, sonunda canlı ve de kanlı ortamdan, suyu çekilmiş çıplak Ademler diyarına göç etmek zorunda olduğumuz aklımıza geliveriyor hemen. İster kefenle, ister smokinle, nasıl gidilirse gidilsin, orada önce kumaş yiyicilerin bizi cıbıl soyup, mükellef bir ziyafete konmak üzere, patolojik yapımızda son estetikleri uygulayacak diğer vampirik organizmalara teslim edeceklerini, daha önce oralara gitmeden de biliyoruz. Afiyetle yenip içildikten sonra kalan posamızın da, bitkiler ve diğer canlılar için, çok verimli gübre haline dönüşeceğini bilmemiz de, işin cabası oluyor.
            Esasen mezarlıklarda ilk gözümüze çarpan, her türlü bitkinin çok bol, gür ve ölülerimizin üstünde ne kadar sağlıklı göründükleridir. Halk deyimiyle de, mezarlık civarlarının ekime çok elverişli olduğu boşuna söylenmemiştir. Bu nedenle de zaten çocuklarıma, öldükten sonra gömüldüğümüzü değil, aslında yeni canlılara hayat vermek üzere ekildiğimizi öğretmiştim. Çocuklarım büyüyüp olgunlaşıncaya kadar da gömülmek lafının yerine hep ekilmeyi kullanmışlardı. Bu deyimi hala da severek ve isteyerek kullanırlar.

            Ademler diyarına göçüp de bizim köyden kurtulanların dışında kalan sağların, neredeyse cehennem azabı çektiği güzel yurdumuzda, azaplarının müsebbipleri olan zevat ı muhtereme ye(!) yukarda yazdıklarımızın dışında söylenecek fazla da bir şeyler kalmıyor. Olsa olsa, her ne kadar anlayabileceklerinden emin değilsek de, yüksek ve erdemli(!) şahsiyetlerine, en fazla aşağıda ki küçük dizemizi armağan edebiliriz.

            Yoksa bu yazdıklarımın yerine, dörtler eğitiminin erdem ve faziletlerinden mi bahsetseydim. Çağdışı kalmış, başında ki çobanına biat ederek sürüleşmiş, erkeklerinin köle, kız, kadın ve oğlanlarının, ahlak düşkünlerine cariye olacağı bir toplumun, yüceliklerinden mi dem vurmamı isterdiniz acaba.
            Veya kapılarının önünde topunun birden üstüne yumulmayı, iştah ve iştiyakla bekleyen küresel sömürgeci sırtlanları daha fazla bekletmemek adına, artık biran önce tüm bayrakları indirmeleri gerektiğini mi söylemem hoşunuza giderdi.
            ‘Yüce Atatürk gibi, peygamber mucizeli adam gibi adam’ın yeniden ayaklarının üstüne diktiği bir VATAN da, bazı hayâsızların hala utanmadan ve ısrarla önünüze servis yaptığı, sarımsağı bile kokuşmuş salamuralardan mı yemeği tercih ederdiniz yoksa.

            Bugün maalesef içimizden birilerinin, bizden beklediği yukarda ki çağrışımlar, 650 yıllık bir Osmanlı yaşam tarzı ve biat kültürünü anımsatıyor. Ne ki, bugün yurdunda yeni Osmanlı özentilerinin(!) arasında, ayrıca içine devşirmeyi de sokarak Türk’ün kanını zehirleyen Osmanlı ile hiçbir göbek bağı olmayan, Osman oğlundan binlerce yıllar öncesinden beri Türk olan ve sonsuza kadar da öyle kalacak bir kimliğe sahip olduğumun, kendi adıma da fazlasıyla bilincindeyim.
            Osman oğlu da bizler için, bütün dünyaya dağılmış diğer boyları gibi, sadece aşağı Türk iline bağlı ve zaman içinde de dünya imparatorluğuna uzanmış bir Türk beyliğidir sadece, işte hepsi bu. Bu da yüce Türk varlığının ve diğer büyük Türk imparatorluklarının, asla üstünde olabilecek bir kademe değildir. Yani Osmanlı olabilmeniz veya Müslüman olabilmeniz için de önce Türk olmanız gerekiyordu muhteremler(!). Artık hangi yanınızı daha ağırlıklı hissediyorsanız o da size kalmış.



Homosaphien
Tanrı katından
Bir bakteriydi
Dünyaya salınan
Hastalıkların yanı sıra
Arada can suyu da salgılayan
Hamurunda İblisle, Tanrıyı taşıyan
Sana gelince Âdem
Bak gör ki bu kadar
Senin için bu âlem
Gerisi mi?
Bolca kâğıt, kalem
Ve lay lay lom…

