28 Ocak 2019 Pazartesi

KATAKULLİ..


            Bugün ülkemizde en hayati ilaçların karaborsada bile bulunamadığına bakınca, gidişatımız Venezüella’dakiyle özdeş gözüküyor. İyi de bizdeki BOP eş başkanı, her ne kadar başarılı olamasa da milli görüşçü Chavez’in vasiyetine olan sadakatiyle iktidarda kalabilen Maduro ile bir tutulabilir mi hiç. Hayır! O halde nedir bizdeki sıkıntının aslı astarı.

            Bizdeki Başkan’la Trump’ın dar alandaki paslaşmasına bakarsak, milletçiliği nedeniyle Maduro’dan esirgediği desteği Erdoğan’a fazlasıyla verdiğine göre, kendisinden daha fazla bir ekonomik yumuşama beklememiz gerekmez mi? Yani hep böyle uyutulmadık mı şimdiye kadar.

            Muhtemelen Erdoğan politikasının, yüreğimize kazınmış Cumhuriyet derinliğinde ister istemez boğulacak olma korkusuyla, kendisinden beklenen misyonu geciktirmesi bağlamında Trump’ın; ‘ülkeni mahvederim’ paradoksunun, aslında Kemalist aydınlarımıza ve tüm milliyetçilerimize, Erdoğan sıfatında verilmiş bir tehdit mesajı olduğu anlaşılıyor. Lakin bu mesajda Erdoğan’a da bir pay ayrıldığı hiç yadsınmamalıdır.

            Hani, ‘bak projemizi bir takım ayak oyunlarıyla geciktiriyor, kişisel kaprislerinle işi yokuşa sürüyorsun. Ona göre dikkatli ol!’ Demek mi istemişlerdi acaba. Çünkü diğer yanda amaçlanan hedefe doğru yürütecek olan, Venezüella ile benzerlikler bu denli yoğunlaşıyorken.

            Bu benzerlikleri nasıl gözardı edebiliriz. Mesela zengin fakir arasındaki uçurumun derinleşmesi, suç oranının aşırı yükselmesi, toplumun yandaşlar ve muhalifler bileşkesinde ikiye bölünmesi. Fark şimdilik Türkiye’mizin üniter yapısına karşın Venezüella’nın eyaletler yapısıdır. Oysa bu fark da, şayet BOP misyonunu Erdoğan Hükümeti sonuçlandırabilirse, ortadan kalkacaktır. Ki gidişat, her ne kadar saklasalar da bu yöne doğrudur.

            16 yılda açılımından, Ergenekon’una kadar çeşitli manevralarla, sonunda da kontrollü bir darbeyle, adım adım oluşturulan tek adam sultasıyla, nihai son vuruşa zemin hazırlanıyor giderek. İş artık bir iç savaşla, eyaletler Devletinin kurulmasına kaldı. Hele Venezüella’nın tek adamı Maduro’nun yaptığı gibi birde muhalefetin seçim hakkı gasp edilirse, sen o zaman gör kıyameti.

            İşte hızlandırılmak istenen de böyle bir Armegedondur. Çünkü bunu iştiyakla bekleyen emperyalist Gladyo, USA liderliğinde biçtikleri model Devlet entarisini üstümüze giydireceklerdir o zaman. Adım adım yaklaşmakta olduğumuz bu noktada, inanın ‘iyi seyirler’ demeye espri bile olsa dilim varmıyor dostlar.

            Ve tehlikeyi kendisi de gören Erdoğan ister istemez İslam bayrağının arkasına saklanarak yavaştan almak zorundadır. Yoksa Erdoğan İslam yaftasıyla bugünün Dünyasında artık bir yere varılamayacağının bilincinde olacak kadar da akıllıdır kuşkusuz. Durum bu kadar açık olduğu halde, her gün oluşturulan çeşitli gündem çarpıtmalarıyla zamana oynamaktadırlar sadece.

