26 Mayıs 2014 Pazartesi

İKİNCİ SEVR DÖNEMİ..

             I Dünya Harbi galibi ittifak devletleri tarafından, 10 Ağustos 1920 de bize baskıyla – muhtemelen kendileri tarafından da, ya tutarsa mealinde - imzalattırılan; ama aslında kimsenin onaylamadığı Sevr muahedesi, esasında üstümüzde, İstiklal Harbimizin nüvesini besleyecek, mermisini tetikleyecek aşağıdaki kazanımları oluşturmuştur sadece.

             § Fakat derhal şunu belirtmeliyiz ki, Sevr Muahedesi Türk halkı ve hele aydınları arasında bir yeis, bitkinlik,  ümitsizlik ve teslimiyet ruhu yaratacak yerde, bunun tersine olarak direnme ruhunu kamçıladı. Hele Anadolu'da yürüyen Millî Mücadele'yi ve Mustafa Kemal cephesini besledi. Çünkü hemen şu gerçekler belirdi:
    "1 - Artık bir İstanbul hükümeti yoktur. Padişah bir gölge bile değildir. İstanbul hükümetinin, siyaset ve diplomasi yollarıyla kazanacağını ilan ettiği, bazı saf insanların inandığı hareket tarzı demek ki bir hayalden ibarettir.
    "2 - Düşmanlardan insaf ve atıfet beklemek boştur.
    "3 - İmzalatılan muahede, baştanbaşa hatadır ve haksızlıktır.
    "4 - Milletin hak ve istiklâlini, demek ki ancak milletin mücadelesi kurtaracaktır.
    "5 - Şu halde Mustafa Kemalin giriştiği direniş ve dayatma yolu doğrudur. Millet esaretten ancak bu yolla kendini kurtarabilir. O halde tek çıkar yol, milli mücadele ve millî kurtuluş hareketi yoludur." (TEK ADAM II s.390 - Ş. Süreyya Aydemir)

            Neticede ittifak devletleri de, muahedenin birbirinden kabul edilemez maddelerinin bizim, hele de Mustafa Kemal tarafından asla kabul edilemeyeceğini bildikleri ve Türkleri de Çanakkale’den sonra bir daha karşılarına almaya cesaret edemedikleri için, bilindiği üzere, ordu-milletimizin - ki bu özelliği de fazlasıyla yeterliydi Türk Milleti adına, zira o dönem savaşacak ordumuz bile yoktu – gerek süngü gücü,  gerekse de bize yaptıkları haksızlığın bizatihen idraki nedeniyle, savuştular Anadolu’muzdan birer birer.
            Eski Haçlı çapulcu talanlarında da böyle olmamışmıydı. Onlar kimi yiyeceklerini çok iyi bilirler, siz merak etmeyin. Çünkü her kuşun eti yenmez. Dört defa denediler tutmadı, sonunda SEVR ile geldiler, o da olmadı. Ağızları yeterinden fazla da yandığı üzere, bu defa da altıncı; ama silahsız ve içimizden oluşacak ikinci SEVR seferini deniyorlar, o halde buna da tam hazırlıklı olmalıyız. Türk’ün Atatürkleri bitmez, o yüce rahmetlinin de dediği gibi hepimiz ATATÜRK’ ÜZ aslında.
            Ve yukarda birlikte okuduğumuz gibi de demek ki, ‘TEK KURTULUŞ Yolu’nun ne olduğu, SEVR döneminde de ayrıntılarıyla ortaya konmuş ve Osmanlı cephe harpleri yorgunu millet tarafından bile, iş sonunda anavatana dayanınca, benimsenebilinmiş ve tek yumruk olunabilinmiştir.

            Mustafa Kemal gibi bir TEK ADAM dahi Milli güçlerin başına geçmek üzere Samsuna çıkmadan önce, İstanbul Hükümetinden bir görev (Ordu Müfettişliği) ayarlamıştı kendisine. Yani önce somut bir nosyonel kimlik gereklidir toplum liderliği için. Sokaktaki sıradan vatandaş topluma lider olamaz, olsa olsa Çerkez Ethem, Demirci Efe vs. gibi Kuvayi Milli de olsa bir çapulcu reisi olabilir ancak. Oysa disiplinsiz sokak guruplarıyla devlet ikame ettirilemez. O halde Atatürk dönemiyle hemen hemen aynı şartları gösteren bugünkü acil durumların toplum liderliği de önce eski siyasilerle, komutanlara düşer.