                                                                                              Serendip Altındal



26 Haziran 2012 Salı

ÖNEMLİ DUYURU

           Internet, akıllı ve sağlıklı düşünebilen münevver insanların, birbirlerinden feyiz alıp vermesi, eş, dost, okur ve çeşitli bilgi bankalarıyla, her türlü informatik amaçlı iletişim kurabilmesi nedeniyle oluşturulan, çok zengin bilgi ve kültür kaynaklarına sahip bir dijital organizmadır. Bütün külliyatını okuyabilmek için – o da bugün itibarıyla tüm yüklemeler kesilirse - binlerce yıla ihtiyaç vardır. Ayrıca 7 den 70 e fayda sağlayabilecek, sadece okulun ulaşmadığı bölgelerde değil, eğitim metropollerinde bile, doğru kullanıldığında, kitleleri dinamik olarak hızla ve en ekonomik eğitebilecek, bu bağlamda da ilk sıraya konulması gereken bir eğitim hazinesidir de aslında Internet.
            Kendim adına da bu konuda, bizatihi olarak yurt dışı ve içinde çalışmış, 40 yılın üstünde bilgi ve deneyim birikimine sahip bir Bilişim profesyoneli olarak, neler söyleyebileceğimi tahmin dahi edemezsiniz.
            Ne var ki, Internet’i son dönemlerde, özgün düşünce sahibi, ne yaptığını bilen adını şerefle taşıdıkları bir kimliğe sahip olanlardan ziyade, kimliği olmayan, başkalarının hesabına düşünen ve yaşayan, özgün düşünceden yoksun ve biat kültüründe olanların, günahsız insanlara, fitne ve fesatlarıyla fütursuzca zarar vermek adına daha fazla kullandıkları görülmektedir. 
            Hele de bunların arasında yeni türler(!) var ki, onlar sadece Atatürkçü, Milliyetçi, Misak ı Millici, şerefli Türk aydınlarına ve evlatlarına musallat oluyorlar. Aslında hiç tanımadıkları bu insanlar hakkında, sayısız emsallerinde de görüldüğü üzere, uçuk, kaçık, özünde kendi bunalımlarını, çaresiz zavallılıklarını yansıtan sapkın fantezileriyle, gerektiğinde nasıl münasip(!) görüyorlarsa, akıl, mantık, din, iman, ahlak ve bilim kurallarını da yok sayan kurgular oluşturuyorlar.
            Bunları yaparken de, vatanlarını sevmek ve ahde vefa sahibi olmaktan başka suçları(!) olmayan saygın insanlara zarar vermek bağlamında, sömürgeci uşağı kimliklerini kullanıyorlar. Bu gibilerin tüm bu abuk icraatlarının, hiçbir tutulacak yanı olmayan çıktılarını, ‘Internet parazitlerinin’ larvaları olarak kabul edebilirsiniz.
            Bizim bazı(!) hukukçu diye geçinen gugukçularda ne hikmetse(!), bu larvaları ciddiye alırken, her geçen gün daha da bir ufalıyorlar(!) ve yakın bir gelecekte kulaklarından tutulup, Türkiye Cumhuriyeti Barosundan atılacakları güne doğru koşar adım ilerliyorlar.
            Herhalde, günahsız olduğu bilinen, saygın insanlar hakkında düzmece kurgularla oluşan karalamalara, balıklama atlayan bir savcının iyi niyeti ve tarafsızlığından, kendi öz babası bile şüpheye düşer ve oğlunu gugukçu olarak sıfatlandırırdı sanıyorum. Çünkü ben kendi adıma, onurunu yitirmiş ve ayağa düşmüş kendi oğluma böyle derdim ve kendimin yapamayacağı şeyi de asla karşımdakinden beklemem. Mülahazayı derinleştirince de, böylelerinin gelecek mesleklerinin, muhtemelen limon satıcılığı veya esnaflık filan olacağı anlaşılıyor.

            Türkiyemizde AKP hükümeti ile başlayan bu parazit salgınının, bir Atatürkçü, Misak ı Millici ve Kuvvacı olarak bize de bulaşması kaçınılmazdı. Maalesef ben de ismini dahi duymadığım fantezi ürünü sanal ve ezoterik bazı cemiyetlere aza yapılmaktan başlayarak, felsefe, üslup, kelam ve kimliğimle uzaktan bile ilgisi olmayan uçuk fantezilerin altında, kimlik adımın kullanıldığını görüyorum. Kendi adıma da, herhalde beni akıllarınca onore(!) etmek istiyorlar diye düşünüyorum.
            Hâlbuki sadece bu yazıyı okuduğunuz ve her zamanda ‘ÖNEMLİ DUYURU’ başlığı altında bulacağınız, ‘blog’ sayfamın dışından başka adreslerde, makalelerini neşretmeyen ve açık kimliğiyle de altlarına imzasını koyma medeni cesaretine sahip bir insanım. Kendi özümün dışında ikinci bir kimliğe, bugüne kadar asla ihtiyacım olmadığı gibi bundan sonra da olmayacaktır.
            Şayet olmuş olsaydı, o takdirde açık ismimi kullanarak kendi kendimi tekzip edip çizmeyeceğimi(!) ve kendileri gibi de bunu bile düşünemeyecek kadar kafasız olamayacağımı, ayrıca kimliğini dahi açıklamaya cesareti olmayan böyle sapı siliklere, pirim dahi vermeyeceğimi de bilmeleri gerekirdi.

            Bu yazımla bir kere daha beyan ediyorum ki, Internet’te son günlerde fazlalaşan, ismim kullanılarak oluşturulmuş hiçbir neşriyatla, uzaktan bile ilgi ve alakam yoktur. Ve bunları yazanları da tanımadığım gibi kimlikleri hakkında da hiçbir bilgiye sahip değilim.
            Bütün açık kimliğimle imzaladığım, görüş ve yorumlarımı oluşturan makalelerimi, sadece bu yazımı okuduğunuz ‘blog’ sayfamda neşrediyorum. Ancak bazı dostlar, sağ olsunlar centilmence, bana da haber vererek yazılarımdan alıntılar yapıyorlar. Esasen bütün görüşlerimiz ortak paylaşım için değil mi? Ayrıca alıntı ile intihal farklı şeylerdir ve buna da etik gereği çok dikkat edilmelidir.  Dışarıya yolladıklarımın da yine bu sayfada referanslarını veriyorum (Örnek: UNUTMAMAK ZORUNDAYIZ başlığı altında olduğu gibi).

            Benim gibi her ahde vefa sahibi vatandaşımın da başına gelebilecek bu keyfiyeti, bilgilerinize bir daha arz etmekten kendimi mesul tutarken, başta bütün dostlarım, yakınlarım olmak üzere ve ayrıca diğer beni tanıyan, tanımayan tüm sevgili okurlarıma da selam ve sevgilerimi yolluyor, esenlikler diliyorum.

                                                                                              Serendip Altındal




23 Haziran 2012 Cumartesi

BAŞ İMAM KİM..

            ‘Komplocu’ plâketiyle başkalarına atıfta bulunurken çok dikkatli olmak ve derin düşünmek gerekiyor. Zira insanoğlu ya da şeytan-tanrının, yeryüzüne ayak bastığı günden beri komplo vardır. Küçükken yaramazlık yaptığımızda anne veya babalarımızdan – biz genelde annemizden – olayın nüvesine uygun, şakayla karışık usturuplu bir kötek yerdik. Mutlaka birçoğumuz da buna benzer dönemlerden geçtiler.
            Biz büyüdükçe şekiller değişti, kaba kuvvetin, sopanın yerini bu defa yönlendirme, yani ebeveynimiz bizi kontrolüne almak adına, yumuşak karnımız üstüne geliştirdiği yönetme teknikleri kullanmaya başladı. İşte bunun kıssadan açıklaması da, ‘komplo’dan başka bir şey değildir. Ve buradan da anlıyoruz ki, günü gelince kaba kuvvetin yerini mutlaka ‘komplo’ alıyor. Ne ki, komployu da ‘doğruyla ikna ederek – müspet -’ veya ‘aldatarak – menfi veya fitne -’ diye ikiye ayırmak gerekiyor.
            Büyüdükten sonra biz de kendi tekniklerimizi geliştirerek, ben merkezimizi kabul ettirmek adına, önce ebeveynlerimiz, sırayla da arkadaşlarımız, ailemiz, çocuklarımız ve tüm dost ve düşmanlarımıza uygulamaya başladık. Yeni doğmuş bir bebeğin ağzını şapırdatarak doyduktan sonra bile, sürekli anasının memesini araması, onu doyurduktan sonra yakasını kurtarmak adına küçük canavarın ağzına emziğini dayayan annenin davranışları, komplo kurmak olmaz da ne olur.
            Normalde, erkek olarak dikiş tutmaz bir kocanın, yatakta canı burnunda ki karısına hava basmak adına, her gece azgın koca numarası yapması, zavallı kadınınsa yuvasının ve yavrusunun selameti adına her gece tatmin olan, mutlu(!) kadını oynamak zorunda kalması vb. hangisi komplo değildir ki. Hele birde, çaresiz ve bağımlı kadınlar üstünde, asırlardır süren ve maalesef de sürecek olan, aslı kadından aciz erkek(!) sultası komplosunu masaya yatırırsak, vay ki ne vay!
            Bunu kabul etmekte zorlansanız da, neresinden baksanız bu uğraşlarımızın hepsi de komplodur. Dostlar dostlara, düşmanlar dostlara, dostlar düşmanlara, aile, klan, millet ve devletlerin de birbirlerine, içinde sürekli komplo uyguladığı yaşam dediğimiz devinim, işte böyle sonsuza doğru sürüp gidecek olan devasa bir komplodur.
            Hatta aldığımız nefesi bile doğanın komplosuna borçluyuz. Neden mi? Ne oluyor da güneş, kozmik ışınlarını direk olarak dünyamıza yollarken ve dünya asla yaşanamayacak bir yer olacakken, bu zararlı nükleer ışınları,  nasıl bir flitrasyon – komplo – sistemlerinden geçirip belini kırarak, dünyayı bizim için yaşanabilir bir mavi cennet haline getiriyor. Bir başka ifadeyle de, doğanın doğaya uyguladığı böylesi haşmetli bir komploya mucize deniyor.

            Buraya kadar ki mülahazamıza daha çok ilaveler yapılabilecekken, hatta yapılması da gerekiyorken, burada keselim en iyisi, zira bu konu hayli uzundur. Biraz da konuyla dolaylı olarak ilgisi olacak bazı noktalara dokunduralım. Mesela diyelim ki, mademki insan varsa komplo da var – veya fitne –  ve bu maalesef yaşamın olmazsa olmazı ise, o halde en mükemmel komplo, bize karşı oluşacak komploları  - fitneleri - daha oluşmadan sahibine karşı döndürmek değilmidir.
            Hele de tarihte hiçbir zaman olmamış ve olmayacak, menşei belirsiz, lisanı bile kendisinin olmayan, emperyalist imalatı çakma Kürt – aslı kripto Yahudi - denen çoğunluğu lejyoner, Ermeni, Yahudi vs. kâfir ve putperest bir topluma verilmesi istenen muhayyel ‘Kürdistan’ palavrası adına, aslan evlatlarımızın pisipisine kırıldığı bu günlerde, dostumuzun, hatta düşmanımızın bile düşmanı, ABD denen ve bütün bu melanetin organizatörü İblis ile dans ediyorsak.
            Bakın etrafınıza, bu İblisin Arap baharı sloganıyla Ortadoğu Müslüman devletlerine ektiği laboratuar damıtıklarına, onlarda oraların PKK’ ları değil mi? Dolayısıyla, bütün bu komplolara, başınızda ki PKK damarı AKP hükümeti vasıtasıyla, yok halinizle kendi adınıza – öyle ya vergi ödüyorsunuz - ne kadar finansman ayırmak zorunda bırakıldığınızı da lütfen bir hesaplayıverin.

            Ve bu vesileyle iddia ediyorum ki, uzlaşma sloganı(!) yaftası altında, bugün ‘Kürt Açılımı’ masalıyla yola çıkan iktidar ve muhalefet tarafı, yarın bu ülkede çok ağır bir vebal ödemek zorunda kalacaklardır, bizden uyarması. Bizi işin Kılıçdaroğlu tarafı ilgilendirdiği için, bu bağlamda onun kulağını çekmekte de yarar görüyoruz. Ayrıca uyarmak gerekirse, bu açmazı gören Tayyip Erdoğan, yarın Amerika ile yapacağı yeni bir ikili manevrayla, kendisini toplum önünde yapayalnız bırakacaktır.
            Ondan sonra da ‘bakın bu işler kimseye ödün vermeden de olurmuş, Kılıçdaroğlu’na kalsak ödün verecektik’ diyerek onu toplum önünde açık düşürecek, siyasi itibarını belki de sıfırlayacaktır. Bu da muhtemelen ikinci bir Baykal vakası olacak ve AKP ye yeni bir avans oluşturacaktır, kimbilir. Yoksa tasarlanan komplo bumudur acaba. Hani komplodan bahsetmişken bunu da bir hatırlatalım istedik.
            Yukarda demiştik hani, mükemmel komplo, rakibininkini kendisine döndürendir diye. Bizim iyi niyetli sevgili Kılıçdaroğlu, belki de yavaş yavaş içinden çıkamayacağı bir tuzağa doğru sürükleniyor gibi geliyor bana. İnşallah yanılıyorumdur. Ama çok iyi tahmin edebiliyorum ki, Amerika bin bir meşakkat ve masrafla, Türkiyemizde kendi adına çok avantajlı bir konuma getirdiği satranç pozisyonunu, sonuna kadar da sürdürmeye kararlıdır.
            Benim buradan kendi adıma gördüğümü, CHP kurmayının fark edemiyor olması ya da anlaşılamaz suskunluğu, inanın insanı hayrete düşürüyor. Oysa kiminle dans ettiklerini artık öğrenmiş değil, ezberlemiş olmaları gerekiyordu. 10 yıldır hem de Tayyip Erdoğan gibi bir partnerinizin atacağı adımı hala önceden kestiremiyorsanız, durumunuz sadece ayıp değil vallahi trajikomik oluyor dostlar.

            Sonuç olarak, daha baş İmamı Hz. Muhammedin ölümünden hemen sonra, komplolarla – fitneler – ve İmamet meseleleriyle, fırkalaşarak şirazesinden çıkan İslamı temel almak zorunda kaldığımızda, yaşamı, düşünce yapısı ve erdemiyle, Hz Muhammed’e göre de, kurtuluşu bulacak kendisinden olan sadık ashabının başına, ‘Allah’ın askeri Türkler’in lideri yüce Atatürk’ü yerleştirmek gerektiği, kendiliğinden anlaşılmıyor mu?
            Buna göre de, bize karşı sanal İslamı kullanan komploculara, ‘Hilafet, Olimpiyatlar gibi dört senede bir Müslüman devletleri arasında el değiştirsin’ diyen, baş İmam Atatürk örneğiyle gerçek İslam adına cevap vermemiz, kaçınılmaz olmuyor mu? İşin özüne gelince, İslam’ın bayrağı dahi, Peygamber’in ashabı, baş İmam Atatürk’ün elinden başka bir ele de yakışmıyor.
                                                                                                         
                                                                                                          Serendip Altındal



18 Haziran 2012 Pazartesi

İSLAMI ARARKEN..

            Hz. Muhammed; ‘bizden sonra İslam 73 fırkaya ayrılacak, bunlardan sadece bir tanesi kurtuluşu bulacak, diğerleri yok olacaktır’ diye buyurmuştur. Bu fırka hangisidir diye sorulduğunda da, ‘benim ve ashabımın yolundan gidecek olanlar’ demiştir. İşte bu gerçeğin ışığında İslami perspektiften bakıldığında, Kuranda da yazdığı gibi İslam’da mezheplere, hele de tarikatlar, cemaatler, dergâhlar, tekkeler, zaviyelere vb. kısaca ayrımcılığa asla yer olmadığını görüyoruz. Sadece görmüyoruz, özgür ve bağımsız düşünemeyen çoğunluk adına, nafile olduğunu bile bile de temcit pilavı gibi tekrarlıyoruz.
            Ne var ki, insan olarak da bilinen şeytan-tanrının tekliğine has, sosyolojik ve de ekonomik-politik egosu nedeniyle, kendisini aynı zamanda birey yapan ‘inanç’ yetisinin, peygamberin kısa ömrüyle özdeş olarak, sadece 23 yıl süren - kendi insanı değerleriyle örnek yaşantısıyla, dekore ettiği liderlik dönemi süresince – özüne dönük bir ahde vefa gösterebildiğini de, işaretlemeden geçemiyoruz.
            Nitekim peygamberin ölümünden sonra, daha ilk halife Ebu Bekir döneminde bile ilerde mezhepleri oluşturacak ilk sapmalar başlamıştı. Bunu da temel alınca gerçek İslam’ın tarihte ancak 23 yıl dayanabildiğini, 1500 yıldan bugüne sarkanınsa aslında tefsirleri olduğunu ve İslam’da nasıl böyle olduysa, diğer dinlerde de bundan farklı olmadığını anlıyoruz. Mesela 2000 yıllık İncilin bile 4000 den fazla tefsirinin var olduğu biliniyor. Hangisini temel alsın ki inanç sahipleri.
            İşte bizim bugün özgün ve bağımsız akıl yoluyla da kolayca varabildiğimiz bu bilginin, aynı zamanda temel İslamın da hak, adalet, insana özgü bir akıl ve erdem dini olduğunun altını çizmemize vesile olduğunu bilerek, başka da bir itilafa mahal bırakmadan, İslami portreyi tamamlayalım. Pekiyi kendilerini her vesilede Müslüman satarken, aynı doğrultuda bu resmin dışında kalanları ne yapalım. Ben kendi adıma onları size havale ediyorum. Onlar için ne diyor, ne diliyorsanız benimde kabulümdür.

            Biz bunları söyleşmekte olalım, birileri önceden hazırlanmış futbol sahası konumlu ‘showroom’ larda, binlerce taşınmış şakşakçı figüran önünde, ağdalı dizelerle, ülkesinin öz kaynakları yetmiyormuş gibi şimdi de dinini, çok uluslu sömürgenlere pazarlıyor. Asırların biriktirdiği fırkalar cürufunun üstüne adeta tüy diker gibi ve de İslamı bir daha yok sayarcasına, Okyanus ötesine kendi kendini sürgüne yollamış sahte, Vatikan kurgulu yarım vaize, açık davetiye çıkartıyor. Hoş hazret bu davete ne kadar icabet edecektir, o da ayrı bir vuslattır(!). 
            Bu meşhur(!) vaizin - belki de kendisine kalsa çoktan gelecekti ama ona kimse sormuyor -  ‘Türkiye’de güvenli ortam yok’ gerekçesiyle dönmemesinin ardında yatan ana nedense, Amerikalı sahibinin bu kadar emek ve masrafla yarattığı ürünü, Atatürk’ün Türkiyesi’nin bir Humeyni İran’ı olmadığını iyi bildiğinden, uygun ortam oluşmadan da riske atıp kaybetmekten korktuğu olsa gerektir. Bekleyelim bakalım, nasıl olsa yakında bunun da bombası patlayacak, biz de göreceğiz, el mahkûm!
            Bu arada komşumuzun yeni lideri ki, her ne kadar tek başına lider olamasa da, yakın geleceğin adayı olarak, başta AB olmak üzere hepimize(!) hayırlı ve kafasının içi kararmışlara da ışık olsun.

            Sözün özü; kendi spiral devinimi içinde oluşmuş mezhepler sarmalına, sözde İslam’ın en yeni ve Vatikan kurgulu versiyonu, yeni bir dinler baharı formatıyla Türkiye merkez üssünden, bütün Ortadoğu ve Müslüman dünyasına tepeden monte edilmeye hazırlanıyor.
         Bu yapılırken de paralelinde, çeşitli şerefsiz ve satın alınmış kişiler ve odakların bombardımanı altında bırakılan şerefli Türk ordusu, yarın Okyanus ötesinden bu defa silahla gelmeye cesaret edebilecek erik hırsızı Amerikalının, bahçesine yalancı kabadayılar gibi elini kolunu sallaya sallaya – Irana olduğu gibi – gireceği dirençsiz ortamı bulabilmesi adına yıpratılıyor, etkisiz bırakılmaya çalışılıyor.
          Ne var ki, bu milletin atasının ‘TÜRK’ ve bizi iyi tanıyan, hesap bilir Almanlarında dediği gibi ‘unberechenbar’ (hesaplanamaz) veya Napolyon’un da tabiriyle ‘belki öldürülebilir ama asla esir alınamaz’ olduğunu unutuyor.
                                                                                                         
                                                                                                          Serendip Altındal


13 Haziran 2012 Çarşamba

19 MAYIS MARŞI

Sayın Mahiye Morgül den alıntıdır.

19 Mayıs Marşı
Söz ve Müzik: Muammer Sun
Koro: Çorum Evrensel Korosu
Şef: Sadi Döner
Yer: Ankara, 17.Çoksesli Korolar Şenliği, Yenimahalle Nazım Hikmet Kültür Salonu
Tarih: 3 Haziran 2012

19 Mayıs Marşı

On Dokuz Mayıs kurtuluş günü, haydi haydi yürü ileri
Vardı Samsun’a Mustafa Kemal, haydi haydi yürü ileri
Samsun’dan Anadolu’ya bir güneş doğdu
Şahlandı ayaklandı halk düşmanı boğdu

                Başladı büyük savaş sen de katıl arkadaş
                Durmasın bu devrimler, dinmeden gözlerden yaş
Samsun’a başlayan savaş Samsun’da bitmez
Toplar da tüfekler de düşmana yetmez

                Başladı büyük savaş sen de katıl arkadaş
                Durmasın bu devrimler, dinmeden gözlerden yaş
Gün geldi On Dokuz Mayıs bir kıvanç oldu
Devrimler yürür el ele bir inanç oldu

                Başladı büyük savaş sen de katıl arkadaş
Durmasın bu devrimler, dinmeden gözlerden yaş
On Dokuz Mayıs kurtuluş günü haydi haydi yürü ileri…

                ***
Bestelendiği yıl 1969 olarak hatırımdadır. Muammer Sun, Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümünde öğretmenimizdi. Henüz notası kitaplara girmeden önce bize öğretmişti. Hatta üzerinde henüz çalışıyordu ki ilk sözlerinde “Durmasın bu devrimler, akmasın gözlerden yaş”  satırı vardı.
Değerli öğretmenimize bu büyük eserinden dolayı bin teşekkür ediyoruz. Aynı yıl TRT’deki görevi sırasında TRT Çoksesli koroların kurulmasını sağladı ve bu sayede sınıfımızdan birkaç arkadaşımız orada görev aldı. Onlardan biri olan Mustafa Apaydın bu yıl 17.korolar şenliğini düzenlemekte olan Polifonik Korolar Derneğinin kurucusu ve başkanıdır. 1969’da Muammer Sun’un öğrencisi olmak ve onun bu eserini ilk söyleyen sınıf olmanın heyecanıyla her birimiz korolarımıza ve sınıflarımıza yıllarca bu eseri öğrettik, 19 Mayıs bayram törenlerinde öğrencilerimizle birlikte söyledik.  
Şimdi yıl 2012 ve Cumhuriyet marşlarının öğretildiği Müzik dersini okullardan kaldıran Parçalı Müfredat’a geçiriliyoruz.  2004 yılında bu programın ilk belgesi Ankara’da önümüze düşmüştü, orada Resim, Müzik ve Beden Eğitimi dersleri yok görünüyordu; bu derslerin olmadığı bir sistemde bayram törenlerinin de yapılamayacağının işareti vardı. Belge, SPAN adlı ABD eğitim danışmanlık şirketinin 12 yıllık Temel Eğitime Destek proje dosyası içerisinden düşmüştü!
Müzik dersinin kaldırılması, dolaylı yoldan birlikte şarkı söylemenin yasaklanmasıdır; İstiklâl Marşı’nın öğretilmemesidir, milli şarkılarımızın söyletilmemesidir.  Oysa Müzik dersi, milli birliğin temel dersidir. Mustafa Kemal, onun için Müzik dersini temel derslerden biri olarak görmüş, 1924’de Musiki Muallim Mektebini kurmuştur! Anısı önderimiz olsun.
Çorum Evrensel Korosunu kuran ve çalıştıran müzik öğretmeni arkadaşımız Sadi Döner ve eşi Yeter Döner’e tebrik ve teşekkürlerimle.
Mahiye Morgül
12.6.2012


11 Haziran 2012 Pazartesi

GLASNOST NEYDİ?

            Sol görüşlü insanları yıllarca komünist(!) oldukları gerekçesiyle içeri atıp, ıslak kuru çeşitli işkencelerden geçirdiler. Bilmedikleriyse, komünist olduklarını düşündüklerinin, isteseler de komünist olamayacakları asal gerçeğiydi. Komünizm’i kim kaybetmiş de onlar bulmuşlardı. Bütün suçları inanmak olan, sayısız insan evladı boşu boşuna cefa çekti ve halen de çağ ötesi ortamlarda en ilkel biçimlerde çekiyorlar. Bugün erdemli kişilikli ve gerçek aydın hangi birey, sosyal bağımsız görüş ve inanç sahibi değil ki? O zaman da hepimizi komünist diye kapamaları gerekmiyor mu?

