4 Ocak 2019 Cuma

CANLI YAYIN..


            Yılbaşı gecesi açık alanlarda, binlerce seyirci önünde eksi derecelerde, canlı yayın yapan bazı yabancı kanalları izlediğimde düşündüm. Canlı yayın yapabilmek için önce sanatçının canlı olması gerekmez miydi? Oysa ayazda sanatçıların bir yanları buz keserken, yüksek parmak becerisi isteyen enstrümanlarına, donan gırtlaklarına nasıl hükmedebileceklerdi ki.

            Lakin daha erken saatlerde bir Alman kanalında (ZDF) son yıllarda Almanların yetiştirdiği en önemli Dünya yıldızı olan ve sahneyi tanınmış başka sanatçılarla da paylaştığı halde tek başına dolduran – ki onları bile kendisine hayran bırakan - Helene Ficher ise düzgün fiziği ile de başlı başına bir âlemdi. Almanlar perfeksiyonist oldukları için, sanatçının da mükemmelini yaratmışlar diye düşündüm.

            Çünkü baleden akrobasiye kadar değişen sahne hâkimiyeti, zarif fiziği, çok lisanlı repertuarı, mükemmel sesi ve sayısız ödülüyle komple bir sanatçıydı. Saatlerce süren şovuyla asla bıktırmadan izlenebildiği için de, sanatçı seçiminde hayli müşkülpesent olan bana dahi ‘sanatçı işte budur’ dedirtti. İnanın beni görsel ve duyumsal olarak tek başına, yeni sene için de müziğe doyurdu. Keşke bizim de böyle komple bir yıldızımız olsaydı diyerek kıskanmadan geçemedim.

            Bu komple sanatçıya ise fırsatım olsaydı: ‘Bak kızım kusursuzsun lakin bizde 16 yıldır 80 milyon izleyiciye tek tabanca resital veren ve hepsini idare eden Dünya yıldızımızın karşısında yine de hiç şansın yok’ demek isterdim. Bunun yerine ‘acaba ne cevap alırdım’ empatisiyle ve gülmekle yetindim.


            İlerleyen saatlerdeki açık hava şovlarında ise, bütün ustalıklarına rağmen Kuzey Avrupa kışının ısıran ayazında sahne alan sanatçıların, hata yapmamaları nasıl mümkün olabilirdi. Demek ki seyircilerin çoğu icra edilen sanattan anlamıyor, sadece iş olsun diye konu mankenliği yapıyor, sanatçılarda durumun farkında olarak işi idare ediyor olmalıydılar. Bu arada ısınmak için zıplayıp duran kadın, erkek, çoluk çocuk on binlerin, küfeler dolusu paralarını organizatörlerin cukkaladığı da tartışılamazdı.

            Bana da, bütün bu gürültü patırtıya rağmen malı götüren herifler, işlerini biliyor demek kaldı. Ne var ki yeni yılın yeni Dünya düzeni de, oysa müthiş huzura ihtiyacımız olduğu halde, her vesilede kuru gürültü ve bol atraksiyon olacaktı ve bizde bununla idare edecektik yine anlayacağınız.

            Sonrasında bizim sanatçıları izlerken TRT müzik kanalında, derece kazanmış; ama görme engelli zarif bir kızcağızın müthiş sesini dinlerken de eşimle birlikte yüreğimiz kabardı doğrusu. Hele tek başına sazı ve gür sesiyle bozlak yorumlayarak herkesi harekete geçiren ozan ile birlikte, ön Türk atalarımın uçsuz bucaksız bozkırlarında, dağları ve ormanlarında küheylanımın yelesine asılarak sanki bende birlikte uçuyordum Tengri ’ye doğru.

            Sanat ve sanatçı demişken: Devrimci örnek lider Atatürk’ün sihirli dokunuşuyla, bizim de varlığımız haline gelen milli sanatçılarımız, bilim adamlarımız giderek bolarmaya başlamıştı. Ve bu insanlarımız ilerleyen yıllarda, kendi öz becerileriyle kendilerini uluslararası arenalara da taşımışlardı. Sonra ne oldu, birden yer yarıldı da içine mi düştü bunlar.