            İşte özellikle de sizler, eski siyasiler ve komutanlar; ‘sallabaşını al emekli maaşını, bana mı kaldı?’ çizgisinde büründüğünüz salt oportünist eyyamcılığı, bir kenara bırakın da, elinizi taşın altına ciddi olarak sokun bakalım. Kendi adıma liderimi bulsam, kalan ömrüm pahasına derhal en ciddi sorumlulukları almaya hazırım. Çünkü bundan başka bize öz kimlik ve ekmek verecek bir TÜRKİYEMİZ yoktur. O halde haydin bakalım Emmioğullarım; vakit artık ATATÜRK GİBİ DÜŞÜNME vaktidir.
         Yoksa kapımızın önünden yayılan ve buram buram kokarak bizi ikinci SEVR dönemine sokacak olan iç savaşın kokusunu, hala alamadınız mı? İçimize apar topar sokulup, kısmen de bize vatandaş bile yapılan Suriyeli göçmenler, sözde dindar yaftalı farklı kamplardan getirilen yamyam teröristler, dağlarımızda mevzilenen bölücü eşkıya, Kuzey Irakta hazır kıta bekleyen ABD milis kuvvetleri ve tüm diğerleri; boşuna mı hepsi kapımızın önünde veya içindeler sanıyorsunuz?

         Hele de hazır; anlı şanlı ordumuz pasifize edilip sütre gerisine yatırılmış ve tam da bugünlerin adamı olan komutanları kodeslerde çürütülürken… İşimiz Allaha kaldıysa şayet, vah ki ne vah! Yine de Allah korusun; ama başımıza getirilecek olanı daha anlayamadan, bir anda kendimizi, hepimizi buhar edecek bir ateş yumağının içinde buluveririz, aman efendiler haberiniz olsun!!!

                                                                                                          Serendip Altındal
Video Kanalım

24 Mayıs 2014 Cumartesi

ADINI KOYMAK GEREK..

            Anlaşılıyor ki, RTE sendromu başlığı altında tanımlanabilecek ve bizi bir iç savaşa sürüklemeye bile kararlı, yeni bir araz ve/veya tür, bilimsel araştırma konusu yapılma durumuna gelmiştir. Tehlikeli bir salgın haline de gelebilecek olan bu kimlik sorunu; Psikoloji, Parapsikoloji, Patoloji, Antropoloji, Kriminoloji, gen mühendisliği ve hatta atom altı fiziği gibi farklı; ama genelde birbirinden veri alışverişli de olabilen bilim dallarının, anlaşılan tümünü birden ilgilendirecek gibi görünüyor. Çünkü gelecek nesillerin sağlık güvenliği açısından da bu durum, artık çok ciddi bir önem kazanmıştır.

            Yani emperyalistin (patron Burjuvanın) insan genleriyle oynayarak yeni türler yaratmakta olduğu, çok ciddi; ama bir o kadar da tehlikeli ve duyarlı, sibernetik ara türlerin seri imalatına başlanacağı bir döneme gelinmiştir artık. Bu durumda da, herhalde gelecekte herhangi bir görev sorumluluğu alacak olan nesillerin, gen karakteristiklerinin doğal mı, yoksa yapay mı olduğu hakkında tam bir sağlık raporu getirmeleri de mecbur tutulacaktır anlaşılan. Mesela deneğin, Allah korusun bir de elinde seri imalat uzaktan güdümlü robo-polislerin olduğunu bir düşünün.
            Çünkü bugün meşru bir kimlik ve sağlık kontrolü yapılma gereği bile görülmeden, baş sorumlu konumuna getirilen RTE, ciddi bir sorun (veya sendrom) haline gelmiştir artık. Normal insan davranışı ve psikolojisi biliminde, hiç bir izahı olmayan ve saati saatine dahi uymayan, 180 derecelik sapmalarını sürekli yaşayan ve dozajını da giderek arttıran bir kimliğin, ancak bir gen manipülasyonu ile ilgisi olabilir.
            Çünkü daha önceleri belgili bir emsali de olmadığı için, böyle bir hastalık da mevcut olamaz, olsa da ancak yapay olabilir diye düşünüyor insan. Aynı bağlamda alınırsa, eline verilen yazılı ve lehine bile olabilecek bir mesajı dahi topluma iletmeye kalktığında, sebepsiz yere iticiliğini ön plana çıkaran ve dolayısıyla pozitif mesajını bile izleyicisine aktaramayan bir mantık, normal bir kitle adamına asla özgü olamaz.

            Şayet deneği, uzaktan güdümlü bir insan-robot haline getiren bir manipülasyon söz konusu ise, bu keyfiyet acilen ve mutlaka akademilerde bilimsel açıklayıcı bir tez konusu yapılmalıdır. Zira bu durum nasıl olsa gelecek nesil kriminalistlerinin de sorumluluk alanları içinde yer alacaktır. O halde erken kalkan fazla yol alır nedeniyle, hemen araştırmalara başlanmalıdır. Bu konuda ilk uyanan, hem de sömürülen dünyanın diğer yanı henüz uykuda iken, neden Türk bilim adamları olmasın.

