25 Haziran 2019 Salı

YENİ DEMOKRASİYE BAŞLARKEN..


            Pontus filan gibi tutarsızlıkları, yalan, yanlış ve aslını astarını bilmeden ortaya atarak kendilerine bir seçim rantı yaratacaklarını umanlara, konuyla alakasız gibi görünse de, yine de okuyarak bir şeyler öğrenebilmelerini ve aslında nelerle uğraşılması gereğini anımsatacak bir alıntıyla başlayalım isterseniz.

§          1941’de ilk şekli hazırlanan ve daha önce değindiğimiz gibi son şekli Vekâletler arası temsilcilerle Merkez Bankasının mümessilinin iştirakiyle tamamlanan, Başvekil Refik Saydam’a sunulan ilk raporda «şahsî servet vergisi, malî sahada başvurulacak en son tedbir olarak» ifade edilmişti. Varlık vergisi ise, bir şahsî servet vergisinden başka bir şey değildi. Hatta münhasıran bir sermaye vergisi bile değildi, Çünkü sermaye niteliği taşımayan varlıklar da vergiye matrah oluyordu. Fakat gene de bir «mali yüzkarası» ve bir «piç vergi» değildi.
Bu kanunun çıkışı çeşitli yankılar uyandırdı. Uygulama sırasında gene eski işimde, yani Sanayi Tetkik Heyeti Başkanlığı vazifemde bulunuyordum. Herkes gibi ben de bu uygulamanın yankılarını dinlerdim. Bir gün evime Prof. Avram Galanti Efendi geldi. O zaman İstanbul milletvekili de bulunuyordu. Uzun boylu ve o sıralarda yaşlı bulunduğu için biraz iki tarafa sarsılarak yürüyen, fakat bilgili, muhterem bir insandı. Bize kanunların en eskisi olarak kabul edilen «Hamurabi Kanunu» nu o tanıtmış, o dilimize çevirmişti. Galiba İstanbul Musevîlerinin cismanî heyetinin de başkan veya üyesiydi. Yanında, İzmir Musevîlerinin cismanî başkanı olan Baba Gomel de vardı. Söz tabiî gene varlık vergisi yakınmalarına geldi. Baba Gomel:
— Siz koyunun postunu kırkacağınıza, koyunun kendisini kesiyorsunuz! Şeklinde hoş ve pratik benzetişlerle, sermayenin zedelenmemesini savunuyordu. Kendisine düşen büyük vergiyi de tamamen ödemişti. Fakat ben işi başka bir yönden aldım:
— Galanti Efendi, dedim, siz tarihçisiniz, işi şöyle almalısınız: Biz Türkler asırlardan beri bin bir savaşta, sanayie, para ve sermaye biriktirmeye vakit bulamadık. Sizler, yani bütün azınlıklar ise bunları yaptınız. Biz sizi savaşlardan koruduk. Siz orduya asker vermediniz, Hatta birtakım yollarla vergi de vermediniz. Ticareti, sanayii, ithalat ve ihracatı, para ve sermayeyi ellerinizde topladınız.
Bu işler, bizim asırlarca döktüğümüz kanlar pahasına ve hele Tanzimat’tan sonra münhasıran siz azınlıkların ellerinde toplanan imkânları korumak için oldu. Tanzimat Fermanı bile, bizleri bu savaşlardan kurtarmak için değil, sizlerin «mal, can emniyetinizi» korumak gerekçesi ile ilân olundu. Bu bizim asırlarca dökülen kanımızla, sizin bu sefer vereceğiniz bir iki yüz milyon kâğıt liralık varlık verginizi karşılaştırırsak ve buna hatta bir «Kan Vergisi» desek, hesaplaşmamız acaba çok zalimane olur mu? Ne dersiniz? İsterseniz bizim dökülen kanlarımız ve sonu gelmez askerlik emeklerimizle, sizin şu bir avuç vergi fazlanızı karşılaştıracağımıza, sizin biriken servetlerinizle, bizim biriken kan ve askerlik haklarımızı teraziye koyarak hesaplaşalım. Eğer biz haksız çıkarsak vergileriniz silinsin. Ne dersiniz…
Avram Galanti Efendi dürüst bir bilgindi. Bizim tarihimizi de biliyordu. Baba Gomel de pratik bir iş adamıydı. Her ikisi de haykırdılar. Galanti Efendi şöyle konuştu:
«Asla. Böyle bir hesaplaşmaya gidemeyiz! Çünkü o zaman yalnız bütün malımızı, mülkümüzü değil, cemaatlarımızın bütün fertlerinin canlarını da teraziye koyarsak, biz sizin asırlık kan ve askerlik haklarınızı ödeyemeyiz. Aldığınız vergi helâl olsun. Bu vergi, senin dediğin işler teraziye dökülünce, bizim ödememiz lâzım gelenin, bir zerresi bile değildir...»
O gün aramızda konuşulan bu sözler, şu piç ve yüzkarası denilen ve töhmeti hâlâ İnönü'nün omuzlarına yükletilen varlık vergisinin, galiba en doğru değerlendirme ve hesaplaşmasıdır... (İkinci Adam C. 2 S. 235-236 Ş. S. Aydemir)
               
            Alakasız gibi görünen yukarıdaki değerlendirme; galiba hazine vergisini, sadece zaruri icat ürünü çeşitli kalemlerle, sırtında yabancı sermayenin dış borç yükünü de taşıyan vatandaştan almayı düşünen ve icra eden, yandaşının varlık vergisini ise aklına bile getirmeyen veya getiremeyen, 17 yılın AKP iktidarı ve Erdoğan’ın vergi anlayışına atılan sağlam bir tokat gibi şakladı herhalde, değil mi? Oysa aynı bağlamda Türkiye’nin nimetlerinden faydalandıkları halde Türkiye için çalışmayan bazı Musevi, yerli veya diğer azınlık işadamları da okumalıdır bu ibretlik belgeleri.


