26 Aralık 2018 Çarşamba

SON PERDE..


            Trump’ın Erdoğan’la konuşmasından sonra USA güçlerinin Suriye’den çekileceği kararının alınması, yeni bir gündem açılmasına işaret ediyor sadece. Yoksa bu durumun Ortadoğu ve dolayısıyla da hepimizin hesabına bir huzur ortamı oluşturacağını ummak elbette boşa kürek sallamak olacaktır yine. Hele de konunun başlığı ABD ile başlıyorsa.

            Çünkü o Devletin dünden bugüne, geceden sabaha ne yapacağı hiç belli olmaz. Ve bu sürpriz kararın arkasında yeni bir hesabın, ince bir entrikanın gizlendiği asla gözardı edilemez. Vazgeçilmez ülke olan Türkiye’mizin uzatmalı Sultan’ının yeni bir temdit alabilmesi için bütün Amerikancı iş dünyasını, yarı Hükümet değişikliği demek olan Belediye seçimleri öncesi arkasına alması aciliyet kazanmıştı. Elbette kader ortağı Trump’ın bu durumu da yadsıması beklenemezdi.

            Bir diğer olasılık da Türkiyesiz olamayacaklarını ve ülkenin kontrolünü de asla kaybetmek istemedikleri için Erdoğan’ı sonuna kadar desteklemek zorunluluğu bilincidir. Bu zorunluluk aynı şekilde Rusya için de geçerlidir. O halde iki Dünya gücünün vazgeçilmezleri listesinde yer aldığını bilen Erdoğan, tecrübeli bir tüccar olarak bu kredisini azami kullanmak isteyecektir şüphesiz.

            İşte tam da bu nokta, ikinci Cihan harbi döneminde olduğu gibi en hayati bir dönemdir hepimiz için. Ve şaşmaz öngörülü Atatürk’ün bağımsız, tarafsız ve diğer devletlerle, saldırıya uğramamak kaydıyla saldırmazlık antlaşmalarının yapılması ve yurtta sulh cihanda sulh politikasına yeniden dört elle sarılılınmasının da tam zamanıdır.

            Ne ki aynı bağlamda dışımızdaki, Ortadoğu zemininde kirli amaçlara yönelik her türlü karanlık silahlı grup ve teşkilatlarla da bütün ilişiklerin kesilmesi gerekmektedir. İşte Hükümetin kirli ilişkileri ve Panislamist hizipçiliği, kendisine güvensizliğin işte bu noktada ana kaynağını oluşturuyor.

            Bu kontra ilişkiye rağmen yine de USA, bu tehlikeli zeminde asla karşısına alamayacağı Türkiye’yi her ne pahasına olursa, safında tutma zorunluğunun bilincini taşıyor. Ki bunun böyle olduğunu, en verimli zamanında reformcu III Selimi bile karga tulumba tahtından indiren Kabakçı Mustafa bile aracısız öngörebilirdi, şayet yaşıyor olsaydı.


            Rusya’ya göre USA – ki ABD demek bile artık içimden gelmiyor bunlara – birliklerinin Suriye’den tamamen çekilmeyeceği, çekilenlerin de Afganistan’a kaydırılacağı öngörülüyor. Öyle ya Ortadoğu, Avrasya, Asya balansının kendi aleyhine bozulmasını istemeyecektir de kuşkusuz.

            Bu gelişmelerde Erdoğan’la Trump ilişkisinin (Ortaklığının) ne yönde gelişeceğine Rusya şimdilik bir polemik oluşturmak istemiyor ve sadece beklemeyi tercih ediyor. Sonuçlara göre de tavrını ortaya koyacağı anlaşılıyor elbette bu sessizlikten.

            USA’ya zerre kadar güvenmememin, Rusya’ya ise her şeye rağmen güvenmemin ana nedeni kendi adıma: Rusya’nın her şeyden önce vazgeçilemez komşumuz olduğu, ırksal, kültürel ve geleneksel olarak da akraba olduğumuz, ortak bir geçmişe de sahip olduğumuzdur.

            Ayrıca iki öz komşu Devlet olarak milli bir konsensüs oluşturup kendi ortak gelecek mevcudiyetlerimizi de planlayabiliriz hatta buna mecburuzdur da. Oysa USA ile böyle bir gelecek söz konusu bile olamaz. Lakin hiç olmaz denmemelidir; ama şayet olursa da Dünya bu Dünya değildir artık.

            Yakın tarihine de bakıldığında; Atatürk’ten sonra, yardım adı altında verdiği uzun vadeli kredilerle, iç, dış ilişkilerimizden, savunmamıza ve milli eğitimimize kadar bizi ‘oltadaki balık olarak görüp’ ve kontrol altında tutarak, akıl ve mal varlığımıza kadar nasıl sömürdüğüne dair tanıklığımızdan başka da ne vermiştir, USA bize. İşte burada artık elimizi akli vicdanımıza bastırıp yorumu da size bırakalım…


            Lakin herhalde bu yeni doğrultuda, elindeki kozu iyi kullanmak ve artık salt yandaş takımıyla yola devam edemeyeceğini, Türk ulusunun genel anlamda oluruna da ihtiyacı olduğunun farkında olan Erdoğan’ın eğreti Hükümeti, yeni Meclis yasalarıyla hukuksal güveni tazeleyerek kalıcı bir demokratik revizyonun olmazsa olmaz olduğunu ve aksi durumda önündeki ilk virajda savrulacağını da mutlaka anlamış olmalıdır.

            Amerika bize vurmayı hesapladığı son darbeyi vurmadan önce, Başkanlığı yetmediği için Erdoğan’ın kahraman yapılması da gerekiyordu. Çünkü bir bu eksik kalmıştı. Atatürk’le tartıya çıkabilmesi için. Ehliyetsiz, cahil vatandaşı, yandaşı, yundaşı vs. ise ‘koca Amerika Erdoğan’a havlu attı’ aldatmacasıyla kandırmak çok kolaydı. Hâlbuki geleceğini bile Ortadoğu’da ki gücüne bağlamış bir Amerika’nın, hayat memat menfaatlerinden asla vazgeçemeyeceğini Kafkas Dağlarının kurtları bile biliyorlardır kuşkusuz.

            Böylece oynamak zorunda olduğu son perdenin de bir ‘replay’i (tekrarı) olamayacağından, son perdeyi azami dikkat ve özenle oynaması gerekiyordu. İşte şimdi son perdeyi izliyoruz artık Sayın izleyiciler. Hep böyle değil miydi zaten, filmleri bile bu ‘Hollywood’cuların. Eh onların yolu varsa uğurlar olsun. Lakin elbette kadim Türk ulusunun da yolu vardır. Ve kendi yolumuz bizi bugünlere getirdiyse, sonsuza da götürecektir elbette. Doğru değil mi, aziz milletim!!!

            Yeni yılınızı en içten dileklerimle kutlar tüm aile bireylerinizle birlikte size sağlık ve esenlikler dilerim…

                                                                                   Sevgiler, saygılar
                                                                                   Serendip Altındal



19 Aralık 2018 Çarşamba

ETKİYE TEPKİ..


            İslam mentalistleriyle AKP bayraklı yeni bir Osmanlı paradigması şişirilmekte olsun, lakin aciliyetimiz, öte de mecburiyetimiz olan antiemperyalist milli kalkınma, ufukta zor seçilen bir buluta dönüştü. Erdoğan Hükümetinin tuttuğu bu çıkmaz rota ise, bir bağımsız milli kalkınmaya değil; ama olsa olsa yeni bir Panislamist Osmanlı emperyalizmi ile sonunda pruvadan karaya vuran bir yok oluşa götürecektir şanlı Türkiye gemisini.

            Ve hazindir ki bu defa vaktiyle Osmanlı enkazını mucizevi bir Cumhuriyet idealiyle dimdik ayağa diken bir dahi Atatürk de yoktur artık başımızda. Dolayısıyla da sonramız iflah etmez bir son da olabilir ki Allah korusun. Ne var ki Allah’ın kafasız, bağnaz ve aymazları himaye ettiği şimdiye kadar hiç görülmemiştir. Bakın tarihte yok olan Devletlere, neden ve hangi gerekçeyle tarihten silinmişlerdi. Hepsinin de sonunu kalitenin bitip, kantitenin baş olması getirmişti.

            İşte beğensek de beğenmesek de gidiş bu yöne doğrudur. Rusya yanı başındaki Ortadoğu çıkmazında sonu belirsiz ve hayli endişe verici kargaşaya, sonu gelmez manipülasyonlarıyla neden olan mevcudiyetini, USA’ ya verdiği sert bir nota ile protesto ederken, şüphesiz Erdoğan’a da bir işaret fişeği yollamıştı.