            Ayrıca emperyalistin güvenlik birimlerinin (CIA, NSA vs.) araştırma laboratuarlarında, mevcut denekleri yenilemek ve hatalarında yerlerine sürülmek üzere değişik sürümlerinin, parat tutulacağı da unutulmamalıdır. Öyle ya! Sadece bu seriden manipülasyonlar için bile para babaları tarafından, nasılsa muazzam fonlar ayrılmaktadır…

            Şimdi bir de böyle bir insan-robotu, başkanınız olarak tahayyül edin. Sanki irrasyonel korku filmi gibi. Düşüncesi bile insana ter bastırıyor. Aman kendinize gelin, aklınızı başınıza devşirin efendiler. Unutmayın ki, ördekler köyüne bile tilkiden muhtar olmaz...

            Bizi AB patronlar kulübüne almak istemeyenlerin (ki Allahtan) hepsinin bir arada, üstümüze salacak bir ordu bile çıkarmaya yetecek güçleri yoktur aslında. Varsa da yoksa da ABD – ki onunda sayısı bellidir artık -, yeni Roma budur işte. Siz bakmayın atıp tuttuklarına. Sallamak, bizdeki uçuklar gibi, onlarında doğaları gereğidir. Meğerki bizi ötekileştirerek, bölücülük ve çeşitli provokativ gündemlerle birbirimize düşürerek zayıflatmaya kalkmasınlar. İşte başımızda ki güdümlü robotun mevcudiyetinin de aslı esası budur işte. Bu durumsa, gen kurbanı bile olsa, kendisini asla masum kılmayacaktır...

            Mekânımız olan bu âlemde bütün nedenlerin basit bir çıkış noktası ve açıklaması vardır. O halde biz de öyle ele alalım. Kafaları fazla karıştırmaya, ezoterik çıkmazlarda kaybolmaya da hiç gerek yok, şöyle ki:
            Ülkemizde birileri çıkıp, kendilerine verilmiş ve anayasayla ortak güvence altına alınmış sınıf farksız, tam eşitlikçi, koca Türkiye Cumhuriyeti vatandaş-birey haklarını ellerinin tersiyle itip, ne idüğü belirsiz bir terörist-kampında (ABD-İsrail üs-devleti) vatandaş kimlikleri dahi olmayan paralı asker konumunda, kendi kendilerini vasıfsız kılmaya kalkıyorlar. Böylesi bir emsalsiz enayilik, ülkende gürül gürül akan ve can suyun olan nehirlerinin veya toprağının altındaki, servetin olan madenlerinin yataklarını, komşunun bahçesine akıtmanla eş anlamlıdır. O halde neden, kendi ve çocuklarının ekmeğini de kursaklarından çıkarıp, seni güdenlere vermiyorsun sorusuna da bir cevapları olmalıdır bunların.
            Ne ki, neresinden bakılsa böylesi bir akıl fukaralığının, evrensel insan aklıyla da örtüşebileceğini söylemek mümkün değildir. İşte çevrenizde rastladığınız etnik takıntısı olanlara, ‘değilseniz’ bile inadına, Türkoğlu Türk olduğunuzu söyleyin. Ve inanınki bu sizin eksikliğinizi değil; ama o kişilere olan tartışmasız akıl üstünlüğünüzü ortaya koyacak ve onlarda bunun farkında olacaklardır aslında, hiç kuşkunuz olmasın. Ayrıca, eski Kübalı veya nereliyse, bir ABD vatandaşının, neden acaba “BEN AMERİKAN VATANDAŞIYIM” dediğini de bir düşünmelerini söyleyin onlara.
            Ve bilin ki, işi daha da ileriye götürüp size acımak gafletinde bulunanlar, aslında sizin kendilerine daha fazla acıdığınızı da bir gün nasıl olsa anlayacaklardır. Tıpkı bir zamanlar, uzun yıllar ülkelerinde birlikte yaşadığım ve çoğundan daha nitelikli bir Alman vatandaşı olduğumu kendilerine de itiraf ettirdiğim ve ülkelerinde süresiz oturma iznine de sahip olduğum halde, yine de verilen yasal vatandaşlık hakkımı almadığım için, bana acıyan dostlarımın da sonunda, benim kendilerine daha fazla acıdığımı anladıkları gibi.
           
            Hiç unutmayalım ki, söylenebilecek olan her şeyin bir fazlasını söyleyecek hep olacaktır. O halde söylemeleri de yeterli bir noktada bırakıp, icraata bakalım biraz da. Bilmem anlatabildim mi? Hele bazı düşünceler de kelimelerle ifade edilemezler. Onlar anlayabilinmiş olunmalıdırlar sadece.

            İyi biliyoruz ki, rahmetli Mustafa Kemal’imiz de kemal düşüncelerin adamıydı. Çok doğru şeyleri, doğru mekânda ve zamanda söyledi, yazdı. Şayet entelektüel olanın yanında, dinamik bir aksiyon adamı kimliği de taşımasaydı; bugün biz yaptık diye gururla sahip çıktığımız muhteşem İstiklal Harbi mucizesi, acaba yaşanabilirmiydi???

                                                                                              Serendip Altındal

Video Kanalım

16 Mayıs 2014 Cuma

DEVRİM Mİ, İHTİLAL Mİ..

           İnsan özeği, varsayılandan çok daha zeki olduğu için, sağduyulu kendisini, duyarsız kendisinden ya da doğru yanını, eğrisinden kurtarmanın yolunu da nasıl olsa bir gün bulacaktır. Ve Sosyalizm aşamalı Komünizm, elbette dünya zirvesinde hak ettiği yeri alacaktır sonunda. Devri sabık olanı ise sadece Bolşevik ihtilaldır aslında. Rusya’da ki başarısızlığın nedeni, Marksist, Leninist çıkışlı Sosyalist ihtilalın, devrimin ruhunu kavrayamayan Bolşeviklerin elinde, salt bir iktidar değişikliği safhasında kalıp, gerçek devrime - inkılâba- dönüşüp devinimini tamamlayamamasıydı.
            Şayet bunun aksi olabilseydi, 1917 ihtilalının, mutlaka hedefte olan Komünizm ile buluşması da mümkün olabilecekti. Buradan çıkan asal sonuç ise, ihtilalların her zaman hedeflerindeki inkılâplarla, ne yazık ki buluşamadığı veya inkılâp bağlantıları olmadığı için sonuçta, el değiştiren otokratik bir kaba kuvvet döneminden başka da özellikleri olamadığı doğrusudur. Tıpkı 1990 lar da Komünizme kavuşmayı umut ederken, mevcut Bolşevik sistemin bile iflas etmek zorunda kaldığı, gerçeğinde olduğu gibi.

            Oysa diğer yanda inkılâp orijinli, milliyetçi, Cumhuriyetçi Atatürk devriminin, bilhassa da en zor başlangıç yıllarında (1925–1945), bütün yokluklara, hatta 2 ci Dünya Savaşına rağmen, dünya genelinde takdirle karşılanan ekonomik başarısı yaşanmaktaydı. Ve bu başarının tek nedeni, Mustafa Kemalin, her şeyin önünde giden mantık ve devrim adamlığı kimliğinin yanında, Milli ihtilalımızın haklı; ama dolayısıyla da devrimci özelliğiydi. Bu haklılığa ve doğruluğa aklı başında, doğru bakmasını bilen bir dünyanın nasıl itirazı olabilirdi ki.

            Daha Hegel'in, Engels’in, Marks'ın ön genleri bile tasarıma konmamışken, Şeyh Bedreddin (1400) ile başlayan ve kendi hayatına mal olan, Anadolu ilk Sosyalist İhtilalını; çok sonra İstiklal döneminde yüce Atatürk farklı; ama MİLLİ ve kalıcı devrimi ile tam bağımsızlık ilkesi olarak, sömürge ülkelerinin tümünde yaşama dönüştürmüş ve daha önce de emsaline rastlanmamış bir örnek ortaya koymuştur.     
            Şimdi bir düşünürsek; ya birde yarım kalan Köy Enstitüleriyle başlayan milli eğitim programı ve Toprak Reformu devrimleri tamamlanabilmiş olsalardı, neler olmazdı. Bugün nerelerde olurduk acaba? Ne var ki, İhtilalsız devrim de olmaz. O halde şimdi sorabiliriz artık. İhtilal mı, Devrim mi yoksa ikisi birden mi? Diğer yandan da; mademki Hegelizm, Marks tarafından ayaklarının üstüne doğrultulup Sosyalizm'e dönüşmüştür, bırakalım öyle de kalsın o zaman...

            Amerikalı çapulcu, Kızılderili dediği Şamanist ön atalarımızın evlatlarının topraklarına, onların kanları pahasına, gerçek soy kırımcı kimliği ile yerleşip, daha kurumayan kanlarının üstünde, bir zamanlar savunucularına karşı cadı avı başlattığı Sosyalizm ile de, bugün kendisinin zannettiği o topraklarda, eninde sonunda bizatihen tanışma şerefine nail olacaktır nasıl olsa.

            Sözün özüne gelince: Bizlere peş peşe sosyal afetler yaşatan AKP Haramiler çetesi, reisleriyle birlikte derdest edilip, tek çuval halinde tarihin en karanlık ve derin çukuruna yollanmadıkça, bu vatanın evlatları huzur bulamayacaklardır anlaşılan. Bunun vücut bulduğu gün ise, yeni bir Sosyal Bayram günü olarak tarihe geçecektir herhalde.
            Yaşadığımız faciaların sonuncusu olur İnşallah, Somada ki kitle katliamı. Ve yakın bir gelecekte üstüne yaşanacak yeni bayram da, acılı ve ağlayan gözleriyle; iaşe ve ibatelerini, sağlamaya, kendilerini yok haliyle okutup adam etmeye çalışan ve tarih öncesi maden çukurlarında, ilkel şartlarda yaşam mücadelesi veren kahraman babalarının, doymak bilmez katilleriyle hesaplaşma gününü iple çeken evlatları adına, sevgili babacıklarını her ne kadar geri getiremese de, umarım son bir teselli olacaktır.

            Bundan sonra çukur görmesinler artık, onların yok yere ebediyen kapanan elemli gözleri. Hepsi yüce ve aydınlık zirvelerde, rahmetler içinde uyusunlar. Ve tüm o aziz kardeşlerimizin, evlatlarımızın ruhları şad olsun.
         Bu elim günlerimizde anmak zorunda kalsak da,
 19 Mayıs Bayramımız da şimdiden kutlu olsun. Ya o kutsal gün Allah korusun, yaşanmamış olsaydı…

                                                                                              Serendip Altındal



11 Mayıs 2014 Pazar

HASTALIK..

            Hükümetin başındaki ile uzak ara bir gen akrabalığı olmadığı ve tamamen itirazsız bir sicile sahip olduğu halde; lideri olduğu yüce Atatürk'ün partisinin, bir şekilde içine sızdırılan zararlı atıklarla, giderek karinesinin çürütülmeye başladığı bir gemiye dönüşmesinin, tarafsız bir izleyicisi durumunda kalacak en son bireydir bu ülkede Kılıçdaroğlu. Bu konumda kalıyor olması da kendisini, bırakın tarihe geçmeyi, Türk milletinin, üstlerine kocaman çarpı işareti koyduğu tarihin en karanlık sayfalarında, hükümetin halen başında ki muhalifi gibi unutulmaya mahkûm bir sonla yüzleştirecektir.
            İşte bu durum ise, tertemiz sicile sahip bir kimlik adına, maalesef daha da hazin ve izah edilemez bir akıbet olacaktır. Çünkü diğerinin durumu ortada ve herhangi bir fazilet sıkıntısı veya iddiası da esasen yoktur. Hoş kendisi de durumunun farkında ve vahametini kabul etmiyor gözükmeye çalışsa da; ama inkâr edemeyecek konumda olduğunun da bilincindedir.

            CHP merkez yönetiminde, daha da önce yapılması gereken bir revizyona gidilmesi, muhtemel yeni bir umut ışığı olmuştur. Ne ki, sonucu bekleyip görmek gerekir. İkna edici ilk müspet etkiyi ise, Laik ve bağımsız Cumhuriyetimizi, layığı ile temsil edecek ve hepimizin ortak adayı olabilecek bir kimliği, sonuna kadar desteklemekle ortaya koyacaklardır.
            Pekiyi yine aksi olursa ne olur? Mademki ben milletim, o halde haksız yere beni mağdur eden ve kendi sağlığıma zarar verecek olan sıkıntıyı da, içinde hapsedecek enayilerden değilim. Feleğin oğlu bile olsa, bana verdiği ve beni kahredecek olan sıkıntıyı, kendi yüzüne nasıl olsa çarparım. Öyle ya, neticede bana bulaştırmaya kalktığı HASTALIK kendi mikrobunu taşıyor, benimkini değil. O halde bu gerçeği de önce kendisi anlamak zorundadır. Çünkü ben onu, beni de kendisi gibi hasta etsin diye seçmedim.

            Bir mesaj da partiye sokulan Amerikancı ve Gladyocu kuklalara vermek gerekirse; arkanızda olduklarını söyleyenlere sakın ola fazla güvenmeyin, yakında onlarda kendilerini acil revizyona ya sokacaklar ya da sokacaklardır nasılsa. Ve ortada dımdızlak, kaderlerinize terk edilmiş kaldığınızda, o zaman ne demek istendiğini, hiç şüphesiz hüsranla anlayacaksınız efendiler.
            Ne yazık ki, ülkemizde salgın bir hastalık haline gelen "duyarsız kişilik" egosuna boşuna bel bağlayarak, alışıldık klasiğin çaresizliğine düşmemek adına, bu yazımı yine genele atfediyorum. Yoksa kişiye özel bir mektup haline getirirsem, yüreğimdeki birikimden, böyle mütevazı bir iki satırla kurtulabilmem mümkün olamazdı diyerek, bu konuyu burada kapatalım en iyisi.
            Umarım yazımın başlığını neden HASTALIK koyduğumu yadırgamazsınız. Çünkü vaz geçilemeyen hırsızlık (Kleptomani) ve ağır duyarsızlık (Şizofreni veya Alzheimer), hastalık olarak kabul edilirler de ondan. Ayrıca alınmaması gereken bir konumda olunduğu halde rüşvet alınması da, hibe kabul etmekle değil; ama para çalma alışkanlığı ile eş değerlidir...

            Dünkü Danıştay konuşmasında, Barolar Birliği Başkanı Feyzioğlu'nun, herkesin Cumhurbaşkanı olacak bir adaya vurgu yapan, haklı, çok gerekli ve saygılı bir sulh çağrısına bile, tahammül edemeyip, aslında tarafsız bir Cumhurbaşkanı vurgusuna; Van bahanesiyle klasik bir Erdoğan ritüeliyle tepki koyması, ismi ne kadar Tayyip Erdoğan bile olsa, her şeyden önce bırakın koca Türkiye Cumhuriyetini, "Adı Yok" devletinin Başbakanı konumunda ki bir muhtereme bile asla yakışmazdı. Nitekim kendisine bile yakışmadı. Bu son gösteri de, Erdoğan'ın ruhsal ve depresif durumu hakkında ki önceden mevcut endişeleri, açıkça bir kere daha onaylamıştır. Hele de kendi adına böylesi bir talihsizlik, muhtemel bir Cumhurbaşkanlığı adaylığının ise asla akla dahi getirilmemesi düşüncesini, tüm izleyicilerde uyandırmıştır mutlaka.
            Aslında konuşma yine hiç işine gelmeyen Cumhurbaşkanlığı seçimlerine geldiği sırada, başına geleceği anlayıp, tipik tarzıyla ve seviye kaybına rağmen konuyu Van bahanesiyle saptırarak, acilen ortamdan savuşması, epikürist Erdoğan manevrasından başka da bir şey değildi, bu da yenilip, yutulmadı tabiatıyla. Ve bir kere daha anlaşılmıştır ki, Erdoğan’ı kendi sevgili silahı "provokasyon" ile karşılamak, ona verilebilecek olan zararın azamisini oluşturmaktadır. Hele de bundan sonra artık iyice otokontrolünden sapan sinir sistemi ile çocuksu bir provokasyonla bile baş edebilmesi, asla mümkün olamayacaktır. Durumu gerçekten çok düşündürücüdür...
                       
            Büyük patlamanın tarihçesini araştırmayı ya da farklı ayetlerin her karakter yapısında farklı çağrışımlar uyandıran tefsirleriyle uğraşmayı, bir kenara bırakıp, kendi tarihini araştıranlar, eminim çok daha elle tutulur somut ve işlerine çok daha fazla yarayacak verilere ulaşacaklardır. Zira en hayati, en güncel bir konumuzda bile, karar verebilmemiz için, önce yeterli ve de doğru bilgiye sahip olmamız gerekmektedir.

            Kambura yatmış şirazesi üstünde uzuneşek oynayan herifçioğlu, "Ben hırsızlığı, dolandırıcılığı, günah işleme meşruiyetimi; ama karda yürüyüp iz bırakmadan, her halükarda - ki iktidarı her ne pahasına olursa olsun elde tutmak (Makyavelizm) ile tam örtüşen - meşru bir hak olarak görüyor ve benimsiyorum." DİYEMEDİĞİ için; "LİBERALİM" diyor ya zaten. Daha nesini soruşturuyorsunuz ki? Yani işin özeğinde Liberalizm, küreselci Emperyalist hırsızlığın bir yeni türü değil; ama yeni bir tanımıdır kuşkusuz.

            Şeytan+Tanrı dediğimiz Homosaphien var oldukça, HIRSIZLIK da var olacağından, bu arada kendisi de artık eskiyen Liberalizmin de kullanım tarihi geçince, gelecek yeni kuşak hırsızlar bakalım kendilerini hangi tanımlamaya sokacaklardır. İşte asıl tez konusu olması gereken, kanımca da bu soru olmalıdır aslında…

         Tanrı sistemi yarattı. Sistem de bizi ve diğerlerini. Üzerimizdeki tanrı hakkı, iki anamızdan bir de babamızdan olmak üzere tamı tamına üç haktır. Sistemlerin yaratıcısı tanrı ise tek ve faktördür, yani çarpandır. O halde üçün bir ile çarpımı da yine kendisi eder. Dolayısıyla bizim üstümüzdeki tanrısal hak neresinden bakılsa hep üçtür. 
         Bunları neden yazdım. Çünkü anneler gününde tanrısal gerçeğimiz olan annelik hakkı ile hak ettiği gibi yüzleşmemiz gerekirdi de ondan. Zira yumurtadan itibaren yediğini, içtiğini bizimle paylaşan, bizi özene bezene dokuyan, yaşam gerçeğimizle yüzleştirerek bizi birey yapacak olan diplomamızla, ilk vatanımız olan kutsal rahminden azad eden anacığımız, ya olmasaydı? Bir babamız nasıl olsa olurdu da; ama anamız olmasaydı acaba var olabilir miydik???.

         Ve işte bu yüzden:
         Analarına halen sahip olan siz şanslılar! Anneler gününüz kutlu olsun. Ve o mukaddes yaratıcınızı lütfen daha da sıcak ve anlamlı bir sevgiyle kucaklayın...

                                                                                                          Serendip Altındal


5 Mayıs 2014 Pazartesi

SON YUMRUK..

            Çığırtkanlar, goygoycular, palikaryalar, yalakalar, paraleller, asimetrikler ve yandaş lafazanlarla geçen 12 yıllık bir gösteri sonunda; nihayet tarihi kavganın ağır topları ağır ağır sahnede yer almaya ve kafa kafaya gelmeye başladılar. Bizim köşede şerefli tarihi, şampiyonluklarla süslü Türk Milleti, karşı köşede ise, kavimler kasabı, talancı, kan emicileriyle emperyalist çapulcular ya da yeni Haçlı sürüsü.
            Yani Çanakkale’den bu yana artık kara kaplı ezeli düşmanlar almanağımızın en başında, AB&ABD Gladyo kurgulu emperyalist palikarya yer alıyor. Evet, nihayet durum gösteriyor ki; artık son ve bitirici yumruğu vurma zamanı gelmiştir. Bu bağlamda kaba kuvvet kullanılmadığı, kâğıt üstünde her şeyin kitaba uyduğu çocuk masallarına da asla kapılmamalı ve bilinmelidir ki, vatanımız içerden ve dışarıdan açıkça işgal edilmiş durumdadır. Hatta durum İstiklal Hareketi öncesindekinden de daha tehlikeli bir keyfiyet arz etmektedir. Çünkü işgal üstü örtülü ve sinsice yürütülmekte, halkın bir kısmı da ne yazık ki halen işin ciddiyetinin farkında olamamaktadır

            Safkan vatan evladı askerlerimize karşı yapılan kumpas, son kurbanını da verdi. Bir güzel askerimizi, bir erdem adamımızı daha toprağa verdik. Hem de boku bokuna. İşte yine arkada, çocukları ve acılı anneleri, sorgulayan; ama yaşlı gözleriyle himayesiz kaldılar. Bu pisliğe sebep olan ve bulaşan tüm dışkı kokulu sivil ve üniformalılarla elbet saati çaldığında anlayacakları dilden hesaplaşılacaktır, asla kuşkuları olmasın.
            Hele de yasalar giderayak kişiselleştirilerek hukuk, guguk yapılıyorken. Ve bir gün adaletsizlerin, herkesten fazla ihtiyaç duyacağı adaletin dişlisine çomak sokuldukça, birilerinin mukadder akıbetini varın siz hesaplayın. Çünkü bu milletin kader anahtarı, sadece kendi elindedir.
            Ne var ki, emperyalist dostlar(!) tarafından, sömürge devletlerinin taşeron orduları seviyesizliğine düşürülmenin arifesinde olan da işte yine bizim anlı, şanlı Türk Ordumuzdur. Ne oldukları belirsiz, özlükleri tartışılan, vaktiyle de işgal kuvvetlerinin kucaklarına oturan o ağlamaklı Osmanlı, süslü saray Paşalarının seviyesizliğine indirilmiş ve kumpas kurbanı arkadaşlarının acıklı dramını duyarsızca izleyen reveransçı komutan müsveddeleri var, ne yazık ki aynı ordunun başında bugün.
            Oysa Türk’ün ordusunu kim bitirebilir ki; ne yapsalar yine dimdik ayakta, yine onurlu başı yukarda ve her koşulda vatan savunmasında yer alacaktır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Ordumuza kumpasın tek adresi var. AB&ABD Gladyosu! Dolayısı ile başımızda, lider isimlerinin hiçbir kıymeti harbiyesi olmayan malum Gladyonun taşeron hükümeti varken, kendisinden kumpaslar bağlamında tatminkâr bir cevap beklemek, abesle iştigalden öte, ayrıca ahmaklıktır da. 