            Tükenmiş bir neslin evrakı metrukesi ya da tanrılarının duymadığı lakin rüzgârın alıp götürdüğü o menfur haykırışları yapacağına, 31 Mart’ta hakkına razı olsaydın, bu kadar fark da yemeyecek, demokrasi suçu işleyip rezil de olmayacaktın. Serde akıl olmayınca mabut neylesin ki. Oysa seçimden önce, bu defa farkın daha da büyük olacağını söylemiştik.

            31 Mart seçimini iptal ettirmekle, daha son durağa bile varmadan Demokrasi tramvayından düşmüştünüz aslında. 17 yılın seçimlerinde AKP olarak en büyük farkı yemeniz başka nasıl izah bulur acaba? Sonuçta çakma cumhur ittifakınız ile Ulusal milli ittifak karşısında daha başından itibaren sıfırlayıp, neden kaybetmeye mahkûm olduğunuzu nihayet anlayabildiniz mi bari!

            Yıllarca susuz çöllerde dolaşan, kir, pas içinde bir kova kirli suya bile hasret kalan millet, sanki bir serap gibi ortaya çıkan ve gürül gürül akan, tertemiz İmamoğlu şelalesinde, bir anda bütün kirlerinden arınıp, yeniden can bulmuş gibi hissetti kendisini. Sağ ol oğul İmamoğlu! İyiki doğurmuş o mübarek anacığın seni.

            Herhalde Erdoğan sayende bir şey daha öğrenmiştir. O da şudur: Las Vegas’ta bile bir gecede bütün servetini kumar masasında, bu kadar göstere göstere kaybetmezdi inan! Siyasa budur işte. Senelerle ve zahmetle vardığın noktadan bir gecede savrulur uçuverirsin. Adamda önce sağlam temel olması gerekir. Bu temelde farklı kriterler içerir. Karışımda şayet bir kriter bile eksik kalsa, bil ki siyasa kendisini derhal yok sayar.

            Belki de Erdoğan önüne geleni kendisine danışman yapmayıp ta politize monşerlerin(!) de arada fikirlerini sorsaydı, herhalde onlardan çok şeyler öğrenir, durumu da bu kadar çaresiz ve hüsranlı olmazdı. Şayet kalan aklını kullanmak isterse; önce Bahçeli enkazından kurtulup sonra da İmamoğlu’nun önünü tamamen açarak İstanbul’un bir Dünya metropolü vasfına uygun olarak yeniden yapılandırılmasına birlikte yardımcı olursa, belki o zaman kara kaplı defterdeki birikmiş borçlarının bir kısmının, alacak hanesine virman edilmesi mümkün olabilir.  

            İmamoğlu’na gelince: Artık bundan sonra altına girdiği sorumluluğun, vaatlerine ve güvenilir kimliğine yakışır sadakatle sapına kadar hakkını verecektir. Ve şayet vaatlerinin sadece üçte birini bile görev döneminde yerine getirebilirse, inanıyorum ki siyasa ömrü bir Cumhur reisliğine kadar ulaşabilir.

            Yoksa etrafında hemen çöplenme mevzilerini alacak olan yalakalara kapılıp, önüne açılacak tuzaklara düşerse, kendisinin de bir anda, terkedilmişlerin atıldığı bir köşeye savrulacağını ise asla unutmayacaktır. Ayrıca İstanbul’un AKP kalelerinde İmamoğlu’nun yaktığı ışığı görüp, kendi yolunu aydınlatan AKP seçmenlerine de, sonunda doğru yolu gördükleri için, ortak demokrasi yolunda teşekkür borcu vardır milletimizin.


            Bitirirken; İmamoğlu’nun yaktığı demokrasi ışığında yeni bir milli demokrasi seferberliğine çıkarken bazı vazgeçilemez değerlerimizi eski ve sararmış sayfalarından ayıklayarak yeniden anımsamadan geçmeyelim:
            Yarım kalan Atatürk Devrimini toprak reformuyla taçlandırmadan, zirai kalkınma sağlanamaz. Zirai kalkınma olmayınca da sınai kalkınmadan bahsedilemez bile. Bir de bunlara ilaveten kendi milli savunma sanayiine sahip güçlü bir ordusu olmayınca da, bir büyük Dünya Devleti asla olunamaz.