            ‘Bak arkadaş, yürüdüğün yolda, güzelim Cumhuriyeti dışlayarak ne idüğü belirsiz (oysa belli) bir yöne doğru giderken, aslında bizim de milli güvenliğimize tasallut ettiğinin farkında mısın?’ Mealinde düşünmediğini bilmiyoruz kuşkusuz. Çünkü komşusunun, çevresine antiemperyalist bir hikâye anlatırken, çaktırmadan üniter Devlet yapısını terk ederek ve ufak ufak emperyalist korumalığına soyunmuş federe Derebeyi (ya da Mafya) Devletçikleri oluşturmasına, şüphesiz ki sıcak bakmayacaklardır Ne Rusya, Avrasya ne de Asya’nın tüm geri kalanı.

            Çünkü bu kargaşada ve üniter otorite boşluğunda, Anadolu veya Asya toprağına düşecek bir nükleer bomba sadece Asya’yı değil; ama bütün Dünyayı alev topuna dönüştürecektir. Bu nedenle de Ortadoğu’daki bu sonu belirsiz macera ve bu anlamsız itiş kakış derhal son bulmalı, üniter yapılar ve Devlet otoriteleri Birleşmiş Milletler çerçevesinde acilen yeniden sağlanmalıdır.

            Yani özetle, söylenen o ki; şayet bizimle aynı fikirde değilsen şimdiden unut ki bağımsızlık ve kendinize yeterlik doğrunuza, vaktiyle Atatürk’e yaptığımız gibi yine yardımcı olacağımız teminatımız, bir başka Bahara ve bizi tatmin edecek yeni şartlara sarkmasın. Ki birlikte ve rötarsız düzlüğe çıkalım. Ayrıca yol arkadaşların arasındaki süzme Amerikancılarla yolunu biran önce ayır ki bizi de davanın ciddiyetine ikna edebilesin. Yoksa istenmeyen sonuçlar senin iktidarını da bitirecektir.

            Mesela son faşist müdahaleler yargı ve bağımsız medyayı yerden yere vururken İktidar Hükümeti ne kazanmış veya kazanacaktır. Aslında kendi sonunu hızlandırmaktan başka. Tek adamlığın cazibesine aşırı kapılıp, hırsından itidalini de kaybederek, iktidarını aynı çizgiye getiren ve ibretlik bir gidişle siyasi ve biyolojik hayatını aynı nedenle sonlandıran Menderes, asla unutulmamalıdır. İşte Sözcü ile devam eden son çuvallama, sonun başlangıcını işaret eden yeni bir göstergedir muhtemelen.

            O halde tarihte aynı yolda yürüyen liderlerin hep benzer kaderleri olduğu gerçeği hiç tesadüf değildir ve bu gerçek asla yadsınmamalıdır. Esasen belki de aynı korkuyla ve beraberinde yoğunlaşan bir kinle, Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’na ‘korkaksın’ demesi, herhalde kendi yüreğindeki korkunun da bir tepkimesi ve Cumhurbaşkanlığı makamını temsil ettiği için de siyaset dilinde yeri olmayan jargonuyla, büyük bir siyasi hatasıdır da.

                       
            Bizde işler böyle yürüyorken ve nispeten sakinleyen göçmen sorunu; ama yeni problemler doğurmaya hazırlanıyorken, Avrupalı zenginleri karabasanlar sarıyor. Sonu gelmez göç dalgalarının İspanya üzerinden Almanya başta olmak üzere Kuzey Avrupa’ya yönelmesi, hudutlarda çeşitli varyasyonlarda kedi fare oyunlarına sahne oluyor, diyor Almanlar. Ee gözü doymaz emperyalist biraderler, kim dedi ki size arı kovanına çomak sokun diye…
                                                          
                                                                                   Serendip Altındal






12 Aralık 2018 Çarşamba

LATİN PARADOKSU..


            Tarih kimsenin malı değildir. Dolayısıyla da hiç kimse tarihi kendi soyu, sopu ve şeceresine mal edemez. O halde tarih bütün kişi ve kurumlar tarafından bağımsız olarak, sadece bulgu ve belgelere dayanarak ele alınmalı ve uluslararası ortak aklın görüşleri çerçevesinde, tarihsel özeğine sadık kalınarak toplumlara adil biçimde aktarılmalıdır. Çünkü her ulus kendi gerçek özünü tanıma hakkına sahiptir. Ve ancak bu sayede insana da uygar denilebilir.

            Ya da bazı tarih yazarlarının yaptığı gibi çeşitli tarihçilerin subjektif görüşleri alınarak ana fikir okura bırakılmalıdır. Ancak bu doğrultuda tarihsel kaynaklar hakkında gerekçeli bilgiler oluşabilir ve yine gerekçeli kararlar adil biçimde öze sadık kalınarak alınabilir. Öyle ki özne her ne ve hangi hususta ise geçmişle alakalı bir bilgiye bilgi diyebilmemiz için bu perspektife, azami itina ile sahip olmak zorundayız.

            Mesela bazı Batılı tarihçilerin Osmanlı Rumeli’de kuruldu deyişiyle, Osmanlı İmparatorluğunu bile kendilerine mal ettikleri de asla unutulmamalıdır. Aslında Oğuzların Kayı boyundan olan Osmanlı’lar, diğer göçebe Türk boylarını, yerleşik olmadıkları için Türkmen başlığı altında dışlayarak lakin ordularında kullandıkları Hristiyan devşirmelere (Yeniçeri) ve paralı Bizans askerlerine rağmen, Ordunun tamamına yakını olan Türkmenler (Türkler) sayesinde yüzyıllarca Dünyanın en uygar ve güçlü Devleti olarak ayakta kalabilmişlerdir.

            Hâlbuki Osmanlılar Türklerin göçebe değil kendileri gibi göçer konar olduğunu ve ancak yerleşke olmaya müsait habitat ve stratejik olanaklarıyla gelecek vadeden topraklarda, derhal ve geleceği Dünya İmparatorlukları olacak Devletler kurduklarını da iyi biliyor olmalıydılar. Ne yazık ki kendileri de kurucu boy beyleri Osman’a ve Türk ilkelerine tamamen sadık kalmamışlardı.

            İşte alfabelerini bile uygar Türklerin tamgalarından; anlamlarını çözemedikleri için de sadece sembollerini kopya ederek telif hakkını bile yok sayarak aşıran Latinlerin gözünde, Türk tarihinin Osmanlısı bile Rumelili sayılırken, Osmanlı monarşisini devirdikten sonra Dünya tarihini yeniden değiştirerek, Türkiye Cumhuriyetini kuran Türklerin Asya Devleti olduğunu iddia etmek, Latin paradoksu değil de nedir. Hadi gel de şimdi kendi tarihini bir de bu sözüne güvenilemez sahtekârlardan, öğrenmeye kalk! Aman ha, denemeyin bile sakın. İşte yeter ki bu bilinci ceman sahiplenmiş olalım...

            Böylece Devletler hukuku ve insan hakları masalcılarıyla, muhtelif vesilelerle Saraylarda, Şatolarda ve tarihi konaklarda verilen en seçkin ziyafetlerde bile altın tabaklarda önümüze sunulan ve ne olduğunu bilmediğimiz yiyecekleri bile yemeden önce, en az iki defa düşünürüz belki.

            Yani özetle: Konu özellikle de kendi tarihimiz ise bunu yabancılardan değil, öncelikle hayatını ve tüm mesaisini tarihine adamış ve otorite kabul edilen 39 Türkçe lehçeyi bilen rahmetli Kazım Mirşan ve diğerleri gibi milli tarihçilerimizden öğrenmeliyiz. Bağlamında kendi yorumlarımızı oluştururken, tarafsız diğerleriyle de karşılaştırırsak, daha geniş ve detaylı perspektiflerde kazanabiliriz kuşkusuz.

            Mesela birisi eliyle bana, karşı dağları işaret ederek onların kendisine ait olduğunu söylüyorsa; ben orada gözüme ilişen bir iki kulübenin içinde kimlerin oturduğunu, nasıl yaşadıklarını ve çevrelerine nasıl baktıklarını (görelilik) düşünürüm ilk önce ne hikmetse. Aslında karşıdaki dağların sahibi olduğunu söyleyen, onları bana işaret ederken, o ana kadar görmediğim ve varlığının dahi bilincinde olmadığım bir düşünceyi kafamda oluşturmuştur gerçekte. 