            Artı artık değeri tartışmasız bir realiteyle ortaya koyup, sömürü denen evrensel enek hırsızlığını tespit etme dehasına sahip olan Marx, her şeyin sonunda kendi alternatifine dönüşeceğini, oto dinamizmle mükemmel tespit etmiş ve Komünizm’i de, Sosyalist aşamanın sonunda, çağdaş insanoğlunun otomatikman ulaşacağı yüksek ahlak düzeyi olarak var saymıştı. Keşke öyle olabilseydi. Ne yazık ki bu bir paradigmadan öteye geçemedi. Marx’ın bilmediği veya bilmek istemediği – Hocanın göle attığı yoğurt mayası gibi, hani bir tutarsa(!) hesabı -  ise evrensel Âdemoğlunun yapısal olarak bu yetiye sahip olmadığı gerçeğiydi.
            Çok iyimser olduğu için oto dinamizmi insan denen şeytan-tanrı için kullanmadı veya kullanmaktan da korktu. Şayet böyle olmasaydı, Komünizme varabilmek için bilinen insan değil ama yeni bir laboratuar insanı türüne ihtiyaç olduğunu, hiç kuşkusuz kendisi de tespit edecekti, belki de etmişti. İşte bunu bilmiyoruz.

            Evet, insanoğlu ne yazık ki birey tanrı veya kendi başına – sonsuz evrende kendisinden bir adet mevcut -  benmerkezci ayrı bir dünya olma özelliği nedeniyle, Komünist olabilmeye uygun yapıda değildi. Belki de böylesi, kendi yapısı adına daha hayırlıydı, bu konu esasen büyük tartışmalara da her zaman açık ve görelidir. Aynı doğrultu da, hem de Türk’ün var oluş nedeniyle de çelişkili olduğuna, Atatürk gibi bende inanıyorum.
             Zaten bu mayanın da, uzun yıllar Marksist-Leninist Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinde, birebir denendikten sonra bile tutmayacağı anlaşılmadı mı? Nikita Kruschev değilmiydi, ‘90 larda Komünizme varacağız’ diyen ve de aynı 90 larda Gorbaçov’un, bizim Tayyiplerin demokratik açılımına(!) özdeş Glasnostuyla, Sosyalizme de veda etmek zorunda kalınan, sınıf farkını kaldırıyoruz derken, devlet bürokratları yüksek sınıfının(!) içine düştüğü – ya da kendi alternatifine dönüştüğü - açmaz nedeniyle de, kendiliğinden gelen o unutulmaz çöküş. Ben böyle hatırlıyorum, yanıldıysam siz düzeltin.

            Buradan da bir kere daha anlıyoruz ve revize edilmiş sağlıklı uygulanabilecek sosyalist-Kemalist bir Milli Ekonomi modelini distanse etmek kaydıyla, komünist olabilmek için bile gen yapılarıyla oynanmış ve birbirlerinin kopyası biyonik insanlardan oluşacak yeni cemiyetlere ihtiyaç vardır diyoruz. Bu da olsa olsa ancak geleceğin oratoryolarının temasadır. Tabiatıyla bu konuda deneyimi olmayan ama bilimselliğini her zaman takdir ettiğimiz Marx’ın, bunu o zaman bilmesi de düşünülemezdi.
            Ne var ki sosyalist revizyondan geçmiş tam bağımsız ve Kemalist bir Milli Ekonomi modelini öngörürken, en ufak bir hafiflikle bile, tarihimizin her safhasında dışarıdan yönlendirilmiş, kafasına buyruk ve sözde özgürlükler(!) adına emperyalist-ayrılımcı hiçbir politikaya da açılamayacağımızı(!) bilhassa vurguluyoruz. Her türlü reformun, revizyonun ancak mutlak birlik, bağımsızlık ve misak ı millimiz üstüne olabileceğine olan iman ve inancımızı da bir kere daha kuvvetle haykırıyoruz. 

            Marx şayet bugün yaşasaydı ne düşünürdü, her devletin bireylerinin özgür, bağımsız, adil, karşılıklı sosyal saygının, evrensel barış, ahenk ve uyumun sağlandığı, içinde emperyalistin barınamayacağı, asosyallerin olmadığı ve toplumlarına zarar veremediği, özgün bir dünya için nasıl bir formül uygulamaya kalkardı acaba. Buna belki de yapacağımız beyin fırtınasıyla bizlerde bir empati köprüsü oluşturabiliriz. Neresinden baksak denemeye değer hem de dünya insanlığı, kendi geleceği adına buna da mecburdur esasen. Meğerki bu paralelde, toplumların her şeyden önce aşağıda ki gibi düşünen ve ona uygun olarak da yaşayan kanaat önderi aydınlara ihtiyacı olduğunu da kabul etmek mecburiyetinde olduğumuzu bilelim.

            §  Vicdan hürriyeti, Toplantı-gösteri ve basın hürriyeti; Bu iki hürriyet anı prensipten çıkar. O prensip, insanların fikirlerini (duygu ve düşüncelerini) serbest söylemek ve yaymak hakkıdır. Vatandaşlar, kendi öğrenim ve eğitimleri için ve toplumun menfaatleri açısından, fikir alışverişinde bulunabilmeli, düşündüklerini istedikleri gibi söyleyebilmelidirler. En büyük gerçekler ve ilerlemeler, fikirlerin serbestçe ortaya konulması ve karşılıklı söylenebilmesi ile meydana çıkar ve yükselir. Kişisel ve Siyasi haklar, cins, yaş ve kabiliyet farkı olmaksızın milletin her ferdine verilmiştir. (1930 / 289 – Medeni Bilgiler, TTK-Prof. Afet İnan, 1969
     Tenkit, münakaşa ve münazara tamamen hürdür. Bu hürriyet herkes tarafından, hiç kimsenin etkisi olmadan, kendi kendine kullanılır. Hükümeti ve Meclisi dikkatli bulunduran tenkit hürriyetidir. Kamuoyunun tenkit hürriyeti, başlıca çok sayıdaki yayınlar ile olur. Yayınlar yolsuzluklara engel olur ve hükümet organlarını vazifelerini doğru yapmaya mecbur eder. Yayın, en etkin kontrol vasıtalarındandır. Bu noktada, tenkidin kolay ve fakat yapmanın güç olduğu hakikatinin unutulmaması lâzımdır. Gerekli görülen fikirler, toplumun iyiliği için ortaya atılmalıdır. (1930-MB)

 (Alıntı: M. Nevruz Sınacı – DOĞRULUĞUN VE ADALETİN TEMİNATI FİKİR HÜRRİYETİDİR)

                                                                                                                             Serendip Altındal


Özün Kişiliğinin Aynasıdır…

6 Haziran 2012 Çarşamba

KARAKUŞİ MÜSLÜMANLARA..