            Çünkü en fazla korktukları Atatürkçü, milliyetçi Türk cephesidir ki bunu göğüsleyemeyeceklerini de çok iyi bilirler aslında. İşte son günlerde aşırı bel bağladıkları vatan, millet Sakarya edebiyatları hele de ağızlarına hiç yakışmayan, Türk, Atatürk, milli lafları da bu nedendendir. Lakin yine de dikkate almaları gereken, sahtekârlığı tavan yapmış USA yerine, Venezüella vatandaşının yine diktatörünün yanında, sırf milli duruşu nedeniyle yer almasıdır.

            Dünyanın en büyük hidrokarbon rezervine rağmen bugüne kadar genel fakirliğin ve münferit zenginliğin tavan yaptığı bir gecekondu ülkesi olarak kalmış veya bırakılmış Venezüella ile bizimde toprağımızda olduğu halde sahip olamadığımız değerli madenlerimiz, bin bir meşakkatle çıkarabildiklerimizin ise katakulliyle elimizden çıkarılması, size bir şeyler anlatıyor, ortak benzerlikleri çağrıştırıyor mu?

            Venezüella da bir yanda vaktiyle Maduro’yu desteklemiş olan USA, diğer yanda muhalefeti da sarmalayıp birden büyüttüğü genç Guido mantarıyla da ülkeyi, iktidarı ve muhalefetiyle prensipte tek paket haline getiriyor. Ve 16 yıl önce Erdoğan’ı bugünlerin tek adamı olmak üzere iktidar yaparken, aynı bileşkede ana muhalefeti de revize ederek Amerikancıları işbaşı yaparak bugünlerin iktidar stepnesi, etkisiz muhalefetini de nasıl yarattığını, sanki unuttuk sanıyor.

            Trump karşıtı olmak, Amerikan karşıtı olmak değildir. İşte bu doğrultuda içimizdeki, dışımızdaki bize el sallayanlara, göz kırpanlara azami dikkat ve itina ile yaklaşmalıyız. Zira Dimyata pirince giderken, elimizdeki bulgurdan da olmak vardır.


            Ticarete karşı değiliz aslında, şöyle ki: İslam öncesi Pagan Arapların birinci tanrıları Allah’tı farklı amaçlara hizmet ettikleri var sayılan diğerleri ise gerektiği zaman ve zeminlerde kurbanlarla kutsanırlardı. Ensar’ı ile birlikte Mekke’den kovulan Muhammed, henüz Hazret değildi. Medine’ye hicret ettiklerinde çulsuz ve yoksul idiler. Yaşayabilmek için hep birlikte, tarımcılıkta bilmediklerinden, zenginlerin konaklarında, arazilerinde işçilik, uşaklık, seyislik vs. gibi işlerde çalışmak zorunda kaldılar.

            Borç istedikleri Kureyşli, Yahudi tüccar ve tefecilerden ise güvence veremedikleri için yüksek faizle borç bile alamadılar. İşte bu yokluğun ve çaresizliğin canlarına tak dedirttiği Muhammed ve Ensar’ı Kureyş kervanlarını soymaya yöneldi. Beyaz bayraklı bir soygun çetesi kurdular. Böylece ilk İslam Devletinin de kurucu meclisi doğmuş oldu.

            Aslında yaptıkları, soygun çetesi kurmak zorunda kalarak kendilerinden esirgenen varlığa karşı yaptıkları isyandı. Bu tarihin belki de ilk Sosyalist ihtilaliydi. Ve Karl Marx’ı da fazlasıyla etkilemişti gerçekte. Artık nasıl kabul ederseniz. Ve nitekim nasıl bir tesadüftür ki, Kuranda ’ki ilk ayetlerden biri faizin haram edilmesidir. ‘Şayet Cennet de ticarete müsaade edilirse, ben kumaş ticareti yaparım’ dediğini de yazar Hz. Muhammedin İslam tarihi.

            Evrensel yalnızlığının idrakine varmış olan Arap insanı sığınmak için Allah’ını da yaratmıştı artık. İşte Muhammed’den önce Allah fikrine varmış olan Arap dünyasının başka da bir açıklaması yoktur. Öyleyse İslam emperyalist Arap’a karşı Muhammed liderliğinde tarihin ilk Sosyalist Devrimiydi.