            Ve o zamanda büyük Devletlere biat ederek veya sömürge olarak, talimatlarıyla yaşamak durumu kendiliğinden hâsıl olur. Hoş bu durumdan, avanta sağlayan bazı ihanet çevreleri mutlu olsa da, ulus Devlet milletiyle birlikte giderek tarihten silinir. Böyle bir çerçevede ise karar artık ulus-milletindir.

            Demek ki her şeyin başı önce zirai kalkınmadır. Öyleyse aşağıda ki Atatürk’ün buyruklarını, İmamoğlu bileşkesiyle bütün genç ve milli demokratlarımız kulaklarına küpe yapmalı ve bu ideallerin doğrultusunda imanla yürümelidirler.

            §          «Millî ekonominin temeli ziraattır. Bunun içindir ki ziraatta kalkınmamıza büyük önem vermekteyiz. Köylere kadar yapılacak programlı ve pratik çalışmalar, bu maksada ermeyi kolaylaştıracaktır. Fakat etütlere dayanan bir ziraat siyaseti tespit etmek lâzımdır. Onun için de her köylünün ve bütün vatandaşların kolayca kavrayabileceği bir ziraat rejimi kurmak icap eder...» (Atatürk - 1.3.1922 3 Meclis açılış nutkundan)

                                                                                   Serendip Altındal



15 Haziran 2019 Cumartesi

BEYANLARA AYAR..


            2 yıl kadar sağlık nedenleriyle siyasadan uzak kalan Baykal, sanki ilk günlerdeki gibi taze bir dimağ ile yine vatandaşların karşısına çıktı. Ve derhal bıraktığı noktadan, ülkesinin aymaz siyasilerine, tekrar yakın tarihle karışık bir Demokrasi dersi vermeye başladı.

            Söyleşide Baykal’ın, İnönü’nün, 27 yılın tek Parti lideriyken, emsalsiz bir özveriyle tek partili; ama partiler üstü, asla diktatör olmayan bir milli Şef rejimini, çok partili bir demokratik düzene geçirmiş olduğu ve o zamana kadar da rakipsiz olan CHP iktidarını, DP’ye kendi eliyle devredişinin tarihi değerinin ötesinde, Dünya siyasi tarihinde de emsali olmayan bir zafer olduğu mealinde sözleri, noktası, virgülüyle büyük ustanın ağzından dökülürken, kulaklarımızın 17 yıllık pası da silindi.

            Aslında bu sözler son günlerde siyasi güncelimizde oluşan büyük siyasal değerler ve kalite boşluğunu da pozitif anlamda doldurmuştur. Baykal’ın tespit ve tarihsel beyanlarından anladığımıza göre, şayet sağlam bir Devletçilikle (İnönü dönemi gibi) 2002 den bu güne kadar yürünmüş olsaydı, bugün Türkiye Cumhuriyeti olarak çok farklı ve kıskanılacak bir noktada olacaktık.

            Çünkü milli sanayi kalkınması adına konjonktürel çok müsait bir dönemi, savurganlık ve sadece safahatla geçirdik. Cumhuriyetimizin ilk dönemindeki denk bütçeden, bugün milli kaynaklarımızı yok ederken, dış borçların tarihimizin rekorlarını kırdığı ve gelecek nesillerimizin hayatlarını karartacak bir bütçeyi ülkeye miras bırakacak olan bir iktidarın, el değiştireceği günlere hızla yaklaşıyoruz. İşte bize bu savurganlığın tescilini yaptıran ve bu ilhamı veren Baykal’a, teşekkürü bir borç biliyoruz.

            Ayrıca büyük ustanın, bugünkü harabiyetin mimarı olan iktidara bile kesin bir tavır koymadan, sadece yumuşak bir üslupla ders verirken de iktidarı sanki yok sayması, izleyicide siyasal bir ustalık bağlamında da ayrı bir takdir dalgası yarattı. Netice de Baykal’lı program, başlığında da belirtildiği gibi gerçekten tarihi bir program olmuştu. Öyle ki Baykal ‘sız geçen bir 17 yıl aslında Türk siyasası adına telafisiz bir kayıptır.

            !7 yılın iktidarı bu kayıp yıllar içinde dış Politikayı öyle bir içinden çıkılmaz hale getirdi ki, kafası iyice karışan vatandaş, alakasızca çapraz meselelerle uğraşırken, varlığını teslim ettiği haramilerin ülkeyi nasıl soyup soğana çevirdiğinin farkına bile varamadı. Yani kendisini yönetenler bütün bu kargaşayı yaratırken, sadece ballı ganimeti çaktırmadan kaldırabilmek için iktidar ömürlerini uzatma gayreti içindeydiler. Yoksa Devlet, mevlet hikâyeydi anlayacağınız. Yani onların millet kavramı olmadığı gibi Devlet kavramları da yoktu aslında.

            İmamoğlu fırsatıyla da şapkaları düştü kelleri çıktı ortaya ve yenir yutulur tarafları da kalmadı artık. Baykal’ı izledikten sonra da kendi kendime bir daha düşündüm ve bütün hayat tecrübeme rağmen bir kere daha inandım ki, çok güzel şeyler, çok iyi insanlarla tecelli bulmuş, bulur ve bulacaktır ancak. Yoksa kendimizi yine aldatmış olurduk.