            Ezoterizmle, mistisizmle, mitoloji ile fundamental yanlarını sorgulamanın dışında bir alakamız olmadığı halde şayet Atatürk döneminde bizde yaşasak ve onun kadar da araştırma yapmış olsaydık, bizde muhtemelen kayıp kıta ‘MU’ ya varır, kıtanın fundamental yanıyla ilgilenirdik hiç şüphesiz. Ve bu varışın, daha doğrusu düz aklın da hiçbir şekilde ‘deha’ ile bir ilgisi olmazdı. Ezoterizmle yatıp onunla kalkan ve hayatı ezoterizmi araştırmakla geçmiş bilim adamlarına bile ‘ezoterik’ denemezken, Atatürk’ü ‘MU’ ya olan inancı nedeniyle ‘ezoterik’ olarak etiketlemek, düz akla bile sahip olmamayı sergiler.
           
            Tarih öncesinden gelip sonsuza giden evrensel devinimin jeolojik halkası, öncesi var olan nice denizleri, kıtaları – mesela MU, Atlantis gibi – yok etmiş ve kimbilir daha nicelerini de yoktan var edecektir. Bulgulara göre MU kıtası Atlantis’ten bile çok daha önce var iken doğal afetler ve jeolojik etkenlerle yok olmuş böyle bir kıtadır. Bu kıta tamamen yok olmadan evvel de, bütün bulgulara göre ilk sakinlerinin Türk oldukları ve kıta batmadan önce de dört yöne göç ettikleri kabul ediliyor.
            Bu göçlerin ortak sonuçları, birbirlerinden bir hayli uzaklarda olan Mayaların, Azteklerin, Amerika ve Kanada Kızılderililerinin atalarının da Türk olduğunu, hepsinin temel uygarlıklarının aynı ellerden çıktığını ortaya koyarak tespit ediyor. Ayrıca bilimsel tarafsız batılı aydınların ortak görüşlerine göre de, bu gerçek asla yadsınamıyor. Ne var ki, Doğuda bile bulunan her uygarlığın altında bir arî(!) Batılı parmağı arayan Hıristiyan fanatiği, putperest Batılı dünyası, gerçek atalarının aslında MU’ dan neşet eden ve bütün dünyaya yayılan Türkler olduğunu, kendi şişirme tarihinin de patlayacağı gerekçesiyle, düşünmek bile istemiyor, hiç şüphesiz.

            Bu bağlamda, başta dünyanın çok farklı bölgelerinde bulunan ve Mısır piramitlerinden çok daha önceleri var oldukları tespit edilen ‘Türk Piramitleri’ ve diğer bütün tarihi bulgulara dayanarak, Türklerin Orta Asya’ya da çok öncelerden gelmiş olacaklarına inancı nedeniyle, bütün katmanlarıyla Ari(!) Batılı Emperyalizme karşı dimdik duran Atatürk’ü, ‘ezoterik’ olarak algılamak, dolayısıyla Batılı egosentriszm’in yanı sıra, bizde ki yandaşları için de, cehaletin hem de önünde bayrak açanıdır.
            Oysa işin tarihi gerçeğinin yanında, burada bizi öncelikle ilgilendirmesi gereken, ‘TÜRK’ ün, dünya uygarlığının atası olduğu bilgisidir. Ve her zaman haklı olarak iddia ettiğimiz gibi tarihte bilinen ilk devlet kurma becerisinin de mihmandarı olarak, aynı zamanda dünya siyaset ve devletler tarihinin de banisi olmasıdır. İşte sevgili Atatürk’ümüz, bu bilgilerin ışığında ve bu gerçeğin oluşturduğu büyük Türk kimliğinin de bilincindeydi. Türk’ü her vesilede yüceltmesinin nedeni de tarihi masallara değil ama her şeyden önce evrensel gerçeklere dayanıyordu.

            Şimdi bizim ancak bu günlerde anlayabildiğimiz gerçekleri, Atatürk’ün bizlerden yaklaşık 100 yıl kadar önce anlamış olması, onu ezoterik(!) mi yapıyor. Bu arada bilinen tarih dizesine göre M.Ö. 10000 lerde, İsa’ları bile henüz doğmamış, Batılı Ari(!)’lerin, taş devriyle boğuştukları düşünülecek olursa, M.Ö. 70000 yıllarından öncesine dayanan MU’ tarihinin, kıtanın sakini olan Türklerin uygarlığını da akıl almaz ve emsal kabul etmez noktalara taşıdığı asla unutulmamalıdır.
            Sonra, aslı bir Anadolu Türkmen’i olan Hz. Muhammed, Türk tefsiri ve hadislerini boşuna mı kullanmıştır. Bu hadisler, - ‘Allah’ın Askerleri’, ‘Zülkarneyn’ vb. - Kuranda boşuna mı yer almıştır acaba. Düşünüyorum da, bugünkü aklımla Atatürk zamanında veya daha önce yaşamış olan bir araştırmacı olsaydım, MU’ ya belki bende düz mantığımla varır ve bu nedenle de asla dahi olmazdım, zannediyorum. Ve çok iyi de biliyorum ki, bu yol bana olduğu kadar, bütün yeterli düz mantık sahiplerine de açık olacaktı.