            “Bu milletle neler yapılmaz!” demişti Atatürk yanındakilere. İlk Erzurum kongresine giderken (1919) yolda, karşısına çıkan ve oralara neden geldiğini sorduğu, onun da kendisine; “Son günlerde işittim ki; İstanbul’da ki rızkı kırıklar, bizim Erzurum’u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki görem. Bu namertler kimin malını, kime verirler?.” (Tek Adam Cilt II s. 90 – Ş.S. Aydemir) diyen ve Ermenilerin vahşi hayvanlar gibi insanlık dışı katliamlar yaptıkları yurttaşlarının, daha sımsıcak acılarını henüz yüreğinde hisseden, o acılı; ama onurlu başı dimdik ve heybetli ihtiyarın arkasından.
            Atatürk dediğini yapmıştı da o milletle. Tarih bir tekerrür değil sadece benzer durumlarda, benzer olgularıyla spiral helezonik bir devinim olduğu için, tekrar bir Atatürk gelmeyecektir. Ne ki, Türk Milletinin de Atatürkleri bitmez. Belki de daha geniş ufuklara bizi taşıyacak bir yenisi, bir mekânda yavaşça oluşuyor ve tomurcuğu patlayacağı anı bekliyordur. Bunu kim bilebilir ki…

            Şimdi o günlerden bu günlere geldik. Düşman aynı düşman, amaç aynı amaç. Yani ülkemizi bir şekilde babasının çiftliği gibi kullanabilmek. Karanlık emellerini içerik senaryolarını Doğu sınırlarımızın ötesindeki büyük devletlere karşı kullanarak, onlara tehdit unsuru oluşturabilmek. zında kovboy tütünü gibi çiğnediği etnik ayrımcılık ise, aslında tamamıyla sanal bir paravanr.
            İşin aslı ABD kaynaklı – ki bu konuda ortağı AB ye de kazık atacağı kesindir – emperyalist menfaatlerinin Doğumuzda üs kapmasır. Hadi gelin şimdi Amerikalıya deyin ki; “Bak Coni bizim tarla senindir. Sana Güney Doğumuzda istediğin noktada bir serbest bölge veriyoruz. Babanın çiftliği gibi kullanabilirsin”. Yani onunla ikili ve özel bir antlaşma imzalayın. İnanınki bu garantiyi verdiğiniz dakika ne etnisite kalır, ne PKK, hatta serbest bölge lafını bile kimse ağzına alamaz bundan böyle. Denemesi parayla değil ya! Haydi varmısınız???

            Federasyonel veya ikili antlaşmalı herhangi olası bir durumda, filmin devamında ne olur? Yarın köşeye sıkışan Amerikalı herzamanki gibi yine Okyanus ötesine savuşur ve biz papaz olduğumuz Doğu komşularımız ve terkedildiğimiz kaderimizle başbaşa kalır, faturayı her halikarda tek başımıza öderiz. Esasen halihazırda, Suriye de özgürlük - neyin özgürlüğü ise - aslında Suriye özgürlüğünün gaspı adına sürdürülen çete savaşlarını tetikleyen bir fesat yuvası haline getirilmiş Güney Doğu bölgemizin bile baş sorumlusu, - daha ülkeyi bile bölemeden - Amerikalı ve sonra da taşeronu Erdoğan Hükümeti değil mi? Çok tehlikeli ve özüne zararlı işlerdir bunlar. Kendiliğinden anlaşılacağı gibi dış siyasette, cemaat takıyesi de işlemez ve yurttaşa uygulanan din bezirganlığına ise hiç benzemez. Her kuşun eti yenmez. Eloğlu bu, kodu mu oturtur adamı. Dolayısıyla çoook akıllı olmak ve de öyle kalmak zorundayız.
            Bu dünyada yalnız yaşamıyoruz, Amerikalı da, diğerleri de öyle. Karşılıklı özgün sorumluluklarımız vardır. Ve delilere uymanın hazin sonuçları sayısız emsalleriyle tarihin öğretici sayfaları arasında yerini almıştır. O sayfaların arada sırada tozunu almak bile aslında aklı başında olanlar için yeterli olacaktır. Unutulmasın ki hırsızın antitezi karşı hırsızdır. Bugün güç sendedir adamın kanını emersin. Yarın da senin kanın emilir, hem de iliğine kadar, bilesin...

            Teknoloji dünyası bugün Mars'a bile - her ne kadar çok uzatmalı da olsa - savaş açabilecek konumdadır. Okyanus ötesi, mesafe bile değildir artık. O halde zannediyormusunuz ki, Amerikalı kendi bölgesinde de, güvende hissediyordur kendisini. Bütün dünya devleri bir araya gelse ve yapabilecekleri en büyük atom bombasını birlikte imal ederek, bir şekilde dış uzayda (Güneş sistemimizin dışında) patlatabilseler; bu patlamanın bize en yakın yıldızdan (5 ışık yılı mesafede) algılanabilmesi için - ki o da nokta bile değil - 5 uzun yıl geçmesi gerekir. İşte bu ve buna benzer gerçeklerle sarmal yaşadığımız bir alemde, gariban bizlerse hala Erdoğan ve şeriklerinden nasıl kurtuluruz hesaplarını yapmakla meşgulüz. Ne kadar ilkeliz değil mi???

                                                                                              Serendip Altındal

Özün Kişiliğinin Aynasıdır...
serendipaltindal.blogspot.com
serendipaltindal@gmail.com
Video Kanalım