28 Eylül 2019 Cumartesi

SORUMLULUK YA DA..


            Şartlar gereği yine eğri otursak da; ama en azından doğrularla kalkalım yerimizden. İnsan hiç kaotik bir ihtilaf halinde olduğu bir ülkenin liderinin ayağına gider mi? Yani kan davalını davet edersin, isterse o gelir senin ayağına. Demek ki o kadar ciddi ve endişeye mahal bir durum yoktur bu ikilinin arasında. Yoksa bizim büyük birader, BM gerekçeli bir toplantıya icabet ediyor olsa dahi, hiç kendisini riske sokar mıydı? Duy da inanma.

            O halde birileri birilerini ha babam kandırmaya devam ediyor olsalar gerektir. Daha başından itibaren durum bu değil miydi aslında. Yoksa etkileşimli parodi olarak genelleyip defalarca yazdıklarımız, hep boşuna mıydı? Ki bunu hiç sanmıyorum. Zira görüyorum ki dün ne dediysek bu gün de odur. Yani eski tas eski hamam. Hamamın kurnası, tası, havlusu ve takunyesine kadar bile değişen hiçbir şey yok.

            Meşru kimliğini, dolayısıyla da otonomisini kaybeden Mehmetler ordusu; sorgusuz sualsiz, yeri ve işi olmadığı cephelerde nöbete devam ettikçe ve Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi cepheden cepheye sürüklendikçe, nasıl olsa milletinin gündemi eksik olmayacaktır. Amaç da esasen bu, yani yenmemesi gerekenleri de millete oldubittiyle yedirtmek değil midir? İyi de neler oluyor, nereye doğru koşuluyor. Niçin, ‘yahu biz ne yapıyoruz’ diyen sesleri duymuyoruz hala.

            Veya sesleri çıkıyor da bizim mi haberimiz yok. Çünkü bugün ordunun en tepesindeki kurşun askerin haykıran sessizliğini, ne var ki kendisinden başka duyan da yok. Artık sivil de olan ve bir sivil, bir resmi takılan bu birader, günlerdir sabrımızı zorlamayın diyor ve diyor sadece. Çık da ortaya bari bir Yeniçeri atraksiyonu yap en azından; ama bir ileri iki geri adımla, millet de biraz hareket görsün hiç olmazsa.

            Elbette kimsenin bir yere girdiği de gireceği de yok. Ya da göstermelik bir yürüyüş yaptırılacak ordumuza, işte hepsi de bu olacak sadece. Dostlar alışverişte görsün anlayacağınız. Bunun senaryosuna ise USA da, Trump’ın sözde ve kendisiyle konuşmadan dostluk paktını pekiştirdiği Erdoğan’la beraberce ve kapalı kapılar ardında, son ayarlar çekiliyor nasıl olsa. Ve bu mealde yeni bir ‘van minit şovu’ daha izledik.

            Sisi protestosuyla karışık, Filistin politikası nedeniyle İsrail’le de restleşen Erdoğan; sanki eşinin de önceden işaretini verdiği gibi Hilafeti üstlenme konusunda, İslam Dünyasının terörizme pirim vermeyen münevver kanadını da kafaya almak üzere, Natenyahu ve arka plandaki baş Oğlan Trump’ın sessiz rol aldığı yeni bir CIA senaryosunda, görev almış olduğu algısını bizde uyandırdı nedense yine. Hatta diyebiliriz ki şayet Kış ortasında Orta Doğuda, yeni bir Arap Baharı daha olup da bazı ön gübreli bahçelerde güller açmaya başlarsa, sakın şaşırmayın.

            Doktorlar ve diğer sağlık ekipleri Güney hudutlarımıza transfer ediliyormuş falan, filan. Milleti oyalayan göstermelik gelgitler bunlar. Yani saf Mehmet nöbette, milletse uykuya devamda. Teşkilatçı kıvrak dansözler de kendileri çalıp kendileri kıvırıyor,  milletin yer almadığı sahnelerde.

            Diğer yanda eski AKP atıkları da şimdilerde şantajla ballı görevlere atandırmaya başladılar kendilerini. Ee keser döner, öyleyse onların da ellerindeki kozları oynama zamanıdır anlaşılan. Ve şimdi eski sabıklar en son parsalarını toplarken, Reisleri için de kara kara düşünme zamanı gelmiştir artık.

            Parsacıların son örneği, Egemen Bağış denen dünün AKP rüşvetdaşı ve çığırtkanı da, bu furyada bugün Prag elçisi yapılmıştır. İbretlik bir vakıa daha anlayacağınız. Bakın yanan, dönen, parıltılı ve dört çakarlı ampul Partisi, kendi kendisini ne vahim, ötesinde de gülünç hallere düşürdü.

            Lakin vay be! Hepsini bırak da Devlete bak sen! Yazık sana, böyle mi olacaktın sen, daha Şehitlerimizin kanları kurumayan anavatanımda, iki sene şerefimle askerliğini yaptığım ve bu hizmetin parayla da satın alınamadığı yüce Devletim. Ne ki AKP ‘benden sonra tufan’ diyemez artık ülkemizde. Bundan sonra söyleyebileceği, hatta söylemek zorunda kalacağı ancak, erken seçim lafı olacaktır. Bu da en yakın günlerde tecelli edecek gibi gözüküyor. Çünkü bunu biz değil, matematik söylüyor.

            Yakın gelecekteki hedefi ise, tek Parti iktidarını artık unutup, en fazla da, yeni FETÖ yapılanması başlıklarını kullanıp, FETÖ virüsünü diğer partilere ve fırkalara bulaştırarak, oluşan kargaşada, yeni Hükümette MHP doğrultusunda bir koalisyon safı oluşturup yer alabilmek olacaktır sadece.

            Son indislere bakılırsa CHP de, kurulacak Hükümetin diğer ayağında yer alacak bir koalisyona hazır gözüküyor. Şimdiden söyleyelim ki AKP ile yapılacak bir koalisyon, önce de CHP’yi bitirecek çıkmaz bir yoldur. Çünkü AKP zaten bitmiştir ve kaybedecek bir şeyi de yoktur. İşte böyle bir tutum, tam da inkılapçı özüne geri dönüş umudu vermeye başlayan CHP’nin, yolunun sonunu göremeyeceği demek olur.

            Yani milliyetçi safta olan, hele de temel kurucu bir inkılap Partisinin bundan sonra AKP ile ortak bir paydası olamaz, olmamalıdır. Olsa da bu adamı belki öldürmez; ama süründüreceği de kesindir.  Tabii milletin de böyle bir gitti Gülsüm, geldi Gülsüm Hükümetinden ne fayda sağlayacağı ise artık yorumlarınıza açıktır.

            Ekonomi-Politik beceriksizliğin ülkeyi erozyona getirdiği bu son durumda, yeni bir çark edişle bırakın oturmayı, Trump’ın kucağına dahi yaklaşmak, küllen AKP ve Reisleri için sonun başlangıcı olan kıyamet düdüğünün çalması demek olacaktır. Veya Erdoğan ile arkadaş olduğunu söyleyen Trump’ın o halde, terörist ordusunu kapımızın önünden çekmesi ve milli misakımız içindeki çakma Kürdistan projesini rafa kaldırması gerekmektedir ki bu dostluğun bizi de ikna eden somut bir değeri olabilsin.

            Avrupalıların her iktidarın suçuna halkın da iştirakçi olduğuna inanmak gibi bir alışkanlıkları vardır. Haksız da değillerdir hani.  Aslında her şeyin, hatta en mütecanis Devletlerin bile bir ömrü vardır. Bunun doğrulayıcısı ise geçmiş ve geleceğin tek sahibi olan tarihtir. Ve tarih ebediyete kadar varları, yokları hep not düşmeye ve bu notları da arşivlemeye devam edecektir.