            Suriye’nin Kuzeyinde cebelleşmekte olduğumuz Coni de bizi aynı Latin ninnisi ile uyutmaya kalkıyor. Biz uykuya dalarken Kıbrıs’ı da elimizden alma hesapları yapıyor aynı paralelde. İslam Federasyon Devletini hedefleyen bir cephe Güneydoğu hudutlarımızda açılmışken, Türk bölgesini bile yok sayan bir diğerinin, Kıbrıs da oluşturulduğu görülüyor. Bizimki ise uzatmalı İslam ninnisini ha babam, uyumaya hiç niyeti olmayan milletin kulağına fısıldayıp duruyor…

                                                                       Serendip Altındal



3 Aralık 2018 Pazartesi

DEVRİM Mİ, EVRİM Mİ..


            USA Lejyoner ordusuyla kapımızda nöbet tutup fırsat kolluyor. Ve artık YPG’li İsrail Kürdistan’ını da Fırat’ın Doğusunda yapılandırırken, Kuzey ucunu da Anadolu’muza kaydırma hesapları içinde kalarak, bunu da içimizdeki Suriyeli, Işid vs. göçebe güçlerine ve PKK’ya yoğun destekle oluşturmayı hedefliyor. Aynı nedenle de müdahil olmayı meşru hale getirmek için içimize monte ettiği bu çapraz güçlerle, Ukrayna’daki gibi bir iç savaşı tetiklemenin bütün alt yapısını itinayla ha babam döşüyor.

            Buna rağmen bizler tuzağa gelip, koynumuzda ve ekmeğimizin yarısını vererek beslediğimiz bu güçlerle kapışırsak, yeni bir insan hakları martavalıyla Anadolu’da bir Kürt Federasyonu oluşturabileceğini neye göre umuyor. Yoksa bunun arkasında bizden bucak bucak gizlenen ve Beştepe dehlizlerinde oluşturduğu bir Erdoğan güvencesi mi saklanıyor. İyi de tek başına bir Erdoğan’ın şaibeli 24 Haziran seçimlerine rağmen bu güce sahip olduğunu neye göre var sayıyor.

            Oysa kendisi de çok iyi biliyor ki her an yeni bir Cihan Harbi şiddetinde patlamaya hazır olan bizim bölgede, atacağı her yanlış adım, dam kenarında dolaşan bir uyurgezer gibi kendisini de bir anda uyandıracaktır. Ve bu defa geçmiş iki Cihan Harbinde yaptığı gibi Okyanus arkasında güvenle saklanıp sonra da yeni Dünya zengini olarak yine ortaya çıkamayacağı da bir gerçektir artık. Orta şiddetli bir Okyanus fırtınasında bile ülkesi yerle bir olurken, üstüne farklı bölgelerden yağmur gibi yağacak yok edici füzelere karşı hangi tedbirleri, nasıl alacaktır bakalım.

            O halde USA nereye koşuyor. Artık Okyanusun arkasında da güvende olamayacağını kavradığı için en yakın vadede Mars da bir koloni kurup tası tarağı oraya taşıyıp sonra da Dünya’yı ateşe vermeyi mi hesaplıyor acaba? Yoksa Trump’ın uzay yatırımlarına ağırlık vermesinin ana nedeni bu mudur? Bu hiç de uzak bir ihtimal değil doğrusu. Mantalitesini enikonu bellediğimiz Coninin kendisine karşı her ulusun fırsat kolladığı bu Dünya da, artık başka da bir çaresi kaldı mı?


            Bizim akıl küpü akiller yeni Federasyon araştırmalarına start verip milletin değil; ama kendi üstlerine göre kostüm diktirmeye kalkıyorlarsa, önceden yaptıkları yumurta siparişinin de ilk teslimatı kapımıza dayanmış demektir. Böylece Sevr’den bile kahredici antlaşmanın plan safhasında, ilk işaretin verilmiş olduğu da artık görülmüş oluyor.

            Yalnız USA bu projeyi tek celsede Türk milletine yedirebileceğini, hele de bunu küçük aklı ve silah gücüyle yürütebileceğini düşünüyorsa; gökyüzünde bulutlarla dans ediyor demektir. Bu hayal gücü ile de kapımıza yığdığı Lejyoner piçlerinin, farklı bayraklar taşıdığına bakmayın. Aslında hepsi aynı ahırın tezekleridir. Ve neşetleri bellidir. Bunu defalarca yazdık. Şimdi de yazmamın nedeni, işin dönüp dolaşıp yine başladığımız noktaya gelmesidir.

            Sonunda kendimize başımız sağ olsun dememek için, herhalde milli birliğin ve bütünlüğün her hâlükârda bozulmaması gerektiğinin de farkındayız demektir. Ve yine farkında olmalıyız ki Türk, Türk’e silah doğrultmaz. Bunu yapsa yapsa içimize sokulan menşei bozuklar yapacaklardır. İşte tam bu noktada ve tarihte de defalarca olduğu gibi kurşun geçirmez, kesilmez ve asla yolda bırakmaz Türk çeliği zırhının önemi kendiliğinden ortaya çıkıyor…


            Bu kara günlerimizin sorumlusu olan geciken milli kalkınmamızdaki ana etken: CHP döneminin devrimden saparak, toprak reformu ve Köy Enstitülerinin beklenen yapıcı sonuçlarını göremeden çok partili sisteme geçmesidir. Çünkü kalkınmış Batı da bile halk Devrimleriyle, toprak reformları yapılmış ve feodal sistemler tarih olduktan sonra ancak çok Partili Demokratik sistemlere geçilebilmiştir.

            Unutulmamalıdır ki bizdeki gibi erken devir çok Partili sistemlerde, hep karşı devrimi oluşturan hazır kıta tutucu bir güç olduğu ve olacağından, halk Devrimi gerektiren milli kalkınma, asla sağlanamaz. Zira artık tren kaçmıştır ve her şeye yeniden başlamak gerekmektedir. İşte kalkınmasını bizdeki bu geri bırakılmışlığın üstüne inşa eden emperyalist Batının, istenci de hedefi de budur esasen.

            Ne ki Devrim gecikse de evrim nasıl olsa şaşmaz doğruyu bulacaktır sonuçta. Lakin bu uzun ve meşakkatli bir yoldur. Sonunda da evrimden fayda sağlayacak bir toplum bile kalmayabilir ortada. Oysa DEVRİM her zaman en hızlı, hedefli ve de planlı bir çözümdür. Bakın Dünyanın halk devrimlerini gerçekleştirmiş Devletlerine; hepsi bize fark değil, farklar atmışlardır.

§    ATATÜRK’TEN DEVRİM ÜZERİNE
Bu milletin ekseriyeti bizimle olursa fırka deyiniz, ne derseniz deyiniz, yürümek mümkündür. Ekseriyet beraber değilse, grup deyiniz, heyet deyiniz, buna istinaden İnkılaba muvaffakiyet mümkün olamaz. ( i. Arar, Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı, -UIus- 24 Kasım. 1968)…

            Ayrıca AKP Hükümetinin emperyalist aracı irtica ve gerici yapılanmayı işleve sokmak için mevcut olan, adı Demokrasiyi bile daha da geriye götürebilmek üzere, OHAL ve KHK’larla Adalet mekanizmasını taraflı hale getirerek otokrasiye yönelmesi de aynı nedendendir.


            Osmanlı Devletinin başlangıç yüzyıllarında, Osmanlı Devleti Dünyanın en uygar ve ileri Devletiydi. Ne ki Osmanlının çok gerisinde olan Batı, bugün uygarlık çıtasını çok yükseltmiştir. Ve o çıtanın üstünden atlamak, yeni Osmanlıcıkla ancak ham hayal olur. Ve buna teşebbüs dahi Batıyla aramızın daha çok açılmasına yarar.  O halde yapılması gereken tek şey Atatürk’ün açtığı yolda daha büyük bir inanç, azimli bir kararlılık ve birliktelikle yürüyerek muasır medeniyet çıtasının üzerinden milletçe aşmaktır.

            Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak en ufak bir yetki dahi vermediğim halde ülkemi dolayısıyla da beni temsil ettiğini sanan akil yaftalılar, ne idüğü belirsizlerle federasyon tartışmalarına kalkıyorlarsa, hepsini özenle sorgulamak da gerekecektir. Ve bugünlere geldikse şayet,  demektir ki vakit de tamamdır artık Abbas, o halde artık doğrulmalısın. Gazan mübarek ola…

                                                           Serendip Altındal