            Birincisinde bizi de harbe sürükleyip, harp mağlubu olarak Sevr muahedesiyle yüzleşmemizi sağlayan, sonra da neden olduğu ikinci Cihan savaşında da mağlupları oynayan Almanya’dır sonuçta. Buna rağmen sosyal ve milli kalkınma doğrularında, iki Dünya harbi mağlubu olarak enkazların altından dimdik ayağa dikilerek, yine lider Devletler safında yer alan Almanya’dır aslında örnek almamız gereken Devlet de. Lakin Türk ruhuna ve ordu-milli özeğine de sahip bir Almanya bileşkesi olursa ancak.


            Çünkü hem de 23 yıl arayla iki Dünya harbinin hem de mağlup safta olmakla çok daha ağırlaşan yükünün altından, kısa zamanda tekrar dimdik ayağa kalkarak, yeniden en güçlü Dünya Devletleri arasında baş sıralara yükselmek öyle her ülkenin başarabileceği iş değildir.

            Ne ki 1’ci Cihan harbi mağluplarından olan bitmiş bir Osmanlı’dan da, dimdik bir Türkiye Cumhuriyeti çıkaran Atatürk’ün liderliğini, kendisinden sonra devralan bir İnönü’nün başarılı, özgün milli Şefliği olmasaydı ne olurdu? Ve yine Almanya (Hitler) yüzünden tekrar girmek zorunda kalabileceğimiz yeni bir Dünya savaşı sonrasında da, zorunlu bir ittifak mağlubu olarak, körpe ve de artık Atatürk’süz Cumhuriyetimizin başına neler gelebilirdi acaba? Düşünmek bile istemiyorum. Sadece İnönü’ye medyunu şükran olmak gereğini biliyorum. İyi ki Atatürk’ün bir de can dostu İsmet’i vardı.

            Nitekim başımıza gelebilecek kâbustan, Atatürk’ün ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ düsturuna noktasına kadar sadık kalan milli Şef İnönü sayesinde kurtulmuş olduk. Ayrıca İnönü’nün başarısında, İstiklal döneminin kadim dostu ve destekçisi yakın komşumuz Rusya ile de saldırmazlık paktının devamda oluşu, yıpratıcı değil; ama yapıcı bir faktör olmuştu kuşkusuz.

            Milli beka politikası her şeyin önünde ve üstündedir. Ancak ondan sonra diğer politikalar gelir. Müttefikim dediğin şayet seni saymıyor, adam yerine koymuyor, salt kendi menfaatleri doğrultusunda takılıyorsa, milli menfaatlerin ve bekan bağlamında en doğru ve isabetli kararları alman, elbette vazgeçilmezin olur. Ki bunlara S-400’ler, milli silah sanayin filan da dâhildir.

            Yani müttefik yaftalı, gerçekte ise düşmanın, şayet bu alışverişten korkuyor, sana engel olmaya çalışıyorsa, doğru yoldasın demektir aslında. Ve sonuna kadar da o yolda yürümelisindir artık. Dolayısıyla da milli muhalefet sözcüleri, şayet vatandaşlarını ikna etmek istiyorlarsa, her şeyden önce beyanlarına, milli bekamız bağlamında ayar çekmek zorundadırlar.

            Son sözü de güncelin en taze İmamoğlu, Binali buluşmasına ayıralım: Hakkında Binali ile öncelere dayanan bir dostluğu olduğu söylenen konuşmacıların moderatörö, acaba neden Amerikancı bir kanaldan seçildi. Acaba Binali’ye soruların önceden servis edilip cevaplarının da danışmanlarca hazırlanmış olabileceği düşünülüyor mu? Bunun böyle olmayacağına ne kadar inanabiliriz. Zira iktidarın, imtihan sorularının önceden servisi konusunda da ne kadar uzman olduğu, tecrübeyle sabittir.

            Çünkü televizyonda kırılma noktasından Bahseden Erdoğan’ın sesindeki gizli istihza, akla kötü şeyler getirdi yine ve de şüphesiz. Lakin Binali nasılsa kopyayla da çuvallar. İftarlık talebe İmamoğlu’nun ise kesinlikle kopyaya ihtiyacı yoktur. Nasıl olsa yine ne söyleyeceğini bilecektir. Hatta inanırım ki Binali’nin kopyaya rağmen yanlış olacak cevaplarını bile düzeltecektir. İşte tek tesellim de budur...
           
                                                                       Serendip Altındal



10 Haziran 2019 Pazartesi

ONDAN SONRA..


            Atatürk’ün tartışılamaz Devlet adamlığının, inkılapçı, devrimci özeği ve diğer Dünya liderlerini gölgede bırakan yürekli dik duruşu, elbette salt ve tek başına fazla bir anlam ifade edemezdi. Çünkü her yiğidin, ideallerin, Devrimlerin bileşkesinde kurulmuş büyük Devletlerin başındaki liderlerin varlıklarının arkasında, analarından itibaren en az bir kadın yüreği varsa; uluslarının ikbali yoluna kurulan Devletlerin arkasında da en az bir ahde vefa sahibi Hükümet adamının parmağı vardır. 

            İşte en büyük inkılapçı, devrimci, idealist, lakin bürokratik ve doktriner bir Hükümet adamı olmayan tek adam Atatürk’ün arkasında da, Devlet düzenini, Atatürk’ün idealist, yaratıcı ve İnkılapçı ışığında, aksamadan yıllarca yürütecek bir icra organı olan İsmet İnönü vardı. İşte Atatürk’ten aldığı ortak inkılapçı ve Devrimci yolda sadakatle yürüyerek, Atatürk’ü Atatürk yapan gizli kahraman, kuşkusuz Atatürk’ün kendi ifadesiyle de İnönü’ydü.


§  «Çocuklar! Eğer Çankaya'da rahat edebiliyorsam, İsmet’in, sayesindedir».
Ve Atay şöyle devam eder:
«Bu sözü duymayan Çankaya davetlileri parmakla gösterilebilir. Mustafa Kemal ve İsmet, aralarındaki nispet daima ve ayrıca muhakeme edilmek üzere birbirlerini tamamlıyorlardı...»
Kaldı ki Atatürk, bu sözlerinin içtenliğini doğrulayan ve etrafındakilerin, her başları sıkıldıkça İsmet Paşaya başvurmalarını tavsiye eden görüş ve kanaatlarını, kendi el yazısı ile de belgelendirmiştir. Bu belgenin fotokopisini burada veriyoruz.
Bu bir vesikadır ki, yalnız Atatürk'ün İnönü'ye mutlak güvenini değil, Atatürk’le İnönü arasında ve devletin kaderine değinen her meselede olduğu gibi, hükümet ve idare işlerinde de,
müşterek prensip ve ahlâk haline gelmiş olan fikir ve ölçü birliğini de gösterir. Zaten İnönü bizim tarihimizde, bunun için İkinci Adam değil midir?
Bunlara, Yakup Kadri'nin, Atatürk'ten naklettiği şu sözleri de ekleyelim:
«—Çocuklar, ben ölürsem İsmet Paşanın peşinde gidin!
Buna benzer sözleri Atatürk'ün başka yakınlarından, hatta harimine girenlerden de dinlemişimdir.
«— Mustafa Kemal, ismet Paşayı niçin seçti?
1923’te Mustafa Kemal’in, İsmet Paşa üzerinde karar kılması için başlıca sebepler şunlardır:
 Mustafa Kemal’e karşı hususî bir rakiplik hissi olmadıktan başka, Mustafa Kemal’in otoritesine katı ihtiyaç olduğu kanaatında idi. Son derece çalışkan, ciddi bir Hükümet Adamı idi. Mustafa Kemal’in, maddî ve manevî topyekûn inşa kelimeleri ile hulâsa edebileceğimiz inkılâp davasına, en aşağı onun kadar inanmış bir Fikir Adamı idi».
«İsmet Pasa, Mustafa Kemal ve Atatürk sofrasının birincisi ve müstesnası idi Nüfuzu o kadar büyüktü ki, bugün kendisinden laubalice bahsedenlerin, İsmet Paşa sofraya gelince, ağızlarını bile açmadıkları sayısız akşamları hatırlayarak içimden gülüyorum» (İkinci Adam – Ş. S. Aydemir I C. S. 481 – 489 F.R. Atay)


            1923-1938 Cumhuriyet döneminin bir Parti rejimi olmadığı ve asla diktatör olmayan partiler üstü bir Milli Şef  (tek adam) idaresinde Devlet rejimi olduğu ise asla unutulmamalı ve bu husus başka rejimlerle de zinhar karşılaştırılmamalıdır. Bize miras kalan Osmanlı bakiyesi yok olmakta olan yarı sömürge bir Devletin enkazından, işimize yarayacak doğruları, bütün tarihi kaynaklarda da olduğu gibi ancak, dönemin yazar ve düşünürlerinden kazanabileceğimizi de bilmek mecburiyetindeyiz.

            O dönemde sayısız Devlet görevleri almış ve Dünya tarihinde iddialı bir devri başlatmış olan kadroculuğun da başını çeken bir aydın olan Ş. Süreyya Aydemir, o dönem aydınlarının en başında ve donanımlı olanlarından biridir. Bu nedenle konu Atatürk ve Cumhuriyet dönemi olunca da bu tarihin, Ş. S. Aydemir ’siz yeterli açıklığa ulaşamayacağını düşünürüm.

            Atatürk’ün vefatından sonra yerine aday gösterilenlerin hiç birisi, fütursuzca bir oldubittiyle bu görevi taşıyabilecek ne cesarette ne de istidattaydı. Bu ülkede bunlar yaşanmışken bir de bugünkülerin saygısızlığı ve küstahlığını yaşıyor olmak, inanın sıkıntıdan dudaklarımızı uçuklatıyor. Atatürk’ten sonra en kudretli aday olan İnönü bile bu göreve istekli olmamış, lakin zorunlulukla Cumhur reisi yapılmış ve iyiki de olmuştur.

            Ve ancak bu sayede körpe Cumhuriyet, Atatürk kılavuzluğunda yeni liderini yine bulmuş ve bugünlere kadar da gelebilmişti. Hatta İnönü, Cumhur reisi olmadan önce sonuna kadar çevresine, “şimdi hepimizin vazifesi, Atatürk’ün hayatını kurtarmaya çalışmaktır” yolunda talimatlar verirken, Atatürk yatağında ecelle mücadele vermekteydi…


            Esasen Mecliste 323 Mebusun, kimseye danışmadan ve hiçbir tesir altında kalmadan verdikleri gizli oyun 322 adedinin İnönü’yü tensip ettiğine (bir rey de Celal Bayar almıştı) bakıldığında, intihabın ne kadar isabetli, milli birlikçi, adil ve akılcı olduğu bir kere daha ortaya çıkar.

            Cumhuriyetimizin hangi ellere teslim edildiğini anlayabilmek üzere şayet aşağıdaki dış basın kaynaklarından da örnekler almazsak, İkinci Adama da haksızlık ve ahde vefasızlık etmiş olurduk. Esasen de bu yazı, Yüce Atatürk’ten sonra ve en fazla milli birliğe ihtiyaç duyduğumuz günlerde, utanmadan Lozan galibi İnönü’yü de karalamaya çalışanlara ithaf edilmiştir…


§  Dış âleme gelince,  Atatürk’ün ölümünün insanlık dünyasında uyandırdığı ve eşine pek rastlanmayan umumî teessür havası malumdur. Bu teessür bazen, hatta meselâ Bulgaristan’da çıkan Slovo gazetesi Başyazarı T. Kojuharofun yazdığı gibi:
«Dünya artık eskisi kadar enteresan değildir».
Denilecek kadar içten ve derindi. Ama böyle bir hava içinde, Atatürk'ün görevini devralacak insan üzerinde de dünya efkârının ayrı bir hassasiyet göstereceği şüphesizdi. İşte bu hassasiyet dünya basınında İnönü lehine ve müspet oldu. Meselâ bu konuda çıkan pek çok yazılardan şu satırları seçelim:
Yunan Proya gazetesinden:
«Dost ve müttefik komşumuz, yeni Türkiye'nin en yüksek vazife ve şeref mevkiine Kemal Atatürk'ten sonra en mümtaz şahsiyeti ittifak kararı ile çıkararak, dünyaya gösterdiği bu nadir birlikle iftihar edebilir».
«İsmet İnönü'nün, güzel faziletlerinden biri olan katı doğruluğu ve samimiliği, icap ve mantık mahsulü olan ve artık iki memleketin vicdan ve şuurunda yerleşen Türk Yunan dostluğu için kıymetli destek olmuştur.
Entransigent (Paris) İnönü'yü böyle tarif ediyor:
«Devlet adamı olarak kendini göstermiş olan büyük bir asker. Bir büyük savaş şefi, bir büyük idare adamı.,.
Paris Soir (Paris):
«Bugün Paris ve Londra neşe içindedir. Çünkü İsmet İnönü Paris ve Londra ile daima en dostane münasebetler devam ettirmiştir».
Liberte (Paris):
«Türkiye İsmet İnönü'yü seçmekle Fransa'ya çok büyük bir siyasî kiyaset dersi göstermiştir».
Katimerini’ye (Atina) göre İnönü şudur:
«Tecrübe edilmiş bir kıymet, itiraz götürmez bir kabiliyet.,,»
Estiya (Yunan):
«İsmet İnönü'nün yüksek meziyetlerinin, kendisini Atatürk'ün halefi yapan seciyesinin, geniş ve derin malumat ve bilgisinin, umumiyetle tanınmış ve teslim edilmiş olduğunu kaydetmelidir».
Zora (Sofya):
«Askerî şef ve stratej, Lozan'da siyaset adamı ve diplomat olarak zekâ ve dirayetini göstermiş olan İnönü... İnönü'nün karakterindeki ayırt edici vasfı, dürüstlüğü ve samimiyetidir».
Vremya (Belgrat):
«İnönü Atatürk’ün devamcısıdır. Atatürk'ün programından bir nokta bile değiştirilmeyecektir».
Izvestiya (Moskova):
«İsmet İnönü Türkiye Cumhur reisliğine seçilmiştir. Bu, Türkiye'nin reislik makamının, Kemal Atatürk'e halef olmaya lâyık bir adama sahip olduğunu gösterir».
D. N. B. Ajansı (Berlin):
«Alman gazeteleri İnönü'nün Atatürk'e lâyık bir halef olduğunu müttefikan kaydetmektedirler, Almanya, İsmet İnönü'yü selâmlar. Alman matbuatı onun fevkalâde enerji ve başlıca meziyetlerini kaydetmektedir.
Ordre (Paris):
«Atatürk, Türk devriminin dehası, İnönü yapıcısıydı».
Times (Londra):
«İsmet İnönü'nün şahsında azimkâr ve tecrübeli bir asker ve devlet adamı ve yirmi senedir beraber çalıştığı millî kahramanın mukadder bir halefini görmekte olan Türk Milleti, bu intihapla bu hislerini açığa vurmuştur. İnönü, yılmaz ve kökten ıslahatçı Atatürk'ün bütün manasıyla erkânıharbiye reisliğini yapmış ve bu makamda kudretli bir idareci ve geniş bir ıslahat programının tahakkukunda, Atatürk'ün başta gelen iş ortağı ve yardımcısı olmuştur...» (a.g.e. II C S. 30-33)

                                                                             Serendip Altındal



2 Haziran 2019 Pazar

ÇOK GÜZEL ŞEYLER..