            Asla gözardı edilmemelidir ki uluslar, Devletlerinin sorumsuzluklarının da sorumlusudurlar. Ve ancak kendi Atatürk inkılaplarını yapabilen ve onu koruyabilen uluslar, ebediyete kadar Devletlerini de yaşatabilme hak ve imkânına sahip olabilirler…
                                              
                                               Serendip Altındal




19 Eylül 2019 Perşembe

KADER ORTAĞI..


            Dün olduğu gibi bugünde bizden bile acil olarak, bütün komşularımızın, yine Atatürk gibi bir lidere ihtiyacı, hiç olmadığı kadar önem kazanmıştır. Çünkü Atatürk sadece bizim değil başta kadim komşularımız olmak üzere bütün mazlumların da lideriydi. ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ sözü; hele de Atatürk gibi bir ilkeler ve ülküler adamının ağzından çıkıyorsa, bu gerçeği bize ne kadar da anlamlı ve ikna edici anlatıyor değil mi?

            İnanın şayet Atatürk bugün yaşıyor olsaydı; başta Türk Dünyası olmak üzere Asya ve Avrupa’da önce güvene, sonra da huzura kavuşurdu. Çünkü korkusuz bir özgüvenin olduğu yerde, huzursuzluk asla barınamaz. USA ya ise böyle bir Dünya da usluca ve edebiyle yer almaktan başka da bir çıkar yol kalmazdı. Aslında USA’da özgürlük yoluna çıktığında, samimiydi. Lakin bugünkü imajı, artık bu dünyaya yakışmıyor.

            Hele Wilson’un ‘Cemiyeti Akvam’ projesiyle, ümit de vaat ediyordu aslında. Ne var ki birinci Dünya harbinin harp zengini, ikincisinin de galibi bir güç Devleti olunca, bu gücü kendi menfaatleri bileşkesinde kullanan çıkarcı ve doymak bilmez Siyonist, liberal emperyalist parababalarının ihtirasları; bugün kendi geleceğini de, dünyanın geri kalanıyla birlikte; ama belki de medeniyeti bitirecek yeni bir Dünya harbinin eşiğine getirdi.

            Hepimizin ve kendi azınlığı tarafından soyulan mütevazı Amerikan vatandaşlarının da tek mekânı olan güzel mavi gezegenimizi, tanrı korusun demek kalıyor bize de. Ve bu yozlaşmış Amerikan varlığına tahammül ise, gerçekten hepimizi aşan bir lüks haline gelmiştir ve bunun fazlası da abesle iştigaldir bundan böyle artık.

            Bugünkü endişe verici durumumuza gelince: 27 Mayıs İhtilali, aslında kaçırılmaması gereken bir fırsattı, yarıda kalan Atatürk inkılabının bitirilmesi bağlamında, şayet ihtilalin başında Atatürk hamurunda bir lider olabilseydi. Demek ki her doğruya birden sahip olmak mümkün değil, hep bir veya birden fazla eksik kalıyor ne hikmetse.   

            Lakin o dönem hukukçularının askeri darbeyi haklı bir ihtilal meşruiyetine taşıyan raporu; bugünde aksi kabul edilemeyen ve dünyada emsali de olmayan evrensel bir hukuk belgesidir. Ve her türlü eleştiriye karşı panzehir de olan bu belge, aslında bugün de fazlaca ihtiyaç hissettiğimiz, 1961 anayasasını da inşa eden gerekçe olmuştur.

            O halde gelelim şimdi 2020’ye: O günlerin 60 devriği DP Hükümetiyle aynı metodolojik oligarşik-demokrasi bileşkesinde ki AKP Hükümetinin de; umuma açık yüzme havuzu talimatlarından farkı olmayan doldur boşalt KHK’larıyla hele de Türkiye Cumhuriyeti gibi bir büyük Devleti yönetebilmelerine imkân yoktur.

            Ve elbette kendileri de bu durumun farkında olmalıdırlar. Öyleyse devamda ısrarın da kendilerine, sadece zarardan başka da bir getirisi olmayacaktır. O halde 1960 da olduğu gibi adamlığına güvenen bilhassa da anayasa hukukçularının ciddi olarak çıkıp ‘durun bakalım artık’ diyebilmeleri gerekmektedir. İşler daha fazla da şirazesinden çıkmadan ve çok daha radikal önlemlere gerek kalmadan. Bu nedenle de 1960 dönemi, özellikle ibret alınması gereken bir olgu değil de nedir.

            Yeni ya da revize edilmiş bir 1961 anayasasına ve bu doğrulta karar alabilecek tam bağımsız bir milli Hükümete, her zamankinden fazla ihtiyacımız olduğu günlerde böylesi bir müdahaleyle, yere düşen Devlet büstünün tekrar kaldırılıp saygın mihrabına geri konulması gerekmektedir. İnanın ki bu güncellenmeye, artık vurgun yeme günleri yaklaşan mevcut Hükümetin ihtiyacı çok daha fazladır.

            Anayasada ki değişmez veya değiştirilemez maddeler esası aslında bir kendini aldatmacadır. Öyle ya, adamlar yandaşları yundaşlarıyla geldiler, azınlıkken ekseriyet oldular ve referandum da kadük olunca, değişmez maddeler de değişiverdiler. Şimdi kısmen de olduğu gibi. Ne olacak o zaman. Yani oligarşik Hükümeti devirmeden, hangi bağımsız hukukçunuzla yasal revizyon yapabilirsiniz ki artık.

            İşte bu nedenle de anayasa yapılmadan önce kuvvetler ayrımının değiştirilemezliği eskiden olduğu gibi yeniden güven altına alınmalı ve orduya da gerektiğinde, 1960 da olduğu gibi kaotik durumlarda Hükümete müdahil olma hakkı tanınmalıdır.  Yeni anayasa da bilhassa da bu maddeler vurgulanmalıdır. Özetle de Ordu-milletin millet tarafı, ordu tarafının daha fazla itibar kaybına da asla müsaade etmemelidir. Yani hukukçu da millettir, dolayısıyla da anayasa bundan böyle artık cevherine puntalanmalıdır.


            Bu arada iktidar ortağı Bahçeli, ‘Erdoğan çekilirse iç harp çıkar’ diyor. Eğer bir iktidar ortağı böyle bir ifade kullanıyorsa, anayasal bir suç işliyor olmalıdır kanımca. Bahçeli Türk milletinin kardeşine silah doğrultmayacağını bilmiyorsa, nasıl milliyetçidir? Hükümete artık yol göründüğünde; kapının önünde aport tutulan terörist köpeklere mi kapıyı açmayı düşünüyor yoksa? Pekiyi ondan sonra kendilerini nasıl aklayabileceklerinin de hesabını yapıyor mu acaba???

                                                                       Serendip Altındal



12 Eylül 2019 Perşembe

SATHI GÖZLEM..


            İdlib, Afrin, YPG, PYD, PKK falan derken kapımızda bekleyen kılıç artığımız teröristler, artık içimizde icraata yönelmek üzere hudutlarımızda mevzilendiler. Öyle ki emperyalistler bu birikimi,  bundan sonra ki planları dâhilinde, ülkemize karşı da bir tehdit unsuru yaparak önünün açılmasını isteyen Erdoğan’ın eline büyük bir koz verdiler.

            Hala, bu belanın da müsebbibi olan AKP İktidarının kuyruğunda kaldıkça, kapımızın önünde bu beslemelerini boşuna bekletmeyen USA haramisinin, yakında bunları içimize salmak için gün saydığını da hiç akıldan çıkartmamak gerekiyor. Bir de bunları içimizden cımbızla ayıklamaya kalkarsak, seyredin siz Dünyayı. Bu seyir de altından mı, yoksa üstünden mi olur, kişisel göreceliğe bağlıdır artık.