            Veya ülkemizde bugün sanatçının, bilimcinin içine düşürüldüğü acınası durumunu gördüler ve bizar eden uzatmalı tek adam şovunu sürekli izlemekten bıkkınlık içerisinde, kendilerini bilimden, sanattan mı soyutladılar. Utanç ve elem ki hem de ne denlisi! Şimdi geçtik uluslararasından da, kendi içimizdeki karınca kararıncalarımıza dahi sahip çıkamıyoruz artık. Demek ki biz sahiden de bağımsız değilmişiz.

            Ve demek ki birileri Ulus olarak yok olmamızı, bizi tarihten bile silmeyi arzuladıkları için bağlamında, Atatürk’ümüzü, milli değerlerimizi çalarken, milli sanatçılarımızı bile bize çok görüyorlar. Oysa yabancı isimlerle sahne alan, bilim yapan, yazan, çizen sayısız ırkdaşımız olduğunu da çok iyi biliyoruz dışımızdaki dünyada. İşte bu da ayrı bir kahır oluyor ya bizim için.

            Üstüne üstlük, Dünya şehrimiz İstanbul’un tarihi promenat Caddesi olan Beyoğlu’nda yılbaşı kutlamalarında bile bizim vatandaşlarımız dışlanırken, Suriyelilerin cümbüş yapması izah edilir gibi değildir. Bırakın kapımızın önündekini, içimizdeki BOP ’un mevcudiyetinin başka da bir açıklaması olabilir mi? Yoksa nasıl izah edebilirsiniz Taksim’de ki maaşlı ÖSO militanlarının bayrak şovlu varlığını. Elbette bunların hepsinin hesabı bir gün toplu olarak sorulacaktır, sebep olanlardan.

            Cuma günü öğlen saatlerinde sahilde yürüyüşümü yaparken, baktım ki karşıdan semtin Müezzini geliyor, Camiye Cuma hutbesini okumaya gidiyor. Bir anda içimden ona; Hoca Cumalar Cumaları takip ediyor. İyi de bu ülke nereye koşuyor diye bir soruver cemaatine.

            De ki onlara: ‘Vatanı Türk evladının anasının ak sütüdür, rızkıdır. Bir gün de mezarı olacaktır. Mezarı ise Türk’ün balbalıdır ve tarihe attığı imzasıdır. Bu imza da Dünya tarihi kadar eskidir. Deyin ki Küffara; hodri meydan! Yüreğiniz yetiyorsa gelin de alın vatanını elinden o zaman’ demek geldi. İşte İstiklal harbi de bu hutbelerle oluşan Kuvayı Milli ruhla ve Atatürk’ün emsalsiz liderliğiyle kazanılmıştı. Şimdi o günler yine ufukta görünüyor. O halde yine Kuvayı Milli ruhumuzu çağırmak vakti gelmiştir.

            Kuvayı Milli ruh ise sadece Dünya tarihinde bir ilk olan ‘Türk İstiklal Savaşı’ ve Atatürk’le ve özeği olan ‘TÜRK’ le özdeştir. Başka türlü kullanılamaz. Teşbihi bile haramdır. Şayet kullanılırsa da o ruhun idrak edilmediğine işaret eder ve özeğine ihanet etmek ya da kasten ters algı yaratmak demek olur.   


            Sonuçta, biz de bir ayağımızla Avrupalı olduğumuz halde ne yazık ki bir yandan da Araplar kol yenimizden asıldıkları için, onlardan iki saat önce Yeni yılı kutlamak zorunda kaldık. Oysa biz uykuya giderken kalkınmış Dünyada hayat yeni başlıyordu. Ertesi gün iyi ki tatildi. Yoksa can körpelerimiz uykulu gözlerini daha açamadan karanlıkta okul yollarına düşeceklerdi yine.

            Bu iki saat ileride olma farkımız, bizim daha ileri bir medeniyete mi sahip olduğumuzun göstergesiydi acaba? Öyleyse bize yetişebilmeleri için onların daha çok çalışması gerekiyordur. O halde sıkıntı yok, derdimiz de yok demektir. Daha ne istiyoruz ki. Öyle değil mi dostlar…

                                                                       Serendip Altındal



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder