Her şeyden önce bilinmesi gereken; emeğin
asla satılık olmadığıdır. Çünkü yaradılış itibarıyla insan olduğumuz için emeğimizi
istesek de satamayız. Emeğimizi ancak kiraya verebiliriz. Yani maaş veya ücret dediğimiz,
aslında bir hizmet karşılığında aldığımız bedeldir. Çünkü doğuştan özgür olan
bir insanı tamamen sahiplenebilecek bir değer veya değerler manzumesi evrende
bile mevcut değildir.
Hatta bir insanın canını almak için
kiralanmış bir tetikçi bile kiralanmıştır aslında. Oysa ona para veren her ne
kadar onun sahibi de olduğunu düşünüyor olsa da. Bu yüzen de ‘keser döner sapı
da döner’ derler ya zaten. Şayet insan satılabilir mal olsaydı, esasen o zaman
insan olmaktan da çıkardı. Balık nasıl balıksa, kuş nasıl kuşsa insan da
insandır, başka şey değil. Ve bu da bir varoluş meselesidir aslında.
Öyleyse demek oluyor ki insan veya
başka bir can taşıyan, mal olmadığı için değerini ödediğini sananın malı
olabilsin. Böylece sonu Dünya savaşlarına kadar uzanan insan objeli her
karmaşa, her kaos gerçekte bu bilincin, insan olduğunu iddia eden tür mentalinde,
bir azınlığa biat ederek bir türlü yerleşememesi nedeniyle, sahiplenmek zorunda
kaldığımız evrensel ahmaklığımız, izahı olmayan bu bencilliğimiz nedeniyle değil
midir? Yani biatkârla biat ettiren arasında hiç bencillik farkı olabilir mi?
Yani hangisinin daha fazla bencil olduğunu sorgulayabilir miyiz gerçekte.
Eski Çağlarda köleler ve köleciler hem
de yasal olarak vardı. Sonrasında ise radikal sınıf ayrımcılığı, Spartaküsler
yarattı ve yenileri de peş peşe arkadan geldiler. Kölelik ve kölecilik tarihin
çöplüğünde küllen yok oldu. Bugünse ‘hepsi bana’ diyen ve ben merkezci asosyal yaşam
tarzlarını gittiği yere kadar yürütme taraftarı olan liberal vampir = emperyalistin
kendi ülkesinde ve/veya sömürge ülkelerindeki mazlumların kanını emmek üzere
bundan sonra artık sadece yapay zekâlı dijital aletler – insansı robotlar- kullanmak
zorunda kaldıkları da tartışılamaz açıklıkla ortaya çıkmıştır.
İnsanoğlu varlığını sürdürebilmek
için adalete ihtiyaç duyan ve bunu da her şekilde sonuçta toplumsal selameti
bağlamında kendi kontrolüne alabilen tek varlıktır. Ve bu nedenle de sonsuz
alemin insan eli değmiş her mekânında, adalet mahkemelerinin ışığı her daim
yanacaktır. ‘Bunu Allah bilir’ diyen müminlere karşın, ‘matematiksel verilerle
elde edilen istatistikler doğrultusunda bu gerçek ortaya çıkmıştır’ ibaresiyle
cevap veren bilimsellere göre de ana gerçek budur.
Bu
nedenle de ruhları ebediyen karanlığa mahkûm olmuş eşkıyaların masumlardan gasp
ettikleri ganimetleri ise kendileri mekân değiştirdikten sonra, sadece arkada
bıraktıkları ihtiyaç sahibi mümin veya gayrı müminlerin arasında paylaşılmaya
yarayacak ve böylelikle de hak yine yerde kalmamış ve doğru adreslerini bulmuş
olacaktır. Öyleyse bunu da arada bir düşünmesi, zarar değil bilakis sadece fayda
sağlar insanoğluna.
O halde bize de bu durumda sormak
düşer ki: Allah her şeye kadir ve tek çözüm üretense; o halde Allah’ın ya da
tanrının, her şeyi yaratırken ilk önce de kendisini yaratmış olması gerekmez
miydi? Pekiyi keyfiyet bu olunca da kendisini yaratan veya bu kararı kendisine
verdiren ana sebep neydi acaba?
Yoksa
o da bir öntanrıdan mı icazet almıştı? İyi de o öntanrı acep kimden vesayet almıştı,
falan filan vs. vb. Anlayacağımız bu alemde insanoğlu var oldukça kendisiyle
birlikte nesilden nesle intikal ederek var olacak bir hikâyedir; daha doğrusu
da sadece insanoğlunun aklını kurcalayacak uzatmalı bir mittir bu konu aslında…
Serendip
Altındal