            Böylece Allah’ı da tezgâh malı yapan şeriatçı emperyalist ilkellerin, Sosyalistleri neden sevmedikleri şimdi daha iyi anlaşılır belki. Ve görülmüştür ki nihai zihinsel evrim olan Komünizme bile ancak, İslam’ın evrensel birliktelikle evirilerek aslına dönmesiyle ulaşılabilecektir. Bugün getirdikleri noktada, İslam’ın tarumar yoksulluğu ise sahte Müslümanlarla onların Vatikan İmamlarının Ehli Beyt olanlara bindirdiği daha çetrefil bir katakullidir işte.

            Ne İslam’a ne de onunla özdeş olan ticarete karşı değiliz. Lakin sadece karısı Hatice’den ticarete aşina olan Hz. Muhammedin ki gibi karnı tok, hakkına razı ve dürüst ticaret ve tüccar sınıflamasını da yapmak zorundayız. Haydi, gel de bugün o hakkına razı, dürüst tüccarı bul bakalım. İstisnalar da bu inancı değiştirecek kadar çok değil maalesef.

            Başlangıç döneminde (Asrı Saadet) Ehli Beyt adaletinin sosyal ve mutlu sükûnetinden sonra Peygamberin ölümünden itibaren başlayan Ebu Bekir ve Ömer devirlerinin nihayetinde, Osman’la yaşanan sınıfsal İslam dönemi – Osman varlıklıydı ve çevresine yakınlarını toplayarak idari ve imtiyazlı bir sınıf yaratmıştı - onun öldürülmesinden sonra başlayan menfaat kargaşası, Peygamber soyundan Ali’yi de harcayarak İslam’ı şirazesinden iyice saptırdı.

            Hele Muaviye ile başlayan Emevi döneminde ise İslam’da ‘Mal al Müslim’in’ iken ‘mal al Devletin’ – merkezi Devlet olmadığından, devletten kasıt Halife ve soyudur -  haline dönüşerek tahammül edilmez bir sınıfsal çatışkılı kaotik bir döneme girildi. Ancak Peygamberin amcası Abbas soyundan Abbasilerin ihtilalinden sonra Abbasi döneminde adalet taşları yine yerine oturup İslam’ın taraftar kazanmasıyla, yeniden bir ikbal dönemi başladı.

            Ne yazık ki bugün sübyancılığı, oğlancılığı, kadın kasaplığını ve her türlü haramı bırakın telin etmeyi neredeyse teşvik eden ve utanmadan kendisine Müslüman diyebilen sapkınlarla aynı terazide tartılmak, aynı Sırat köprüsünü kullanmak istemiyor, Ehli Beyt tutkunu gerçek Müslüman artık…

                                                                       Serendip Altındal




19 Ocak 2019 Cumartesi

AKADEMİ Mİ, AKADEMİSYEN Mİ..


             Benmerkezci insanlara bir de yüksek eğitim yüklerseniz, epikürist güdümlü ve sınır tanımaz liberal profilleri giderek, genelde maalesef tahammül edilmez asosyal bir idefizme dönüşür. Arada sırada rastlanan istisnalarsa bu kaideyi değiştirmez. Yılların tecrübesiyle, bugüne kadar rastladığım bütün aydın yaftalı, yarı aydınlarda bu ortak paydayı gördüm hep. Hele sınırsız liberal mentalde olanları aydın sınıfına sokmak Deveye neden hörgücün var demekle eşanlamlıdır. Aslında aydın olmak da gerçekte göreceli bir kavramdır. Çünkü dağ başında bir mağarada bile kimsenin tanımadığı bir aydınla karşılaşmak mümkündür. Ve sakın asla, asla demeyin.

            Bu nedenle de yüksek eğitimle, sadece idealist ve bilimsel odaklı akademisyenleri Devlet burslu yetiştirmek, yani Devletin bilimselini kendi bursuyla eğitmesi, aslında daha fazla toplum ve Devlet yararına olacaktır. Yoksa paralı parasız salt meslek okullarıyla sanayi ve kamu ihtiyaçlarını karşılamak, kalkınmış Batı ülkelerinde de olduğu gibi yeterlidir.

            Ayrıca insan okuma yazma dâhil her şeyi kendi kendine de öğrenebilir ve çok okuyup araştırarak, akli verilerini azami kullanarak kendisini mükemmel bir aydın haline de getirebilir. İşte aynı zamanda düzgün karakter, adalet ve erdem olan akıl, bunun için vardır.

            Öyleyse civarımızdaki insanlarla sosyal, siyasi, ekonomik, kişisel vs. herhangi bir iletişime geçmeden önce akli kişiliklerini bu perspektifle analiz edersek, herhâlde yanlış yapmamış ve kuvvetle muhtemeldir ki ileride de büyük pişmanlıklar yaşamamış oluruz. İşte yeni seçimler öncesinde de bireysel olarak çok büyük sorumluluk taşıdığımız anavatanımızın ve milli varlığımızın kaderi meselesinde, aday seçerken de aynı perspektifle karar vermek en fazla ihtiyacımız olandır.


            Tırlak Başkanının peşinden, Sezar’ın Roma’sına doğru yol alan USA, Dünyanın neredeyse yarısını da beraberinde götüreceğe benziyor. Şayet tırlak Başkan kafayı yememişse, evrensel psikoloji kitabı yeniden yazılmalıdır. Trump çılgınlığı, Erdoğan’a da öyle misyon bindirmeleri yükledi ki Meclise bile girerken önce tüfekli avcılarını yolluyor içeri, sanki yaban Domuzu avına çıkıyorlar gibi. Meclise gidip bunları kendi gözümle görmeye ise inanın vatanıma duyduğum ahde vefa katsayım el vermiyor. Ve yüreğim sızlıyor.

            Yalnız bu kadar korku hiç normal değildir ve ikrarında belirtisidir aynı bağlamda. Dolayısıyla bir suçluluk kompleksini de akla getirir. Demek ki birilerinin Reisi, koruma ordusuna rağmen kendisini hiç güvende hissetmiyor kendi ülkesinde anlaşılan. Ne ki kendi vatandaşından bu kadar korkan lider de liderlikte olmaz. O halde bu durum silahlı bir işgali çağrıştırıyor ister istemez.

            Aynı bileşke de, meçhule giden Türkiye adlı devasa geminin 80 milyon yolcusu, fırtınalı denizde önünü bile göremeden yol almaya çalışırken, Kaptanın her gece ziyafet sofrasında sonu gelmez tiratlarını dinlemekten o kadar bizar oldu ki Kaptan köşkünde lostromoyu bile görmeye razıdırlar artık. Kim bilir belki de budur, o tabansız korkunun gerekçesi. Yani suçluluk ve yetersizlik.
  
            Sayın Türker Ertürk Paşanın 9,5 dakikalık videosunda: CHP NE YAPMALI...
Sayfalarla anlatılamayanları, dinleyerek anlama şansına sahip olacaksınız. Sadece genel muhalefet kanadı değil, AKP içindeki muhaliflerin, daha doğrusu vatan sevdalılarının da izlemesi önemle tavsiye edilir. Genel muhalefetin bilhassa da CHP nin seçimlerde nasıl davranması gerektiği anlatılıyor.

            Trump’ın ağzı kapanmadan konunun kapanmayacağını söyleyen Bahçeli, yine desteksiz sallamış. Elinin altında Cumhur ittifakı var nasılsa. Cumhur sözcüsü de olduğuna göre, uzat elini de kapatıver bari. En iyisi de bırak, bize faydası olmayan Kilisenin Papazını da, önce ortağın milli tanklarımızı tankçılardan alıp, baharatçılara teslim ederken sen hala nasıl olup ta o ittifakı yürüttüğünü bir zahmet açıklayıver lütfen de, aydınlanalım hiç olmazsa. Yüzünüz kızarmıyorsa, vicdanınızda mı sızlamıyor ittifakçılar…

            Seçimlere 3 Ay varken tanıdık seçim tiyatrosu çoktan başladı. Öyle ki daha şimdiden sahte adreslerde, olmayan caddelerde, boş evlerde inanılmaz sayılarda fantom seçmen ikamet etmeye başladı. Hal bu iken muhalefet kanadından fazla rüzgâr esmiyor, sadece etkisiz bir Meltemden başka. Aslında Ertürk Paşanın tavsiye ettiği gibi yapabilecekleri en akıllı ve etkili muhalefet, seçimleri boykot edip Dünya kamuoyunun ilgisini çekmektir…
                                                                                   
                                                                     Serendip Altındal



12 Ocak 2019 Cumartesi

KONTROLLU PROVOKASYON..


            Yerel seçimler yaklaştıkça korkutma hedefli yapay iç düşmanlığı körükleyip duruyorlar. Hâlbuki seçmen sayılarını nasılsa yine manipüle etmek varken ve kimsenin de sesi çıkmıyorken buna ne gerek varsa. Asıl rahatsız eden nedir biliyor musunuz? Milli güvenlik sorunu had safhada iken iktidar, muhalefeti dolayısıyla da milletin yarısından fazlasını düşmanı olarak gördükçe, Devletimizin elini kolunu bağlayan anti milli kördüğümün çözüleceği yoktur.

            Bu durum sürdükçe de bizim bölünüp, federatif Devletçiklere – ön Türk Budunlarının boylara ayrıştırıldığı gibi – ayrışmamızı planlayan BOP endeksli AB&ABD emperyal emellerinin de önü açılıyor demektir. Ve hal böyle iken iktidar ne mi yapıyor?

            Şöyle özetleyelim: Mesela arabanızla ıssız ve karanlık bir yolda gece sürüşü yaparken, uzun farlarınızla yol alıyorsunuz. İlerinizde sizi soymak üzere pusu kuran bir kişi, elindeki ayna ile kendi ışığınızı gözünüze yansıtarak sizi kaza yapmaya zorlayabilir. İşte Erdoğan’ın bilhassa da ana muhalefet lideri Kılıçdaroğlu’na yaptığı tam da budur.

            Ayna misalinde olduğu gibi kendisine yapılan haklı eleştirileri ayna tutmuş gibi yansıtarak, ana muhalefeti kaza yapmaya zorlarken de kontrollü bir provokasyon uyguluyor. Böylelikle arkasına aldığı yandaş hukukçularıyla ana muhalefeti, yapay hakaret tazminatlarıyla iflasa zorluyor. Hiç bu davranışlar, bırakın koca Türkiye Cumhurunun başındakini, bir muhtemel Potamya kralına bile yakışır mıydı acaba?

            Kontrollü demişken ne hikmetse, bütün yetkileri kendi eline veren ve bugün bile ne olduğu, nasıl olduğu hasıraltı edilen şu meşhur darbe geliverdi aklıma birden. O zaman da bu olacakları söylemiştik. O nedenle de bana sürpriz olmuyor artık hiç, tüm öngördüklerim. Aynı şeyleri tekrarlamaksa beni de bıktırıyor.

            Gözüne ayna tutulan sürücü ne yapmalıdır. Sadece yakın farlarını yakıp oyunu bozarak, yoluna hiç durmadan devam etmelidir. Belki de seçimler öncesi, milletin toptan sesini kısarak şaibeli yeni sonuçlara şimdiden alıştırmaya çalışıyorlar büyük olasılıkla yine, diye düşünüyor insan ister istemez?


            Doğuda Çin, Batıda Bizans belgelerinden, bizde ise ancak Göktürklerin Orhun yazıtlarıyla başlayan yazılı tarihimizden öğrendiğimize göre; Türk gücünden korunabilmek için büyük Türk Budunlarını küçük boylara bölerek dağıtmışlardır.
           
