26 Mayıs 2018 Cumartesi

BALONCUZADELER..


            Geçen günlerde Medeniyet Üniversitesinde talebelerle yaptığı bir söyleşinin izlenti adresini bu yazıma eklemekten kendimi alamadığım sevgili Banu Avar’a hak vermemek imkânsızdır. Hak verdiğimiz ögeleri sıralarsak:

1.      Müstevli İktidardan en kısa zamanda kurtulup acilen Milli bir Hükümet kurmak.
2.      Dış Ticaret açığımızı Çin vasıtasıyla kapamak.

Bu konuları açarsak: Birincinin üstünde fazla durmaya gerek yok başlık kendisini, nedenlerini dahi sıralamaya gerek kalmadan açıklıyor nasıl olsa. İkincisinin üstünde biraz durmak gerekiyor. Çin’in tasarımında olan yeni İpek Yolu projesi asla göz ardı edilecek bir proje değildir. Ayrıca Çin’in bize olan ihtiyacı, her şeyden önce Asya, Avrupa arasında etrafı denizlerle çevrili en büyük köprü Türkiye’miz olduğu için Doğu ve Batıyı en hızlı ve ekonomik bir eksende birleştirecek ana konuma da sahiptir.

Ayrıca küçük Asya’nın çevresindeki açık denizlere açılan limanlarını da bu resme eklerseniz, Türkiye’nin böylesi devasa bir projedeki önemi kendiliğinden ortaya çıkar. İşte bu perspektifle bile bakıldığında Dünya da en fazla Dolar rezervine sahip Çin’in bizim dış borçlarımızı kapaması aslında sadece Çin’in değil bu projeden nemalanacak bütün Devletlerin de menfaatleri gereğidir.

İşte tam da bu noktada Sevgili Avar’a hak vermemek mümkün değildir. Ayrıca milli varlığımız ve jeopolitik konumumuzla fazlasıyla hak edeceğimiz bu destek, asla bir bağış ve bizi ABD veya IMF’e köle eden bir borç da değil, anamızın ak sütü gibi de hakkımız olacaktır. Ayrıca bu da bizi kimseye borçlu kılmayacaktır.

Aşağıda bilhassa gençlere de mutlak okumalarını tavsiye ettiği Emin Değer’in ‘Oltadaki Balık Türkiye’ adlı eserinden yaptığım bir alıntıyı da, yazarına empati oluşturulması bağlamında yazıma ekliyorum.




§      Emperyalizm, askersel işgalli sömürüyü, Ulusal Kurtuluş Savaşları'nın yaygınlaşması nedeni ile sürdüremeyeceğini anlamış ve İkinci Dünya Savaşı sonrası yeni bir yöntem geliştirmiştir. Emperyalizm, bu kez dostluk ve yardım anlaşmalarıyla gelmiştir. Hem de, geldiği ülkenin tüm alanlarını denetlemenin yol ve yöntemlerini anlaşmalarla sağlayarak!
Bunun bir başka adı, "Dolaylı İşgal"dir. İşgalci yöntemin, ulusal bir direniş bilinci yaratmasına karşın, bu dolaylı işgal, değil halkın, politika ile uğraşan çoğu kişinin bile ayırdına varamayacağı bir gizli işgaldir.
İşte ABD, dünyanın az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerine ve Türkiye'ye, bu
yöntemle yerleşmiştir. Biliyorum, bu "yerleşmiştir" sözcüğüne kimileri dudak bükecektir. Ancak, Türkiye'nin ve benzeri ülkelerin, 1950'lerden bu yana geçirdiği evreler dikkate alındığında, bu "yerleşme" sözcüğünün yerinde olduğu görülür.
(Oltadaki Balık Türkiye)


Yabancı yatırımla milli kalkınma olmaz. Çünkü yatırımcı, yatırdığını misliyle çekip götürecektir de. Yoksa neden yatırım yapsın ki. Bunu engellemek ise söz konusu değildir. Aslında güvensiz bir ortama dış kaynak da itibar etmez. Dolayısıyla Hukuksal düzeyde de yetersiz, güven vermez ve beceriksiz iktidarı yüzünden ekonomi-politiği tersyüz olmuş bir ülke, emperyalist yatırımcı için bile sorunlu bir ülkedir. O halde yabancı yatırım konusunu hiç açmadan kapayalım isterseniz.

Hal böyle iken, yabancı yatırımcı için bir güven ortamının yaratılması düşüncesine, bütün adayların sarılması telkini, bazı yandaş bilgiçler tarafından sanki vazgeçilmez bir kalkınma siyasası gibi ortaya koyuluyor. Oysa bu, yabancı sermayeye bağımlılığın, kanunlar ve adalet kurumlarıyla da desteklenmesi temayülüne yönelmekten başka nedir. Hâlbuki biz bu bağnazlığı, daha Cumhuriyetin kuruluşunda milletçe aşmamış mıydık? Şimdi bundaki absürt algı operasyonunu daha fazla açmaya gerek kalıyor mu? İçindeki art niyet, ikircikli ve maksatlı yaklaşım, kendini açıklamıyor mu?

İstiklal Savaşımızın sonrasında, ilk Cumhuriyet döneminde olduğu gibi içi boş hazineyle bile bağımsız bir Ekonominin kurulabileceğini ortaya koyan Kemalizm, neden bugün unutulan veya unutturulmaya çalışılan; ama bizi biz yapan yüce değerimizdir aslında. İşte bu sorunun cevabı yukarıdaki art niyetin de cevabı olacaktır. Dibine kadar yabancı sermayeye bağlı, her ferdi Dolar üstüne Dolar istifleyen bir Hükümet erkânından yoksa yabancı sermaye ile kurtulmuş bir milli Ekonomi mucizesi(!) mi bekliyordunuz.

Atatürk Ekonomisinde de başlangıçta yabancı sermaye bir miktar vardı; ama tamamen Devletin ortak olduğu ve denetimini tek taraflı anlaşmalarla elinde tutarak tam bağımsız milli model uyguladığı bir sistemde. Yani yabancı sermayenin yüksek faizle şişip olmadık zamanda da ülkeden kaçma gibi bir lüksü hiç yoktu. Ve Allah’tan o zaman Erdoğan emsali bir lider değil de bir Atatürk vardı başımızda. Yoksa bugün sade biz değil; ama Erdoğan’lar da olamazdı.

Aynı ilişkide, bir de adaylar arasında ağız birliği yapmışçasına, ana dilde eğitim lafı dolaştırılıyor. Sakın bunu vaat olarak sahiplenmeyin, yoksa kendi bacağınıza sıkmış olursunuz. Ana dilde eğitim elbette olmak zorundadır. Tabii anadil diye kastedilen ulus devletin milli dilidir. Etnik dilde eğitim ise ancak özel dershanelerdeki kurslarla verilebilir. O da Devlet bunu programına almışsa; ama mecburiyeti de yoktur.

Çünkü hiçbir Devletin milli dili olmayan bir dilde eğitim vermesi beklenemez, bu talep dahi edilemez. Yoksa etnik dillerin, hatta 39 lehçesi olan Türkçe’nin bile ulusun kullandığı lehçesi anadil kabul edilir. Ki Kürtçe denilen ve aslında Türkçe den ayrı bir dil olmayan lehçe de böyledir. Yoksa maksat eğitim değil de emperyalist maşası olacak birilerine otonomi vermekse; o düşünce de olanlara siz gidin herhangi bir Ulus Devlet de – İngiltere, Fransa, Almanya ve hatta farklı etniklerden oluşan federatif kampus Devlet ABD de dahi vs.- bu talebinizi yapın, bakalım size ne diyecekler, nasıl bir tepkiyle karşılaşacaksınız diye sormak gerekir. Yani sözün özü her Devletin tek; ama kendi ana dilinde milli eğitimi olmalıdır ki önce de Devlet varlığı olabilsin. Ve elbette ki Türkiye’miz de onlardan farklı değildir.

