Yılbaşı
gecesi açık alanlarda, binlerce seyirci önünde eksi derecelerde, canlı yayın
yapan bazı yabancı kanalları izlediğimde düşündüm. Canlı yayın yapabilmek için
önce sanatçının canlı olması gerekmez miydi? Oysa ayazda sanatçıların bir
yanları buz keserken, yüksek parmak becerisi isteyen enstrümanlarına, donan
gırtlaklarına nasıl hükmedebileceklerdi ki.
Lakin daha erken saatlerde bir Alman
kanalında (ZDF) son yıllarda Almanların yetiştirdiği en önemli Dünya yıldızı
olan ve sahneyi tanınmış başka sanatçılarla da paylaştığı halde tek başına
dolduran – ki onları bile kendisine hayran bırakan - Helene Ficher ise düzgün fiziği
ile de başlı başına bir âlemdi. Almanlar perfeksiyonist oldukları için,
sanatçının da mükemmelini yaratmışlar diye düşündüm.
Çünkü baleden akrobasiye kadar
değişen sahne hâkimiyeti, zarif fiziği, çok lisanlı repertuarı, mükemmel sesi ve
sayısız ödülüyle komple bir sanatçıydı. Saatlerce süren şovuyla asla
bıktırmadan izlenebildiği için de, sanatçı seçiminde hayli müşkülpesent olan
bana dahi ‘sanatçı işte budur’ dedirtti. İnanın beni görsel ve duyumsal olarak tek
başına, yeni sene için de müziğe doyurdu. Keşke bizim de böyle komple bir
yıldızımız olsaydı diyerek kıskanmadan geçemedim.
Bu komple sanatçıya ise fırsatım
olsaydı: ‘Bak kızım kusursuzsun lakin bizde 16 yıldır 80 milyon izleyiciye tek
tabanca resital veren ve hepsini idare eden Dünya yıldızımızın karşısında yine
de hiç şansın yok’ demek isterdim. Bunun yerine ‘acaba ne cevap alırdım’ empatisiyle
ve gülmekle yetindim.
İlerleyen saatlerdeki açık hava
şovlarında ise, bütün ustalıklarına rağmen Kuzey Avrupa kışının ısıran ayazında
sahne alan sanatçıların, hata yapmamaları nasıl mümkün olabilirdi. Demek ki
seyircilerin çoğu icra edilen sanattan anlamıyor, sadece iş olsun diye konu
mankenliği yapıyor, sanatçılarda durumun farkında olarak işi idare ediyor
olmalıydılar. Bu arada ısınmak için zıplayıp duran kadın, erkek, çoluk çocuk on
binlerin, küfeler dolusu paralarını organizatörlerin cukkaladığı da tartışılamazdı.
Bana da, bütün bu gürültü patırtıya
rağmen malı götüren herifler, işlerini biliyor demek kaldı. Ne var ki yeni
yılın yeni Dünya düzeni de, oysa müthiş huzura ihtiyacımız olduğu halde, her
vesilede kuru gürültü ve bol atraksiyon olacaktı ve bizde bununla idare
edecektik yine anlayacağınız.
Sonrasında bizim sanatçıları
izlerken TRT müzik kanalında, derece kazanmış; ama görme engelli zarif bir
kızcağızın müthiş sesini dinlerken de eşimle birlikte yüreğimiz kabardı
doğrusu. Hele tek başına sazı ve gür sesiyle bozlak yorumlayarak herkesi
harekete geçiren ozan ile birlikte, ön Türk atalarımın uçsuz bucaksız bozkırlarında,
dağları ve ormanlarında küheylanımın yelesine asılarak sanki bende birlikte
uçuyordum Tengri ’ye doğru.
Sanat ve sanatçı demişken: Devrimci
örnek lider Atatürk’ün sihirli dokunuşuyla, bizim de varlığımız haline gelen
milli sanatçılarımız, bilim adamlarımız giderek bolarmaya başlamıştı. Ve bu
insanlarımız ilerleyen yıllarda, kendi öz becerileriyle kendilerini uluslararası
arenalara da taşımışlardı. Sonra ne oldu, birden yer yarıldı da içine mi düştü
bunlar.