            O halde bilimsel bulgulardan sofistike akıl yürüten entelektüel, özgün ve bağımsız düşünce insanlarını, ezoterik olmakla yaftalamaktan vaz geçelim. Ve şimdi biz, bazı yabancı araştırmanlarında söylediği gibi; ‘Hepimiz Türküz’ dersek acaba ezoterik mi oluruz, bunu düşünelim.
           
            Hele de şimdi, bütün gnostik takıntıları bir kenara koyup, bütün dinlerden ve peygamberlerinden on binlerce yıllar önce tek Tanrıyı (Gök Tanrı) keşfetmiş, cennet ve cehenneme inanmış, Allahın da askeri olan Türk varlığı, Kuranda da yazdığı gibi,  şayet kurtarıcı olarak Anadolu ve Orta Doğuya gelmemiş olsaydı, ne İslam ne de Arap dünyası var olabilirmiydi acaba diye sorgulamak gerekir aslında.
         Ondan da öte, İslam’ın da doğuş ve yayılma nedeni Türk varlığı değilmidir acaba, belki de Atatürk’ün Müslümanlığı da buna dayanıyordur herhalde, kimbilir, olamaz mı? Ama neresinden baksak, Atatürk gibi bir adam evladının, asla Vatikan parametreli, karakuşi(!) Müslüman olamayacağını da söyleyebiliriz.

                                                                                              Serendip Altındal





2 Haziran 2012 Cumartesi

NEFES ALDIĞIN YERDE..

               İslama derken de, aslında âdemoğluna bırakılan en kutsal armağan, Hz. Muhammedin Veda Hutbesidir. Ve dinler kavramının ‘ezoterik’ olmayan en anlamlı ifadesi ve dünyevi erdemlilik halkası da budur esasen. Anladığımıza göre de yüce Atatürk’ü tutkun bir Hz. Muhammed hayranı yapan da bu husustur muhtemelen.
            Peygamberimizin teskin edici ikna ve telkin dokusunun altında yatan, özünde ahde vefa, terbiye, adalet, ilim ve cesaretin bütünleştiği gerçek kimliği ve hepsini tamamlayan harpçilik –nefsi müdafaa- dehasıydı, Atatürk’ün ona olan inancını tanımlayan diğer unsurlar hiç şüphesiz. Kim bütün bu, insanlığın olmazsa olmazı ve onu BİREY yapan erdemliliğe hayır diyebilir ki.

       Düşünün! İhtiraslarının kavgacı ve tahammülsüz yaptığı, içinde yaşadığı cenneti bile cehenneme dönüştüren, yukarıdaki erdemin eksikliği değilmidir, kendisine emanet edilen ve anlam değeri çok yüksek olan güzelim hutbeye rağmen, âdemoğlunun aynı ölçüde de en büyük açmazı.
            O halde gelin aşağıda ki hutbeyi, bugün kavgalı olduğumuz,  tüm ‘sanal’ veya yumuşak(!) ya da kindar(!) ve özellikle de Amerikada yaşayan küreselci, Hıristiyan misyoneri(!)  Müslümanlara ithaf ediverelim.


§     V e d a  H u t b e s i
Hz. Peygamber'in, son haccında arife günü, Arafat'ta yüz binden fazla Müslüman’a hitaben yaptığı ve insanlık için en yüce değerleri ortaya koyduğu hutbesi. Resûlullah, hutbesinin başında Allah'a hamd ettikten sonra - özetle - şöyle buyurmuştur:

Ey İnsanlar! Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım. Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız, nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz nasıl mukaddes bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir.
Ashabım! Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bu günkü her hâl ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz.
Ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa, sahibine versin! Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, Lâkin borcunuzun aslını vermek gerektir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız.
Ashabım! Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. .
İnsanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, onların, aile yuvasını sizin hoşlanmadığınız kimselere çiğnetmemeleridir. Kadınların sizin üzerinizdeki hakları ise meşru bir şekilde, yiyim ve giyimlerini temin etmenizdir.
Ashabım! Kendinize de zulmetmeyiniz. Kendinizin de üzerinizde hakkı vardır.
İnsanlar! Bugün şeytan, sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hâkimiyet kurmak gücünü ebedî surette kaybetmiştir. Fakat siz, bu kaldırdığım şeyleri ve onların dışında, küçük gördüğünüz diğer işlerde ona uyarsanız, bu onu memnun edecektir.
Mü'minler! Size bir emanet bırakıyorum ki, ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet Allah'ın kitabı Kur'an ve Resulü’nün sünnetidir.
Mü'minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Böylece bütün Müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir mal başkasına helâl olmaz. Eğer o, gönül hoşluğu ile kendisi verirse helâldir.
Bir Arab’ın Arap olmayan yabancıya, bir yabancının Arab’a üstünlüğü yoktur. Çünkü bütün insanlar Âdem’in oğullarıdır, Âdem ise topraktandır.
İnsanlar! Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını Kur’an'da vermiştir. Vârise vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuzdur. Efendisinden başkasına ait olduğunu söyleyen nankördür. Böyleleri Allah'ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün Müslümanların ilencine uğrasın! Cenab-ı Hak, bu gibi insanların ne tevbelerini kabul eder, ne de adalet ve şahadetlerini…
Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur.
(Hz. Muhammed)


Titreyerek seyrederken
Yokluğunu
İçim ürperdi birden
Bilmem ki neden
Hüzünlü bakışların arkasında gizlenen
Sen
Öyle uzakta orda ki
Islak, sessiz ve elim
Hazan süpürüyordu yapraklarını
Gölgelerimin üstüne
Altında kalan
Ve yavaş yavaş silinen
Ben
Karanlık içinde
Israrla aradığım elin
Ve dokunamadığım esrarlı hüznün
Beni ağlatırken
Seni sorduğum ben
Bana uzakta kimsesiz
Spiraller ve poligonlar arasında kayboluyor

Transfer olurken gelmişim bütün katmanlarımla geçmişime
Lanet okuyor gözlerim
Karşımda dikilip duran kahrolası sessizliğine
Ve senin nefes aldığın yerde ben mi?
Ben zaten yokum
Ve hiç olmadım ki..

                                   Serendip Altındal