Şimdi son akçemizi de kumbaramıza atalım ve diyelim ki:
Doğru bir lider elinde fener taşıyandır. Çünkü karanlık tünelde fenerini yakınca, başta kendisi olmak üzere bütün arkasından gelenler, gidecekleri yolu birlikte göreceklerdir de ondan. O halde soralım şimdi. Ben liderim diyen her bir adaya; cebinde fenerin var mı?


Büyük Şef her zamanki seçim öncesi alışıldık duygusal algı operasyonlarına başladı. Ve yine yeni bir suikast balonu uçurdu. Bu kadar suikast teşebbüsü gerçek olacak; ama sen isabet almayacaksın. Haydi, canım geçiniz. Ne ki bu defaki balon, dün mülkiyetine sahip olduğumuz güzel Yugoslavya; ne yazık ki bugün emperyalist eliyle ucube bir kampüs ve toplu Türk mezarlarına dönüşmüş topraklardan uçuruldu. Ve ne denli büyük yazıktır ki; hem de tarih yazmış ve tarihinde sayısız Milatlar olan şanlı Türkiye Cumhuriyetinin bir Cumhurbaşkanı tarafından…

                                                                       Serendip Altındal



20 Mayıs 2018 Pazar

KELAM..


            Kudüs’te ipler kopmak üzere. Uhrevi bir ikbal(!) hayaliyle erişilmez hedeflere doğru koşan sapkın Siyonist, artık gemi de azıya almış ve Ortadoğu da yeni bir Firavun tokadı yemeye hazırlanırken, bizdeki milli ittifakın başında, Şener'in yanında İnce’nin de yer alması, bir anda yeni Dünya harbi tehlikesini bile unutturdu Türk Milletine. Şener’le yeşeren umutlar İnce ile de tavan yaparken; ne kadar isabetli bir seçim olduğunu bir kere daha ortaya koymuştur. İkisi de bir elmanın yarısı gibiler. Sonuçta da o elmayı nasılsa yine bütünleyeceklerdir şüphesiz.

            Her sorulduğunda Türk birliği varlığından asla ayrılmak istemeyen; ama dış dünyayı sömürge kabul eden Batı emperyalizmi ve Israil Siyonizm’inin ortak emelleri doğrultusunda, Kürt olarak çakma bir etnik kimlikle parafe ettiği Güney Doğulu öz Türkmen vatandaşlarımız için de, bir umut olmuştur aynı zamanda İnce.

            Bırakın altından su kaçıran BM’yi de; sebep sonuç ilişkisi yasalarına göre, Ortadoğu da yeni bir Firavun tepkimesine maruz kalarak tekrar yok olma tehdidiyle karşı karşıya olan İsrail’i, normal boyutlarının üstünde aşırı şişirerek ölçüsünü kaçırtan ABD, muhtemeldir ki desteğini çekerek İsrail’in aklını başına yine getirmek zorunda kalacaktır. Çünkü Trump ile mevcut varlığı bileşkesinde, irrasyonel bir noktaya taşınan ABD siyaseti, giderek otokontrolünü de kaybetmektedir.

            Bu bağlamda ülkenin ılımlı, barışçıl ve tradisyonel Demokrat kanadı, Siyonist, Masonik ve saldırgan emperyalist sivri uçlarını acilen tasfiye etmek zorunda kalacaktır. Çünkü bir Dünya harbiyle geleceğin karardığı bir döneme girildiğinde, Federallerini de bir arada tutması artık mümkün olamayacak ve önce de Amerika Birleşik Devletleri tarihe karışmış olacaktır. İşte ABD’li rasyonel aydınlar da bu durumlarının farkındadırlar kuşkusuz. Ve bu durum aynı bileşkede ABD’nin yeni bir birleştirici yapılanmasını da zorunlu hale getirmiştir.

            Aynı bağlamda ilk önce de içlerindeki Siyonist takımının kendilerine çeki düzen vererek ortak menfaatler adına İsrail’e kontağı kapattırıp, el frenini çektirmeleri gerekmektedir. Ki Dünya Harbi şimdilik olmasın ve yeni bir bahara ertelensin. Nasıl olsa ABD’nin tek varlık nedeni olan Dünya ticaret birimi kabul edilen Doları da sıfırlanıp tedavülden kalkınca, bu bahar ister istemez öne çekilecektir.

            Doların bir arada tuttuğu Federallerin, birliği terk etmesi mümkün değildir öngörüsünde bulunan Siyonist yazar Rubin Efendiye göre Doların iflası da mümkün değilmiş anlaşılan. Lakin her şeyin sonrası da düşünülmelidir. O zaman da bu çözülmeyi aslında Rubin’in de öngördüğü kendiliğinden anlaşılır. Öyleyse ‘ey Amerika! Ulusal bir ortak kader, ananeler ve kardeşliğin manevi gücünün birleştirdiği, ayrı olsalar da her zaman bir araya toplayacağı Kızıl Elma ile senin her ferdi ayrı telden çalan kampüs mevcudiyetin, nasıl bir tutulabilir???’ . Hadi gel de sorma şimdi.

            Türk olmak; ortak manevi değerlerle bütünlenen bir yaratıcıya da duyulan aşktır. Ve insanoğlu var kaldıkça da var olacak ve asla tükenmeyecektir. Herkes önce kendi bulaşığını, çamaşırını yıkayacak, kendi söküğünü, yırtığını dikecek, aynada suratına bakıp kendisine çeki düzen verecek ki; sonra da bir arada oturup konuşarak anlaşabilelim. Sadece bizde değil, Dünya genelinde ki siyasa arenasında da bu yaklaşımı görebiliyor musunuz? Hiç sanmıyorum!


            İnce’nin, Erdoğan’ın popülizm tuzağına düşmemesi gerekir. Hatta akıllı olup Erdoğan’ı kendi popülizmi ile içinde bulunduğu ve çıkışı olmayan tünelde baş başa bırakmalıdır. Şayet Erdoğan’ın provokasyonlarına kapılır da ayak uydurmaya kalkarsa oyuna gelmiş olur ve finişi göğüsleyemez. Oysa Erdoğan’ın popülizm den başka da bir kozu yoktur. Ve onunda modası geçmiştir, prim ödeyeni de yoktur artık.

Yani İnce ciddi olup öyle de kalıp, kanıt, belge ve manifesto dosyalarıyla dolaşmalı ve toplum önünde irticalen konuşurken de, sık sık gerçek belgelere müracaat etmeli, aslen de dinleyiciyi eğitmelidir. Esasen öğretmen olduğu için bu da kendisine yakışır hani. Ayrıca Cumhurbaşkanlığı gibi Devletin en büyük kademesinin adaylığında, itibarının artmasını da sağlar. O halde, her türlü ahlaksızlığın yine yaşanacağından adımız gibi emin olduğumuz seçimlere giderken, aman dikkat!!! Zira tek güç millettir. Öyleyse milletin kalbini, mantığı ile birleştirmenin önünü açarak ekseriyeti kazanmak esas alınmalıdır.


            Şimdilerde ise ‘Yıllarca biz yeşili beton yaptık, haydi gelin yeşili şimdi birlikte yapalım’ mealinden başka da bir açıklaması olmayan Erdoğan imzalı propaganda zarflarını adreslerimize yollayarak oy talep ediyor büyük birader. Ve 16 yıldır kararttığı ülkemde yakın gelecekte – herhalde seçimi kazanınca demek istiyor - güneşi birlikte göreceğiz masalı anlatıyor. Biraz daha sula da toprak da yıkansın bari.