            Türkiye’mizde askerliğin neredeyse sıfırlanma noktasına getirilmekte olduğu, düşündürücü olmaktan öte, provokatif bağlamda endişe vericidir de. Çünkü aynı paralelde hak edilmiş bir belediye Başkanlığı mazbatasının, verilmişken haklı sahibinden geri alınması, büyük bir kargaşa yaratıyorsa, sanki ana milli mesele buymuş gibi sıfırlanan milli askerliğin bir milli misak sorunu olduğu da arada Şeytanca boğuntuya getiriliyor demektir.

            Hele diğer yanda tam da elimizden diğer Ege adalarımız gibi sessizce kaymakta olan Kıbrıs, yeni bir 1974 şartları statüsü oluşturmaktadır. Ve bir de Akdeniz Gaz sultasının paylaşımı nedeniyle hakkımız olan yeraltı kaynaklarımız, bağırta bağırta elimizden alınıyorken, bizi ordusuz da bırakacak olan Şeytanlığın, seçim rüzgârına kapılmış milletçe ıskalanmakta olduğu ise yürekleri hoplatıyor.

            USA liderliğindeki emperyalist Batı, milli haklarımızı dahi yeni; ama daha da keskin bir SEVR mentaliyle bize çok görürken, Osmanlı’dan kalma yarı sömürgeliğimizi bile tama dönüştürme gayreti içine giriyor. Biz ise Erdoğan heyulası yapay bir Devletçilikle, büyüklük uykusunda çok güzel rüyalar görmeye devam ediyoruz.

            Bu arada USA, Batı liderliğini yeniden pekiştirmek amacıyla, korkulan Türkiye’yi, daha önceden sinsice hazırladığı işgal planı çerçevesinde kilit noktalarımıza oturttuğu elemanlarıyla yavaş yavaş kıvama getirerek büyük şovu için sonuçta, ülkemize nihai darbeyi vurmaya hazırlanıyor. Düşüncesi, ne hikmetse son günlerde ön planda sunularak böyle bir algı yaratılmaya çalışılıyor.

            Ne var ki bu bir uçuk senaryodur aslında. USA bunu, nüfusunun yüzde 66 sının Türkçe konuştuğu bir Dünyada olsa olsa ancak hayal edebilir. Çünkü Türkiye gibi 82 milyonluk Asya/Avrasya tabanlı bir Dünya Devletinin, manevra nitelikli oldubitti işgali, Amerikan menşeli uçuk Savaş filmlerinde bile yer alamaz. Çünkü bu ancak güldürü filmine veya sonu bütün iştirakçiler için acıklı bitecek, yeni bir devler savaşı trajedisine dönüşebilir neticede.

            Oysa böylesi bir abartı, aslında açık ara yine kazanması gereken bir İmamoğlu, şayet yine asosyal bir keten pereye getirilipte seçimi kaybederse, endişeli ve de sindirilmiş muhalefetin fazla ses çıkarmaması amacını taşıyan yeni bir taktik olduğunu da akla getiriyor.

            Biz nasıl olsa yeni bir Belediye seçimi arifesinde ‘illaki çok güzel şeyler(!)’ yapmayı umut etmekle uğraşıyoruz. Elbet birileri için çok güzel şeylerin olacağı kesindir. Lakin içimizdeki ve dışımızdaki ÖTEKİLER hiç de bizimle aynı görüşte değiller. İşte bunu da unutmamak lazımdır. Aman dikkat edelim de bu ‘çok güzel şeyler’ yeni bir Taksim Parkı dalametresine dönüşmesin…


            Oysa bu tarz yorumların dilaltı edilip, derin bir uykuda olan İnkılap okunun, cilalanıp, parlatılarak yeniden aktif yaşama dönüştürülmesi gerekti. Yani bütün güzel şeylerin en tepe noktasında bunun olması elzemdi. Türk Milleti İnkılap rüzgârıyla yelkenlerini şişirerek önce yarım kalan Cumhuriyet Devrimini noktalamalıydı. Bundan daha güzel ve çok daha muhteşem bir şey olabilir miydi acaba Türk Ulusu için. İşte USA ve yardakçıların bir takım hayalleri varsa, bu da bizim en güzel hayalimiz olmalıydı hiç olmazsa.

            Son 17 yılda sağı solu budanan Anayasamız, yeni bir milli heyecan, şevk ve dinamizmle, 1924 Anayasası kıvamında lakin güncel tamamlamamalarıyla revize edilip milli bekanın emrine tahsis edilmelidir. Çünkü İnkılap ruhu olmazsa hiçbir Devrim de olamaz. Ya da mevcut devrim 1938 den sonra olduğu gibi uykuya dalar. Cumhuriyet Devriminin yarıda kalmasının tek nedeni, İnkılap ruhunun, Atatürk’le birlikte aramızdan ayrılmasıydı.

            Daha da hazini, bir başka ifadeyle, bu da mı başımıza gelecekti cinsindendir. Yoksa ülkemiz, ordusu sinsi bir planla tasfiye edilerek USA ve yardakçılarına silahsız teslim mi edilmektedir. Çünkü karşımızdaki güçlerin bundan başka da bir çare ve kozları yoktur. Yani güçleri tarihte hep olduğu üzere Türk Ulusunun karşısında, ancak entrikaya ve yeni Bizans oyunlarına yeter.

            Ki bu esasen geçmiş yüzyılların da Latin geleneğidir. Sonra da bu kafalar yiğitlikten, kahramanlıktan ve insan haklarından dem vurur. Ve bütün ilkeleri kendilerine mal ederler. Ve aynı bağlamda da hep içimizden işbirlikçiler aramışlar, satın almışlar ve onları bize karşı kullanmışlardır.

            Aslında hepsini geçiniz! Çünkü biz çok iyi tanırız onları demek yeterlidir. Şimdi ayni bileşkede Erdoğan ve Trump arasında, İslam payandalı, BOP çerçeveli yeni bir ittifak mı oluşturuldu yoksa. Acaba damat efendinin acil Trump ziyareti, bu ittifakın açılış parantezi miydi?

            Öyle veya böyle, altında ya da üstünde, neresinden bakılırsa bakılsın Türk Milleti her an patlamaya hazır bir cephaneliktir. Hele de ateşle yanına bile yaklaşmaya hiç gelmez. Onun içinde yılan gibi süzülüyorlar ya içimize. Ki bunun nedeni ise Türk’ün taklidi ve kopyası olmayan özeğinde gizlidir. Aslında tarih okumasını bilenler, bunun böyle olduğunu da çok iyi bilirler. Yani biz bir kere daha hatırlatmış olalım da. Arif olan anlar belki…


            Eski tüfeklerinin yeniden AKP koltuklarına davet edilmeleri veya bunlara yeniden ikbal dağıtma ihtiyacı, elbette artık yenir yutulur tarafı kalmayan AKP imajının yarattığı kaybın asgariye indirilmesi içindir. O zaman bu eski tüfeklere, Partileriyle istedikleri şartlarda yeni antlaşmalar yapmalarının da önü açılmış oluyor demektir. Ki bu da tükürdüğünü yalayan AKP’nin son aptallığı, daha doğrusu da tükenmişlik çaresizliğidir.

            Diğer bir şık da hesap günü geldiğinde Erdoğan’ın, tek sorumlu olmamak üzere eski günahkâr yoldaşlarını tekrar yanına toplayarak, sorumluluğu paylaşmak nedenli ve onları yeniden aktive ederek dikkatleri dağıtıp, yasal paradigmanın sadece kendi üstüne odaklanmasını önleme planımıdır acaba? O zaman da bu zevatın, tufaya gelmemek, açık vermemek üzere çok dikkatli olmaları gerekecektir, kendi hesaplarına.

            O halde hepsine birden söylemek gerekirse: Efendiler! Şayet iddia ettiğiniz gibi akil olsaydınız, Binali’nin sadece menfaat yandaşlarına, İmamoğlu’nun ise gerçek ve mağdur vatandaşların tümüne, yani ağırlıklı ekseriyete hitap ettiğini de anlardınız.

            Dolayısıyla da ikilinin arasındaki fark, geceyle gündüz farkıdır. Binali’nin işi artık Allaha kaldığı için şimdilerde mehdilerle filan yanyana pozlar veriyor. Bunların da bilincinde olduğunuz düşünülerek, seçim günü bütün asosyal kozlarınızı kullanacağınız da hesaplanıyor aslında. Bakalım göreceğiz.

            Ayrıca günahsız ve hakları da tarafınızdan gasp edilmiş bir adama, hiç utanıp, sıkılmadan yaptığınız karalama ve iftira operasyonlarınızla, hasmınızın oy potansiyelini kendi aleyhinize ne kadar arttırdığınız acaba o akil kafalarınızca da kabul gördü mü veya görebilir mi?

            Velhasıl bütün bilinmeyenler hakkında sorduğumuz sorular, aslında aklımızın da varlık nedenidir. O halde ortak varlığımız için yapabileceğimiz en akılcı şey, açken önümüze konan ve menşeini bilmediğimiz bir lokmayı bile yutmadan önce, sorgulamaya devam etmek değil midir?


            Bazı kamu Bankalarının yönetim kurullarına atanan eski AKP tüfeklerine bakıldığında; okumadığı veya usulen okuyup da anlamadığı Bankalar mevzuatlı belgelere sadece imza etmek üzere o ballı pozisyonlara atandıkları anlaşılıyor. Öyle ya sonuçta ballı maaşların da bir karşılığı olacaktır hiç şüphesiz. Bütün bu atamalar, AKP iktidarının, hep kontrolü elinde tutmak amacıyla neden kilit pozisyonlara kalifiye olmayan ve sorumluluk taşıyamayacak elemanlar atadığının da şaşmaz bir göstergesidir.

            Her şeylere rağmen en samimi dileklerimle, Bayramınızı gönlünüzce ve en güzel şeylerle dolu dolu yaşamanızı diliyorum, sevgili dostlarım ve okurlarım.

                                                                       Serendip Altındal