            Ondan sonra bir de Çekiç Güç köprübaşlarını, yol kavşaklarını vs. tutunca; eh artık en iyisi daha fazla söylemeyelim de moral bozmayalım, arkası da bize kalsın. Yalnız bilelim ki gücü, gücü yetene bir baskın senaryosunun, ana baba günlerimiz için hazırlanmakta olduğu da gün gibi ortadadır.

            Eski Roma fobisini yüzyıllardır taşıyan Yahudi, şimdilerde USA ile ittifak içinde geliştirmekte olduğu Akdeniz ve Kürdistan projelerine bel bağlayarak, aynı bağlamda yeni Roma Metropolü olarak öngördükleri İstanbul bileşkesinde, eski Roma fobisini, yeni Roma hobisi yapma gayreti içindedir. Bu zincir projeler paketinin, ne kadar elle tutulur ve açılır olup olmayacağını, nasıl olsa en yakın günler, ister istemez gösterecektir.

            Bir yanda emperyalist kulvarda hal ve gidiş bu yönde iken, İstanbul’un Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları alelacele ve elbirliğiyle gönül koyarak, gümbür gümbür mütevazı vatandaş İmamoğlu’nu, Belediye Başkanlığına atayarak, yılların AKP saltanatına da son verdiler.

            İşte bu İmamoğlu şimdilerde harikalar yaratıyor ve yaratmaya da devam edeceği anlaşılıyor. Bütün suiistimalleri tarifsiz bir ciddiyet ve sorumluluk bilinciyle ortaya koyarken, vatandaşların sevgi ve hayranlıkları, kendisine giderek katlanıyor. Demek ki vatandaş son 17 yılın yolsuzluğu ve adamsızlığında öyle bunalmış ve doğru adama hasret kalmış ki şimdi bulduğunu da neresine koyacağını bilemiyor. Yani aklı erdemin sosyal psikolojisi anlayacağınız.

            Aydınlar, doğruyu bilen, adil, ahde vefa sahibi, düşünen ve araştıran insanlar demektir. 1950 seçimleri galibi Menderes’in meclis açılış konuşmasında, bir defa bile kurucu ve kendi siyasi varlığının dahi nedeni olan yüce Atatürk’ten bahsetmeyişi, aydın kitle tarafından, karanlık geleceğini de tayin eden en büyük etken olarak kabul edilmişti.

            Şimdi ki AKP iktidarı ile - ki onlarda eski DP nin devamı olduklarını beyan etmişlerdi - 1950’lerin DP iktidarı arasında fazla bir fark yoktur aslında. Bunlar da netice itibarıyla Atatürk ve Türk kavramını inkâr ettikleri için, DP ile aynı kaderi saatleri çalınca ister istemez paylaşacaklardır nasılsa.

            Çünkü 14 Mayıs seçim zaferini en büyük inkılap olarak betimleyen ve bugün bile hala devam eden Atatürk inkılabını elinin tersiyle iten Menderes, makûs kaderini daha yolunun başında kendi eliyle yazmıştı. Ve sonunda da ceman korktukları başlarına da geldi esasen.

§ Menderes, yıllarca Halk Partisinin Halkevleri Müfettişi olarak çalışmıştır. Kendini bu işe, tam ve yürekten vermişti. Kendisi de Halkevleri kurmuş, bunların açılışında nutuklar vermişti, bu hizmeti tam 15 yıl sürdü. Meselâ Aydın Halkevinin 1950’daki açılışında şöyle konuştu.
«Milletimizin yükselmesi yolunda her ihtiyacı gören ve sezen Büyük Gazi, içtimai hayatımızda, kültür hayatımızda, çok derin bir boşluğu ve çok şiddetli bir ihtiyacı da görmüş, bu boşluğu dolduracak ve ihtiyaca cevap verecek bir tesis ve teşekkülün esasını kurmak, temellerini almak şerefini de kazanmıştır.»
Halk Partisi üyesi ve partinin Halkevleri Müfettişi iken, Menderes’in görüşü» inanışı buydu. Hâlbuki Millet Meclisinde ve 4.V.1951 de, “Başvekil olarak nutkunda Menderes, Halkevlerini şöyle vasıflandırıyordu:
«Halkevleri, Halk odaları kurmak, gençlik teşkilâtını ele almak, Faşistçe düşünce ve telakkilerin mahsulüdür. Bunlar, içtimai bünyemiz içinde tamamıyla abes, beyhude, geri ve yabancı uzuv halindedirler.» (İhtilalin Mantığı ve 27 Mayıs İhtilali– Ş.S. Aydemir s.184)

Yukarıda ki çelişki, Menderes’in iki ruhlu kişiliğini (ikircikli) gösteren çok tutarlı bir tarihi belgedir mesela ve bu da size çok iyi tanıdığınız birini anımsatmıyor mu? İkilinin, kişilik, icraat ve kader uyumlarına da ortak bir empatiyi çağrıştırmıyor mu?


Son olarak Mardin de Özel Harekât Şube Müdürünün öldürülmesi, ister istemez dikkatleri Çekiç Gücün üstüne çevirdi. Çünkü terörün giderek daha fazla dikkat çekmesi amacıyla, üst rütbeli ve liyakat adamlarımızı hedef almaya başlaması ve bunda da netice alması; bu olayların Çekiç Gücün çevreye intikalinden sonra artmaya başladığı da dikkate alınınca, ancak profesyonel bir enformasyon ve yönlendirmeyle açıklanabilir. Yoksa tetikçi baldırı çıplaklar sürüsünden, böyle organizasyonlar beklemek pek olası değildir.

Nasıl da yapay bir oldubitti darbesiyle ve hemen ardından yağmur gibi yağan KHK’larla Ergenekon’un ardından milli ordu eğitimi de iğdiş edilince ne günlere geldik değil mi dostlar. Hoş bunları daha 16 Temmuz'da da yazmıştım amma... Bedii Faik’in bile ‘bu millet bu Devlete yakışmıyor’ dediği bizim millet, Şeytanının tokadını yiye yiye sonunda ve artık mevtayı bulacağını idrak ettiğinde, aklı başına gelecek herhalde.

Teknoloji hayli ilerledi. Artık Okyanusların diplerinde bile tarihi kazılar yapılıyor. Her yerde açılan hidrokarbon kuyuları, çeşitli ve sayısız yapılar için yapılan kazılarda vb. ön Türk tarihiyle ilgili kim bilir ne bulgular elde ediliyor. Lakin bunların açıklandığını hiç duydunuz mu? Sadece bizim ülkemizde yaptığımız kazılarda ele geçen bulgularla, lütfen veya usulen ilgileniyorlar.

Şimdi düşünelim o halde! Şayet toprakların altından kendi olası tarihleriyle ilgili tarihsel bulgular ortaya çıksaydı, bizim tarihimizi bile kendilerine mal edenler, kim bilir nasıl yaygara yaparlardı. Demek ki kendi tarihimizi bile derinleştirmek ve gerçek Dünya uygarlığını da ortaya çıkarmak, yine bize kalıyor. O zaman ha gayret gardaşlar. Çünkü misakı vatan için önce sathı müdafaa, sathı müdafaa içinde de önce sathı gözlem gerekir…
                                                          
                                                                         Serendip Altındal



3 Eylül 2019 Salı

YAPAY DEVLET..



            Bana göre Atatürk inkılabının mihenk noktası, Devletçi bir milli kapitalizmdir. Çünkü bizim gibi Avrupa sanayi ve fikri kalınma devrimini kaçırmış, 150 yıllık bir uykudan sonra ancak ikinci Meşrutiyetle, modern Dünyaya gözlerini açabilmiş bir Devletin, başka da milli bir kalkınma modeline yönelme lüksü de yoktu. Dolayısıyla Atatürk de bu en doğru modeli uygulamıştı ülkesinin şartlarında.
           
            Öyle ki; bundan sonra da önce, Devlet korumacılığını yarı yolda bırakarak milli kaynak ve sanayimizi emperyalist Devletlerin tensiplerine terk eden angaje siyasilerden, sahte sanayicilerden biran önce kurtularak, Atatürk inkılabını tamamına erdirmek üzere, milli kalkınmamızın kaldığı yerden yoluna devam ettirilmesi acilen sağlanmalıdır.

            Ancak ondan sonra ve eğitilen milli sanayicilerle birlikte ve tam bağımsız bir stratejiyle, liberal kapitalist düzenden söz etmek mümkün olabilir. İşte bu doğrultuda Atatürk inkılabını terkedildiği noktadan tekrar ayağa kaldıracak sihirli ele sahip ve milli bir Hükümete hiç olmadığı kadar acilen, ihtiyaç vardır. Ve bu sayede, yeniden Dünya Devleri arasında yer alabilmemiz mümkün olabilecektir ancak.

            Yalnız bu işler için aynı bağlamda; yapay İslam paradigmasını, yani menşei belirsiz lakin Vatikan vaftizli terörist İslam himayesini terk etmiş, çevre ilişkilerinde en doğruyu bulmuş, yurtta sulh cihanda sulh zırhına bürünmüş bir Devleti elbette şiar aldığımızı, bilmem tekrar söylemeye gerek var mıydı?

            Buna rağmen hiç unutulmaması gerekense, bu yeni Hükümetin, Cumhuriyetimizin bin bir meşakkat, bühtan ve dökülen kanlarımızla yerine koyduğu tüm milli kazanımlarımızı, AKP Hükümetinin iktidar yılları içinde babalar gibi yok ettiğini de düşünürsek; bu büyük hasarı da sil baştan yerine koymak zorunda da kalacak olduğudur.
             
            Yani Devletin yeni sanayi fabrikalarını iğneden ipliğe kadar kurup, eskileri revize edip yeni olanlarıysa tam millileştirerek yeni veya eski sahiplerine nominal değerlerle ve faizsiz uygun geri ödemelerle teslim edip, usulen ve hakça vergi ödemeleriyle de, kendi hazine tahsilatını geri alması gerektiği, bilhassa vurgulanmalıdır.


             Bu bağlamda da serbest liberal kapitalist; ama yabancı sermayeye haraç ödemeyen bir milli ekonomik sistemin, tıpkı Atatürk döneminde olduğu gibi önünün açılması gerekmektedir.

            Yani amaç, Atatürk’ün de formüle ettiği gibi Devlet desteğiyle bütün zirai, ticari ve sanayi kalkınma için gerekli tüm alt yapısal desteği sağlayarak, bütün faaliyetlerin, araç ve gereçlerin, tam bir düzen ve nizam altında o ilk inkılap ruhuyla, adil ve hakça milli ve özel teşebbüse devrinin sağlanması olmalıdır.

            Sonra da her şeyin ki sistem kusursuz, tam ve istence uygun olarak, salt milli işleyinceye kadar da Devlet kontrolünün eksiksiz uygulanması elzemdir. Şayet işçi eğitimine ve milli üretime katkı sağlayacak yabancı sermayenin de sisteme girmesi isteniyorsa; yabancı sermayenin yerli ve sözde ortak birlikteliğine, asla ve zinhar izin verilmemelidir. Dolayısıyla milli müteşebbis yabancı sermayeye ancak rakip olmalıdır, sözde ortak değil. Ve hiç yadsınmamalıdır ki ancak bu düzen, atalet uykusuna dalmış inkılap ateşini, yeniden alev haline getirecektir.

            Bu görüş ilk Cumhuriyet döneminde de savunulan lakin değeri pek kavranamayan, inkılapçı kadro hareketlerinin de özeğidir aslında. Atatürk, İnönü gibi mümtaz Devlet adamlarımızdan sonra ne yazık ki ekseriyeti vasıfsız, liyakatsiz,  idraksiz, demagog ve sadece kendi menfaat ve ikballerine yönelik siyasilerin keyfi ve başıbozuk idarecilikleri sayesinde, ne yazık ki bu günlerimiz yaşanır olmuştur. Lakin elbette bu da ülkemizin kaderi olmayacaktır. Ve bugünlerde tarih olacaktır kuşkusuz.

            Nato dâhil bundan sonra da yabancı ordularla yapacağınız ittifaklarda şayet ordu Komutanlığınız Korgeneral seviyesinde kalırsa, ordunuzun diğer ittifak Ordularının Orgenerallerinden hep emir alan durumunda kalacağını da biliyor musunuz bre Şahinler. Bu da çook düşünerek tek başınıza aldığınız bir karar mı? Yoksa başkalarına mı ait bu dâhiyane fikir. Sizin Reisiniz var, alışıksınız emir altına. Lakin Liderini de kendisi seçen Türk Milleti, acaba öyle mi?

            Muhalefetin ısrarlı konu mankenliği ve Erdoğan’ın Başbuğluğunun yakında ülkemin ipini çekecek sinsi birliktelikte olduğunu, ne zaman anlayacaksınız acaba? Ülkemiz yabancı komuta kademesi altında eyaletler bileşkesi olarak, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti kimliğini kaybettiği ve YAPAY DEVLET konumuna indirgendiğinde mi?

            Devletimize o zaman Yeni Amerika da denmeyeceğine göre, ne deneceğini de bir düşünüverin bir zahmet. En iyisi siz vasıfsız demagoglar, bugüne kadar en iyi yaptığınız işi, kalan sayılı günlerinizde de yapmaya devam edin de, hiç olmazsa ballı maaşlarınızı, masallarınızla, en azından meddahlar gibi biraz hak etmiş olun.

            Kapitalist, liberalist, emperyalist üç ayrı adam gibi görünse de aslında tek bir emperyalist yumruğun bileşkesidirler. Karşılarındaki Sosyalisti şaşırtmak için üç ayrı sanal hedef algısı yaratırken yine de, ağır ve emin adımlarla hedefe yaklaşan bilge Sosyaliste, sonunda savaşı kaybedeceklerinin de bilincindedirler neresinden bakılsa.

            Feyzioğlu’na gelirsek: Bana göre kendisine Sarayda, düşündüğüm ve beklediğim konuşmayı, Cumhuriyetin bir Baro Başkanına yakışır üslupta yaparak, 30 Ağustos gününün bütün vakarı ve dik duruşuyla bir Atatürk ve Cumhuriyet çocuğu olduğunu da ortaya koyarak, bütün hukukçuları ve vatandaşlarını temsil etmek düşerdi. Ve bunu da yapmıştır.

            Esasen Saraylı hazırun ve orada ne aradıklarını bilmediğimiz Arap misafirlerin de belki duymayı pek beklemediği, ama asla da yadsıyamadığı, hukukun tarafsızlığı vurgusu da tam yerine nokta atışı oldu. Sayın Feyzioğlu, Sarayda kendisiyle birlikte kurumunu da başarıyla temsil etiği için kendisini kutlamak yakışır bize de. Ne var ki milletin Vekili geçinen birileri, Feyzioğlu’ndan Sarayda neredeyse silah çekmesini bekliyorlardı herhalde. Öyleyse bu nasıl bir etik siyaset ve nasıl bir anarşist mebus anlayışıdır.

                                                           Serendip Altındal