            Sanki uyumaya hazırlanan minik bebeleriz de bize ninni söylüyor. Hangi Güneş! Güneş mi kaldı 16 yılda yurduma örttüğünüz kara çarşafların ardından yine de parıldamaya çalışıyor mübarek. Ben Avrupa malını Avrupa’da, muadili olan Türk malını da Türkiye’de kullanmayı yeğlerim. Zira bunun aksi olursa bilirim ki müsait bir yanıma batan cari açık kazığını yemişimdir. İyi de muadili nasıl olacak, hangi patent ve fabrikayla AB ayarı milli ürün yapacağız. Nerede en sıkıntılı ve yokluk içinde, harp sonrası Atatürk döneminde sahip olduğumuz o emsalsiz milli ekonomimiz.

            Bir de kalkınmaktan bahsediyorsun. Ne ki sizin bundan anladığınız, önce yandaşlarını kalkındır ki onlar da seni şişirsin. 16 yıldır böyle olmadı da, acaba ben mi sallıyorum. Milli Fabrika mı, milli kaynak mı bıraktınız ülkede. Utanmadan şimdi milli kalkınmadan, adil düzenden bahsediyorsunuz. Sanki 16 yıldır milli olan ne varsa yok etmemiş, samanına kadar ülkeyi sıfırlamamışsınız gibi. Her şeyi bırakalım da insan denen istisnai varlıkta, hiç olmazsa biraz utanma olur da çeker artık elini beceremediği siyasetten. Yerinde olsaydım kendi adıma, çoktan delikanlı olup istifa etmiştim.

            Son günlerin hoşuma giden en isabetli kelamı İnce’nin ‘Erdoğan bize, siz hiç köprü, yol yaptınız mı diye sordu. Ben de ona sen hiç şeker Fabrikası yaptın mı diye soruyorum’ oldu…

                                                                       Serendip Altındal



6 Mayıs 2018 Pazar

ADAY..


            Emeklisi olmayan Devletin emekçisi de yoktur. Emekçisi olmayan Devletin ise aynı nedenle öz kaynakları ve milli ekonomisi de olamayacağından kendisi de yoktur. Şayet bugüne kadar var olmuşsa ve hali pür melali bu noktaya gelmişse ve durumunda acil bir revizyon da öngörmüyorsa o zaman geleceği de yoktur. Bu durumda ise Dünya Devletleri listesinde bir yeri dahi söz konusu olamaz demektir. İşte Türkiye’miz maalesef 16 yıllık AKP iktidarıyla bu noktaya gelmiş, getirilmiştir artık.

            Çünkü geçmişte, işçi memur emekçileri, aidat, bağış ve vergileriyle bugünün hazinesini dolayısıyla da Devletini yapmışlardır. Yarın ki hazineyi ve dolayısıyla da Devletini inşa edecek emeklileri ise bugünün emekçileridir. O halde Devletin devlet olması ve öyle de kalabilmesi için yerine getirmek zorunda olduğu en önemli görevin; bugünün ve geleceğinin bekası adına her şeyden önce yurdunda emekçi ve emekli güvencesini sağlamak olduğu, kendiliğinden anlaşılıyordur herhalde artık.

           
            İnce’yi yadırgayarak CHP’yi eleştirenler elbette olacaktır. Lakin hiç unutmasınlar ki bu defa ki aday doğma büyüme CHP’lidir ve CHP’nin de öz çocuğudur. Ve her şeyden önce de konuya şimdi bu gözlükle bakılmalıdır. Amerikan usulü bir Başkanlık yarışması içinde alışılmadık bir siyasa görüntüsü oluşuyor ki işte beni asıl rahatsız eden de budur kendi adıma.

            Nitekim Cumhurbaşkanlığı adayları, bulundukları seviyede artık partileri değil yurdun bütün vatandaşlarını temsil ettiklerini hiç unutmayarak, parti alışkanlıklarını, ucuz siyasetlerini ve jargonlarını derhal terk etmek zorundadırlar artık. İnanıyorum ki bu şartlara en fazla uyan aday, yurttaşından da en fazla saygıyı primlendirdiği oyuyla hak edecektir kuşkusuz.