Veya ülkemizde bugün sanatçının,
bilimcinin içine düşürüldüğü acınası durumunu gördüler ve bizar eden uzatmalı
tek adam şovunu sürekli izlemekten bıkkınlık içerisinde, kendilerini bilimden,
sanattan mı soyutladılar. Utanç ve elem ki hem de ne denlisi! Şimdi geçtik
uluslararasından da, kendi içimizdeki karınca kararıncalarımıza dahi sahip
çıkamıyoruz artık. Demek ki biz sahiden de bağımsız değilmişiz.
Ve demek ki birileri Ulus olarak yok
olmamızı, bizi tarihten bile silmeyi arzuladıkları için bağlamında, Atatürk’ümüzü,
milli değerlerimizi çalarken, milli sanatçılarımızı bile bize çok görüyorlar.
Oysa yabancı isimlerle sahne alan, bilim yapan, yazan, çizen sayısız ırkdaşımız
olduğunu da çok iyi biliyoruz dışımızdaki dünyada. İşte bu da ayrı bir kahır
oluyor ya bizim için.
Üstüne üstlük, Dünya şehrimiz
İstanbul’un tarihi promenat Caddesi olan Beyoğlu’nda yılbaşı kutlamalarında bile
bizim vatandaşlarımız dışlanırken, Suriyelilerin cümbüş yapması izah edilir
gibi değildir. Bırakın kapımızın önündekini, içimizdeki BOP ’un mevcudiyetinin
başka da bir açıklaması olabilir mi? Yoksa nasıl izah edebilirsiniz Taksim’de
ki maaşlı ÖSO militanlarının bayrak şovlu varlığını. Elbette bunların hepsinin
hesabı bir gün toplu olarak sorulacaktır, sebep olanlardan.
Cuma günü öğlen saatlerinde sahilde yürüyüşümü
yaparken, baktım ki karşıdan semtin Müezzini geliyor, Camiye Cuma hutbesini
okumaya gidiyor. Bir anda içimden ona; Hoca Cumalar Cumaları takip ediyor. İyi
de bu ülke nereye koşuyor diye bir soruver cemaatine.
De ki onlara: ‘Vatanı Türk evladının
anasının ak sütüdür, rızkıdır. Bir gün de mezarı olacaktır. Mezarı ise Türk’ün
balbalıdır ve tarihe attığı imzasıdır. Bu imza da Dünya tarihi kadar eskidir. Deyin
ki Küffara; hodri meydan! Yüreğiniz yetiyorsa gelin de alın vatanını elinden o
zaman’ demek geldi. İşte İstiklal harbi de bu hutbelerle oluşan Kuvayı Milli
ruhla ve Atatürk’ün emsalsiz liderliğiyle kazanılmıştı. Şimdi o günler yine ufukta
görünüyor. O halde yine Kuvayı Milli ruhumuzu çağırmak vakti gelmiştir.
Kuvayı Milli ruh ise sadece Dünya
tarihinde bir ilk olan ‘Türk İstiklal Savaşı’ ve Atatürk’le ve özeği olan
‘TÜRK’ le özdeştir. Başka türlü kullanılamaz. Teşbihi bile haramdır. Şayet
kullanılırsa da o ruhun idrak edilmediğine işaret eder ve özeğine ihanet etmek ya
da kasten ters algı yaratmak demek olur.
Sonuçta, biz de bir ayağımızla
Avrupalı olduğumuz halde ne yazık ki bir yandan da Araplar kol yenimizden
asıldıkları için, onlardan iki saat önce Yeni yılı kutlamak zorunda kaldık.
Oysa biz uykuya giderken kalkınmış Dünyada hayat yeni başlıyordu. Ertesi gün
iyi ki tatildi. Yoksa can körpelerimiz uykulu gözlerini daha açamadan
karanlıkta okul yollarına düşeceklerdi yine.
Bu iki saat ileride olma farkımız,
bizim daha ileri bir medeniyete mi sahip olduğumuzun göstergesiydi acaba? Öyleyse
bize yetişebilmeleri için onların daha çok çalışması gerekiyordur. O halde
sıkıntı yok, derdimiz de yok demektir. Daha ne istiyoruz ki. Öyle değil mi
dostlar…
Serendip
Altındal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder