Pontus
filan gibi tutarsızlıkları, yalan, yanlış ve aslını astarını bilmeden ortaya
atarak kendilerine bir seçim rantı yaratacaklarını umanlara, konuyla alakasız
gibi görünse de, yine de okuyarak bir şeyler öğrenebilmelerini ve aslında
nelerle uğraşılması gereğini anımsatacak bir alıntıyla başlayalım isterseniz.
§ 1941’de
ilk şekli hazırlanan ve daha önce değindiğimiz gibi son şekli Vekâletler arası
temsilcilerle Merkez Bankasının mümessilinin iştirakiyle tamamlanan, Başvekil
Refik Saydam’a sunulan ilk raporda «şahsî servet vergisi, malî sahada
başvurulacak en son tedbir olarak» ifade edilmişti. Varlık vergisi ise, bir
şahsî servet vergisinden başka bir şey değildi. Hatta münhasıran bir sermaye
vergisi bile değildi, Çünkü sermaye niteliği taşımayan varlıklar da vergiye
matrah oluyordu. Fakat gene de bir «mali yüzkarası» ve bir «piç vergi» değildi.
Bu kanunun çıkışı çeşitli yankılar uyandırdı. Uygulama
sırasında gene eski işimde, yani Sanayi Tetkik Heyeti Başkanlığı vazifemde
bulunuyordum. Herkes gibi ben de bu uygulamanın yankılarını dinlerdim. Bir gün
evime Prof. Avram Galanti Efendi geldi. O zaman İstanbul milletvekili de
bulunuyordu. Uzun boylu ve o sıralarda yaşlı bulunduğu için biraz iki tarafa
sarsılarak yürüyen, fakat bilgili, muhterem bir insandı. Bize kanunların en
eskisi olarak kabul edilen «Hamurabi Kanunu» nu o tanıtmış, o dilimize
çevirmişti. Galiba İstanbul Musevîlerinin cismanî heyetinin de başkan veya
üyesiydi. Yanında, İzmir Musevîlerinin cismanî başkanı olan Baba Gomel de
vardı. Söz tabiî gene varlık vergisi yakınmalarına geldi. Baba Gomel:
— Siz koyunun postunu kırkacağınıza, koyunun kendisini
kesiyorsunuz! Şeklinde hoş ve pratik benzetişlerle, sermayenin zedelenmemesini savunuyordu.
Kendisine düşen büyük vergiyi de tamamen ödemişti. Fakat ben işi başka bir
yönden aldım:
— Galanti Efendi, dedim, siz tarihçisiniz, işi şöyle
almalısınız: Biz Türkler asırlardan beri bin bir savaşta, sanayie, para ve
sermaye biriktirmeye vakit bulamadık. Sizler, yani bütün azınlıklar ise bunları
yaptınız. Biz sizi savaşlardan koruduk. Siz orduya asker vermediniz, Hatta
birtakım yollarla vergi de vermediniz. Ticareti, sanayii, ithalat ve ihracatı,
para ve sermayeyi ellerinizde topladınız.
Bu işler, bizim asırlarca döktüğümüz kanlar pahasına ve
hele Tanzimat’tan sonra münhasıran siz azınlıkların ellerinde toplanan
imkânları korumak için oldu. Tanzimat Fermanı bile, bizleri bu savaşlardan
kurtarmak için değil, sizlerin «mal, can emniyetinizi» korumak gerekçesi ile
ilân olundu. Bu bizim asırlarca dökülen kanımızla, sizin bu sefer vereceğiniz
bir iki yüz milyon kâğıt liralık varlık verginizi karşılaştırırsak ve buna
hatta bir «Kan Vergisi» desek, hesaplaşmamız acaba çok zalimane olur mu? Ne
dersiniz? İsterseniz bizim dökülen kanlarımız ve sonu gelmez askerlik
emeklerimizle, sizin şu bir avuç vergi fazlanızı karşılaştıracağımıza, sizin
biriken servetlerinizle, bizim biriken kan ve askerlik haklarımızı teraziye
koyarak hesaplaşalım. Eğer biz haksız çıkarsak vergileriniz silinsin. Ne dersiniz…
Avram Galanti Efendi dürüst bir bilgindi. Bizim
tarihimizi de biliyordu. Baba Gomel de pratik bir iş adamıydı. Her ikisi de
haykırdılar. Galanti Efendi şöyle konuştu:
«Asla. Böyle bir hesaplaşmaya gidemeyiz! Çünkü o zaman
yalnız bütün malımızı, mülkümüzü değil, cemaatlarımızın bütün fertlerinin
canlarını da teraziye koyarsak, biz sizin asırlık kan ve askerlik haklarınızı
ödeyemeyiz. Aldığınız vergi helâl olsun. Bu vergi, senin dediğin işler teraziye
dökülünce, bizim ödememiz lâzım gelenin, bir zerresi bile değildir...»
O gün aramızda konuşulan bu sözler, şu piç ve yüzkarası
denilen ve töhmeti hâlâ İnönü'nün omuzlarına yükletilen varlık vergisinin,
galiba en doğru değerlendirme ve hesaplaşmasıdır... (İkinci Adam C. 2 S. 235-236 Ş. S. Aydemir)
Alakasız
gibi görünen yukarıdaki değerlendirme; galiba hazine vergisini, sadece zaruri
icat ürünü çeşitli kalemlerle, sırtında yabancı sermayenin dış borç yükünü de taşıyan
vatandaştan almayı düşünen ve icra eden, yandaşının varlık vergisini ise aklına
bile getirmeyen veya getiremeyen, 17 yılın AKP iktidarı ve Erdoğan’ın vergi
anlayışına atılan sağlam bir tokat gibi şakladı herhalde, değil mi? Oysa aynı
bağlamda Türkiye’nin nimetlerinden faydalandıkları halde Türkiye için
çalışmayan bazı Musevi, yerli veya diğer azınlık işadamları da okumalıdır bu ibretlik
belgeleri.
Tükenmiş
bir neslin evrakı metrukesi ya da tanrılarının duymadığı lakin rüzgârın alıp
götürdüğü o menfur haykırışları yapacağına, 31 Mart’ta hakkına razı olsaydın,
bu kadar fark da yemeyecek, demokrasi suçu işleyip rezil de olmayacaktın. Serde
akıl olmayınca mabut neylesin ki. Oysa seçimden önce, bu defa farkın daha da
büyük olacağını söylemiştik.
31 Mart
seçimini iptal ettirmekle, daha son durağa bile varmadan Demokrasi tramvayından
düşmüştünüz aslında. 17 yılın seçimlerinde AKP olarak en büyük farkı yemeniz
başka nasıl izah bulur acaba? Sonuçta çakma cumhur ittifakınız ile Ulusal milli
ittifak karşısında daha başından itibaren sıfırlayıp, neden kaybetmeye mahkûm
olduğunuzu nihayet anlayabildiniz mi bari!
Yıllarca
susuz çöllerde dolaşan, kir, pas içinde bir kova kirli suya bile hasret kalan
millet, sanki bir serap gibi ortaya çıkan ve gürül gürül akan, tertemiz İmamoğlu
şelalesinde, bir anda bütün kirlerinden arınıp, yeniden can bulmuş gibi
hissetti kendisini. Sağ ol oğul İmamoğlu! İyiki doğurmuş o mübarek anacığın
seni.
Herhalde
Erdoğan sayende bir şey daha öğrenmiştir. O da şudur: Las Vegas’ta bile bir
gecede bütün servetini kumar masasında, bu kadar göstere göstere kaybetmezdi
inan! Siyasa budur işte. Senelerle ve zahmetle vardığın noktadan bir gecede
savrulur uçuverirsin. Adamda önce sağlam temel olması gerekir. Bu temelde
farklı kriterler içerir. Karışımda şayet bir kriter bile eksik kalsa, bil ki siyasa
kendisini derhal yok sayar.
Belki de
Erdoğan önüne geleni kendisine danışman yapmayıp ta politize monşerlerin(!) de
arada fikirlerini sorsaydı, herhalde onlardan çok şeyler öğrenir, durumu da bu
kadar çaresiz ve hüsranlı olmazdı. Şayet kalan aklını kullanmak isterse; önce
Bahçeli enkazından kurtulup sonra da İmamoğlu’nun önünü tamamen açarak
İstanbul’un bir Dünya metropolü vasfına uygun olarak yeniden yapılandırılmasına
birlikte yardımcı olursa, belki o zaman kara kaplı defterdeki birikmiş
borçlarının bir kısmının, alacak hanesine virman edilmesi mümkün olabilir.
İmamoğlu’na
gelince: Artık bundan sonra altına girdiği sorumluluğun, vaatlerine ve
güvenilir kimliğine yakışır sadakatle sapına kadar hakkını verecektir. Ve şayet
vaatlerinin sadece üçte birini bile görev döneminde yerine getirebilirse,
inanıyorum ki siyasa ömrü bir Cumhur reisliğine kadar ulaşabilir.
Yoksa etrafında
hemen çöplenme mevzilerini alacak olan yalakalara kapılıp, önüne açılacak
tuzaklara düşerse, kendisinin de bir anda, terkedilmişlerin atıldığı bir köşeye
savrulacağını ise asla unutmayacaktır. Ayrıca İstanbul’un AKP kalelerinde
İmamoğlu’nun yaktığı ışığı görüp, kendi yolunu aydınlatan AKP seçmenlerine de,
sonunda doğru yolu gördükleri için, ortak demokrasi yolunda teşekkür borcu
vardır milletimizin.
Bitirirken;
İmamoğlu’nun yaktığı demokrasi ışığında yeni bir milli demokrasi seferberliğine
çıkarken bazı vazgeçilemez değerlerimizi eski ve sararmış sayfalarından
ayıklayarak yeniden anımsamadan geçmeyelim:
Yarım
kalan Atatürk Devrimini toprak reformuyla taçlandırmadan, zirai kalkınma
sağlanamaz. Zirai kalkınma olmayınca da sınai kalkınmadan bahsedilemez bile. Bir
de bunlara ilaveten kendi milli savunma sanayiine sahip güçlü bir ordusu
olmayınca da, bir büyük Dünya Devleti asla olunamaz.
Ve o
zamanda büyük Devletlere biat ederek veya sömürge olarak, talimatlarıyla
yaşamak durumu kendiliğinden hâsıl olur. Hoş bu durumdan, avanta sağlayan bazı
ihanet çevreleri mutlu olsa da, ulus Devlet milletiyle birlikte giderek
tarihten silinir. Böyle bir çerçevede ise karar artık ulus-milletindir.
Demek ki
her şeyin başı önce zirai kalkınmadır. Öyleyse aşağıda ki Atatürk’ün
buyruklarını, İmamoğlu bileşkesiyle bütün genç ve milli demokratlarımız
kulaklarına küpe yapmalı ve bu ideallerin doğrultusunda imanla yürümelidirler.
§ «Millî ekonominin temeli ziraattır.
Bunun içindir ki ziraatta kalkınmamıza büyük önem vermekteyiz. Köylere kadar
yapılacak programlı ve pratik çalışmalar, bu maksada ermeyi kolaylaştıracaktır.
Fakat etütlere dayanan bir ziraat siyaseti tespit etmek lâzımdır. Onun için de
her köylünün ve bütün vatandaşların kolayca kavrayabileceği bir ziraat rejimi
kurmak icap eder...» (Atatürk - 1.3.1922 3
Meclis açılış nutkundan)
Serendip
Altındal