            Alıştığımız Atatürk geleneğinin Türkiye Cumhuriyetinde geçmiş seçimler almanağına bakıldığında, 16 yıllık AKP iktidarıyla düşürüldüğümüz asosyal siyasa seviyesinin, Osmanlı’nın don döneminde ve iki Dünya harbi kargaşası sürecinde bile yurdumuzda yaşanmadığını söylemek zorundayız. Çünkü açık tarih bu gerçeği belgeliyor nasıl olsa. Acaba o dönemlerin siyasileri, devlet memurları, emekçileri, iş adamları, sıradan yurttaşları daha mı kültürlü, daha fazla mı saygılıydılar birbirlerine.

            İşte bu perspektifle önümüzdeki seçime bakınca; CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun ustalıklı tensibiyle güncel siyasada ‘dinsizin hakkından imansız gelir’ teşbihini de akla getiren bir bilirlikle, İnce sahneye sürülüverdi. Hani laf aramızda, İnce, tam da Erdoğan’ın uykularını kaçıracak bir adaydır işte. Milli görüş sahibi vatandaşları tatmin eden bir konuşmayla sahneye çıkan İnce’nin ise en azından verdiği; ‘senin üslubunda yarışacağız’ ya da ‘senin silahınla düello yapacağız’ mealindeki mesajıyla da centilmence topu rakibine atması, seviyeye uygun bir başlangıç bekleyen milli görüş sahibi yurttaşlarını, hem rahatlatıp hem de tatmin etmiştir.

            Böylece adaylık konusunu, bugün kabul gören siyasa matlubuna uygun bir başarıyla kapamıştır artık CHP. Ayni bağlamda kendisini eleştiren bir adayı, İnce’nin de ona teşekkürle belirttiği gibi, kendi seviyesinin üstünde en yüksek devlet makamına aday yapan erdem adamı Kılıçdaroğlu’nu biz de kutluyor, kendisine takdirlerimizi beyan ediyoruz. Ayrıca Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’a ‘al şimdi buldun belanı’ mesajını da kıvrak bir manevrayla verdiği, asla yadsınmamalıdır.

Başarılı bir liderlik tiradıyla iyi bir başlangıç yapan İnce’yi de kutluyor, vatanıma hayırlı olmasını diliyorum. Eh artık Erdoğan’ın uykuları daha da azalacaktır. Muhtemelen de uyku hapı almaya başlayacaktır bundan sonra artık. Erdoğan ve AKP den kurtulmadan, bölünmekten de kurtulamayacağımızdan, vatana hayırlı olsun o zaman! Çünkü artık aziz vatanımız, harami işgalinden acilen kurtulmak zorundadır. Şan ve şerefle başlayan Zeytin Dalının, klarnetli göbek havalarıyla son bulması, bağlamında şehit kanlarının karşılığı olmamalıydı. O şehitlerimizin aileleri, inanıyorum ki büyük aymazlığın hesabını, müstevlilere elbette 24 Haziran da soracaktır.

Zira ülkesinin Anayasasını, meclisini, milli kimliğini, özgün siyasi, laik sosyal yapısını, bağımsız ekonomik ve itibari varlığını ayaklar altına almış, vatandaşlarının yetkisiyle başladığı siyasi faaliyetine, yeminli olduğu bir milli görev olarak bakmayan, sadece kendi ve yandaş egolarını, ceplerini temsil den bir harami Hükümet, yönetiminde bulunduğu Devletin Hükümeti değildir ve asla olamaz da. Bırakın tarih yazmış yüce Türk ulusunu; böyle bir Hükümet ile herhangi bir milletin bile yoluna devam edebilmesi ve o milletin bir milli geleceğinin olması asla mümkün değildir.


Milli eğitimin özgün Türk kızı sevgili Akşener ise İnce’nin adaylığını hiç dert etmemeli ve asla da ittifaktan vazgeçmemelidir. Ve unutmamalıdır ki İnce’nin adaylığı kendi adaylığının önünü daha da açacaktır. Esasen ikinci turda nasıl olsa yine hep birlikte ortak adayı destekleyeceklerinden, hak yerini yine bulacak ve kısaca sıkıntı da kalmayacaktır. Öyle ya ortak amaç, netice itibarıyla artık karabasanımız olmuş bu müstevli misyoner Hükümetten, 24 Haziran’da kurtulmak değil midir???

                                                                                   Serendip Altındal







2 Mayıs 2018 Çarşamba

ANGAJMAN..


            24 Haziran’da kırılacak sandıktan AKP ampulü yine tekparça halinde çıkarsa; inanın kurumuş bataklığın ölü sivrisinekleri bile gülecektir o zaman halimize. Bir taraftan ittifak partilerinin Beştepe adayına karşı çıkaracakları adayların referansları birbirini takiplerken CHP den hala tık çıkmaması, Binali’ye bu adayın acaba uzaydan mı geldiği imasını yaptırıyor. Şayet uzaydan gelseydi çok daha hızlı inerdi sahneye muhtemel aday. Ne yazık ki uzaydan gelmiyor. Ve bu gecikme de yine istenen ekoyu vermeyecekse, hiç gelmese daha iyi eder.

            Sendeleyen Aydın Doğan’a bitirici darbeyi Saray tezgâhıyla vurup onu yere yapıştıran baba oğul Demirörenler, eninde sonunda son medya kalesini de kümülatif olarak yandaş tribünlere paketlemiş oldular. Böylece iktidarın filarmoni orkestrasına bir borazan kadrosu daha açılmış oldu. O halde yeni Saray akortlarına da hazırlıklı olsunlar gari. Haydi, hayırlısı bakalım.


            Yeni bir Dünya takımı çıkarmakta olan Türkiye’mize tam da bu sıralar, Sarayı ve Ali Sami’nin Mason değnekçileri aracılığı ile bir çelme takılmaya çalışılması, bize bu filmi geçmiş yıllarda daha önce de gördüğümüzü hatırlattı. Lucesku da maçı izlerken mazideki kendi kahrına empati oluşturmuştur mutlaka. Daha birkaç gün önce BJK’nın elinden tarihi bir hezimetten mucizeyle kurtulan ve son maçlara kadar düşe kalka giden GS ‘li oyuncular, son maçta alışılmadık bir eforla BJK’lı, ayakta durmasını bilen sağlam profesyonelleri bile ellerinin tersiyle devirerek, salyalı kızgın boğalar gibi olağanüstü bir performansla saldırdılar.

Yapay Doktor Ahmet Çakarın neredeyse fazilet İmamı yaptığı tetikçi Hakemin, angaje duyarsızlığı da orta oyununa ek zam olunca, BJK eksilen kadrosuyla da ucuz kurtuldu demek gerekir bu badireden. Aslında korktuğum başıma geldi. İnanın böyle bir oldubittiyi bekliyordum doğrusu. Hele Güneşin yanında Şam Şeytanı gibi pişkin pişkin sırıtan Terim’i de izleyince, vodvilde eksik bir nokta kalmadı. Federasyon tarafından ne kikmetse(!) yıllarca hak etmediği astronomik ödemelerle şişirilen Terim balonu, alışıktır böyle şişirilmeye. Ve yuvasına dönünce de sırtını dayadığı derneği, zamanında olduğu gibi yine şişirecekti onu elbette var kuvvet.