            Sonra da bunları birbirleriyle vuruşturarak, hepsinden kurtulmak üzere her daim zorunlu olarak da, Türk karşısında korku dolu ve entrikacı bir yaşama mahkûm olmuşlardır. Hristiyanlık bahane, dolayısıyla Türk düşmanlıkları da bundan olsa gerektir.

            Tabii daha Batı yazı nedir bilmiyorken, çok daha öncelerinden itibaren Türklerin mağara duvarlarına, kayalara, mezarlarına kazıdıkları sonra da Latincenin de kaynağını oluşturan tamga yazıtları da vardı elbette. Ve anlamlarını yorumlayamadan sadece harf sembollerini kullanmışlardı. Ne ki bugün de emperyalist Batı dünyası, Türklere karşı aynı o eski oyunun oyuncusudur yine.

            Ateşini, tekerleğini, yazısını, felsefesini hatta tanrısını bile aşırıp putlarını, fetişlerini terk ederek ancak uygarlıklarının eşiğine gelebildikleri Türklere, bırakın barbar desinler. Buna sadece gülünür. Hoş bunun böyle olduğunu kendileri de çok iyi biliyor; ama dürüst olmadıkları için de açık söylemiyorlar. Lakin kendi şanlı tarihlerini bizim çocuklarımız bilsin, bize yeter. İşte o yüzden de milli eğitimi iğdiş ediyorlar ya zaten.

            Şimdi gelin vatansever dostlarım tam da bu noktada, manipüle edilen milli eğitim üzerine yıllardır tek başına mücadele veren, bilhassa da ilk eğitim kitaplarında yapılan sinsi uyarlamaları belgeleriyle ortaya koyan Sayın Mahiye Morgül öğretmene, minnetle teşekkür edelim. (NET: mahiye.com)

            Ayrıca kendisine açılan davalarda, bu yiğit Karadenizli amazonumuzu hiç yalnız bırakmayan, hukukçusundan eğitimcisine kadar her sınıftan ahde vefa sahibi vatanseverlerimize de, bu vesileyle çocuklarımız ve torunlarımız adına minnet ve şükranlarımızı yollayalım ve hepsini kutlayalım.


            O halde varlığımızı koruyabilmemizin tek yolu, milli birliğimizi korumak ve hep tek parça halinde kalmak zorunluluğumuzdur. Bu durumlar tarihte de defalarca görülmüştür. Özellikle lükse, rahata alışıp, günlük yaşamcı vatansız Dünya vatandaşlarıyla – mesela bugün içimizdeki Amerikalılar(!) gibi - aynı yaşamı paylaştığında, kimliğini kaybeden Türk’ün, diğerleri gibi yok olacağını iyi bilen Tonyukuk, Bilge Kağan ve diğer liderleri Türk Budununa bu doğrultuda öğretici sayısız mesajlar bırakmışlardır.

            Öyleyse nedir: Hazinesine kadar kurutulmuş Türkiye Cumhuriyetini temsil ettiği söylenen bir Sarayda, ucuz figüranlarla sürekli oynanan ihtişamlı çadır tiyatrosunun aslı astarı. Alıştıkları için – ki alışmış kudurmuştan da beterdir – kanlarını da zehirlemiş olan lüks düşkünü muhteris yaşamlarını, milletin sırtında sürdürmeye devam üzere, yine ezilmiş milletin sırtına kambur olacak uzun vadeli dış kredilerin, tekrar önünü mü açmaya çalışıyorlar yoksa.

            İyi de, milli rezerv olan altınlarımızı bile sömürgeci tefecinin kasasına emanet ederken bunu nasıl yapacaklarını düşünüyorlardı acaba. Öyle ya sen bütün varlığını kendi elinle hırsızına teslim ettikten sonra, onun bir de üstüne sana para vereceğini mi umuyordun acaba…

                                                                       Serendip Altındal



4 Ocak 2019 Cuma

CANLI YAYIN..


            Yılbaşı gecesi açık alanlarda, binlerce seyirci önünde eksi derecelerde, canlı yayın yapan bazı yabancı kanalları izlediğimde düşündüm. Canlı yayın yapabilmek için önce sanatçının canlı olması gerekmez miydi? Oysa ayazda sanatçıların bir yanları buz keserken, yüksek parmak becerisi isteyen enstrümanlarına, donan gırtlaklarına nasıl hükmedebileceklerdi ki.

            Lakin daha erken saatlerde bir Alman kanalında (ZDF) son yıllarda Almanların yetiştirdiği en önemli Dünya yıldızı olan ve sahneyi tanınmış başka sanatçılarla da paylaştığı halde tek başına dolduran – ki onları bile kendisine hayran bırakan - Helene Ficher ise düzgün fiziği ile de başlı başına bir âlemdi. Almanlar perfeksiyonist oldukları için, sanatçının da mükemmelini yaratmışlar diye düşündüm.

            Çünkü baleden akrobasiye kadar değişen sahne hâkimiyeti, zarif fiziği, çok lisanlı repertuarı, mükemmel sesi ve sayısız ödülüyle komple bir sanatçıydı. Saatlerce süren şovuyla asla bıktırmadan izlenebildiği için de, sanatçı seçiminde hayli müşkülpesent olan bana dahi ‘sanatçı işte budur’ dedirtti. İnanın beni görsel ve duyumsal olarak tek başına, yeni sene için de müziğe doyurdu. Keşke bizim de böyle komple bir yıldızımız olsaydı diyerek kıskanmadan geçemedim.

            Bu komple sanatçıya ise fırsatım olsaydı: ‘Bak kızım kusursuzsun lakin bizde 16 yıldır 80 milyon izleyiciye tek tabanca resital veren ve hepsini idare eden Dünya yıldızımızın karşısında yine de hiç şansın yok’ demek isterdim. Bunun yerine ‘acaba ne cevap alırdım’ empatisiyle ve gülmekle yetindim.


            İlerleyen saatlerdeki açık hava şovlarında ise, bütün ustalıklarına rağmen Kuzey Avrupa kışının ısıran ayazında sahne alan sanatçıların, hata yapmamaları nasıl mümkün olabilirdi. Demek ki seyircilerin çoğu icra edilen sanattan anlamıyor, sadece iş olsun diye konu mankenliği yapıyor, sanatçılarda durumun farkında olarak işi idare ediyor olmalıydılar. Bu arada ısınmak için zıplayıp duran kadın, erkek, çoluk çocuk on binlerin, küfeler dolusu paralarını organizatörlerin cukkaladığı da tartışılamazdı.

            Bana da, bütün bu gürültü patırtıya rağmen malı götüren herifler, işlerini biliyor demek kaldı. Ne var ki yeni yılın yeni Dünya düzeni de, oysa müthiş huzura ihtiyacımız olduğu halde, her vesilede kuru gürültü ve bol atraksiyon olacaktı ve bizde bununla idare edecektik yine anlayacağınız.

            Sonrasında bizim sanatçıları izlerken TRT müzik kanalında, derece kazanmış; ama görme engelli zarif bir kızcağızın müthiş sesini dinlerken de eşimle birlikte yüreğimiz kabardı doğrusu. Hele tek başına sazı ve gür sesiyle bozlak yorumlayarak herkesi harekete geçiren ozan ile birlikte, ön Türk atalarımın uçsuz bucaksız bozkırlarında, dağları ve ormanlarında küheylanımın yelesine asılarak sanki bende birlikte uçuyordum Tengri ’ye doğru.

            Sanat ve sanatçı demişken: Devrimci örnek lider Atatürk’ün sihirli dokunuşuyla, bizim de varlığımız haline gelen milli sanatçılarımız, bilim adamlarımız giderek bolarmaya başlamıştı. Ve bu insanlarımız ilerleyen yıllarda, kendi öz becerileriyle kendilerini uluslararası arenalara da taşımışlardı. Sonra ne oldu, birden yer yarıldı da içine mi düştü bunlar.

            Veya ülkemizde bugün sanatçının, bilimcinin içine düşürüldüğü acınası durumunu gördüler ve bizar eden uzatmalı tek adam şovunu sürekli izlemekten bıkkınlık içerisinde, kendilerini bilimden, sanattan mı soyutladılar. Utanç ve elem ki hem de ne denlisi! Şimdi geçtik uluslararasından da, kendi içimizdeki karınca kararıncalarımıza dahi sahip çıkamıyoruz artık. Demek ki biz sahiden de bağımsız değilmişiz.

            Ve demek ki birileri Ulus olarak yok olmamızı, bizi tarihten bile silmeyi arzuladıkları için bağlamında, Atatürk’ümüzü, milli değerlerimizi çalarken, milli sanatçılarımızı bile bize çok görüyorlar. Oysa yabancı isimlerle sahne alan, bilim yapan, yazan, çizen sayısız ırkdaşımız olduğunu da çok iyi biliyoruz dışımızdaki dünyada. İşte bu da ayrı bir kahır oluyor ya bizim için.

            Üstüne üstlük, Dünya şehrimiz İstanbul’un tarihi promenat Caddesi olan Beyoğlu’nda yılbaşı kutlamalarında bile bizim vatandaşlarımız dışlanırken, Suriyelilerin cümbüş yapması izah edilir gibi değildir. Bırakın kapımızın önündekini, içimizdeki BOP ’un mevcudiyetinin başka da bir açıklaması olabilir mi? Yoksa nasıl izah edebilirsiniz Taksim’de ki maaşlı ÖSO militanlarının bayrak şovlu varlığını. Elbette bunların hepsinin hesabı bir gün toplu olarak sorulacaktır, sebep olanlardan.

            Cuma günü öğlen saatlerinde sahilde yürüyüşümü yaparken, baktım ki karşıdan semtin Müezzini geliyor, Camiye Cuma hutbesini okumaya gidiyor. Bir anda içimden ona; Hoca Cumalar Cumaları takip ediyor. İyi de bu ülke nereye koşuyor diye bir soruver cemaatine.

            De ki onlara: ‘Vatanı Türk evladının anasının ak sütüdür, rızkıdır. Bir gün de mezarı olacaktır. Mezarı ise Türk’ün balbalıdır ve tarihe attığı imzasıdır. Bu imza da Dünya tarihi kadar eskidir. Deyin ki Küffara; hodri meydan! Yüreğiniz yetiyorsa gelin de alın vatanını elinden o zaman’ demek geldi. İşte İstiklal harbi de bu hutbelerle oluşan Kuvayı Milli ruhla ve Atatürk’ün emsalsiz liderliğiyle kazanılmıştı. Şimdi o günler yine ufukta görünüyor. O halde yine Kuvayı Milli ruhumuzu çağırmak vakti gelmiştir.

            Kuvayı Milli ruh ise sadece Dünya tarihinde bir ilk olan ‘Türk İstiklal Savaşı’ ve Atatürk’le ve özeği olan ‘TÜRK’ le özdeştir. Başka türlü kullanılamaz. Teşbihi bile haramdır. Şayet kullanılırsa da o ruhun idrak edilmediğine işaret eder ve özeğine ihanet etmek ya da kasten ters algı yaratmak demek olur.   


            Sonuçta, biz de bir ayağımızla Avrupalı olduğumuz halde ne yazık ki bir yandan da Araplar kol yenimizden asıldıkları için, onlardan iki saat önce Yeni yılı kutlamak zorunda kaldık. Oysa biz uykuya giderken kalkınmış Dünyada hayat yeni başlıyordu. Ertesi gün iyi ki tatildi. Yoksa can körpelerimiz uykulu gözlerini daha açamadan karanlıkta okul yollarına düşeceklerdi yine.

            Bu iki saat ileride olma farkımız, bizim daha ileri bir medeniyete mi sahip olduğumuzun göstergesiydi acaba? Öyleyse bize yetişebilmeleri için onların daha çok çalışması gerekiyordur. O halde sıkıntı yok, derdimiz de yok demektir. Daha ne istiyoruz ki. Öyle değil mi dostlar…

                                                                       Serendip Altındal