Aslında bir iki hafta önce BJK tarafından hamur gibi yoğurulurken çok farklı bir hezimetten kurtulan GS, rövanşta BJK’yı eze eze yendi de demek isterdim. Ne var ki görüntü hiç de beni buna ikna etmedi. Çünkü kafamda çok soru işareti asılı kalmıştı. Ve iyi biliyordum ki dernek bile ortadan ikiye çatlasa elde edilecek sadece bir iç şampiyonluktur fazlası değil. Çünkü Avrupa veya Dünya şampiyonluk pastası büyüktür, onun sahipleri başkalarıdır. Bizimkilere yedirmezler. İşte bu büyük pastanın başında oturabilecek bağımsız güce, neden sahip olmayalım ki demek istiyorum aslında.

Bizim dernekçilerin gözü büyük pasta da olsa da, ne yazık ki önlerine uzatılan küçük dilimlerle idare etmek zorundadırlar sadece. Yani dünün eski maşaları, bugünlerin ihtiyar delikanlıları veya çaylakları hep bildiğiniz gibi işte. Bizim Şark cephesinde demek ki değişen fazla bir şey yok hani diyelim sadece.

            Hepsi iyi de, başından beri inişli çıkışlı performans sergilerken ve hiç de bu gücün takımı görüntüsü vermiyorken, en kritik bir maçta bu olağanüstü eforu neye borçluydular acaba. Eski bir topçu olarak da bu bana pek inandırıcı gelmedi aslında. Maçtan önce idrar tahlili yapıldı mı? Talep olmayınca doping kontrolü de yapılmaz ya da ne kadar ciddi yapılır işbirlikçi TFF ile, Allah bilir artık.

Oturduğu yerden, her şeye karışma alışkanlığından olsa gerek, Güneş’e bile el atıp Katara transfer etmeye kalkan Erdoğan ve onun sıkı yandaş listesinde yer alan Orman’ı da aynı objektifin önüne koyunca, komplo netleşiyor esasen. Oysa Başkanın BJK’lı dik duruşunu alkışlıyorduk. FB’nin Başkanı Yıldırım bile Orman’ın yanında Makyavel’in Prensi gibi kaldı. Yoksa biz de mi kandırılmıştık acaba.

            Siz Erdoğan’ın ‘ey Mason’ dediğini hiç duydunuz mu? Demez, diyemez çünkü aynı kaynaklardan besleniyorlar da ondan. Ne ki biz GS’li dernekçilerin Ahmet Çakar, Toroğlu vs. gibi tetikçilerinin geçmiş günlerde bilhassa da BJK dan neler çaldıklarının, kulübe ne kadar zarar verdiklerinin hesabını da iyi biliriz. O yüzden emsalleri çoktan emekli olmuşken, bu dernekçi ihtiyar delikanlılar, bugün hala ballı maaşlarla ödüllerini alıyorlar ya zaten.

Aslında hep birlikte verdikleri zarar gerçekte Türk futboluna verilmiştir. Yoksa neden Barcelona, Real Madrid, Bayern München ayarında bizim de takımlarımız olmasındı. Lakin nasıl olsun ki. Hep emperyalist uşaklığı yapan siyasilerimiz, yandaş futbol Federasyonumuz ve ajan derneklerimiz varken.


            Ülkemizde resmi olarak ilk defa İttihadı Terakki Hükümeti döneminde 1912 yılında kutlanan 1 Mayıs emekçi Bayramı, özeğinden çok uzak ve Sosyalistlere karşı çok temkinli ve kısıtlı bir yaklaşımla sözde kutlanmıştı. Ne ki 106 yıl sonra bugün de fazla bir şeyin değiştiğini söylemek mümkün değil. Emekçilerin durumunda herhangi bir iyileştirmenin yapıldığını söylemeyi bırakalım da, bunu aklımıza bile getiremiyoruz.

Nasıl getirelim ki emperyalist beslemelerini, uluslararası sömürü düzeninin ajanlarını hala sırtımızda taşıyorken. O halde fabrikaları bile babalar gibi satılan kahırlı işçimin hangi Bayramını kutluyayım ki. İnşallah Türk yurdunda Tengri güneşi yeniden parladığında hep birlikte coşkuyla kutlamak hepimize nasip olur İnşallah.

                                                                       Serendip Altındal