21 Şubat 2019 Perşembe

SERVET VARLIKMIDIR..


            Teknik, istihbarî, siyasi, tıbbi, ticari, askeri kaynakları, denetlenemez iletişim, erişim ve merkezi yönetim olanaklarıyla Türkiye’nin göbeğinde bir Pentagondur Beştepe Sarayı. Yani bir ifadeyle de Türkiye Cumhuriyeti Devletinin paralarıyla inşa edilmiş lakin milletinin kontrolünden çıkarılmış ve USA (CIA) denetiminde, emperyalist güdümlü bir karargâhtır.

            Bu karargâhın yönetiminin kendi elinde olduğu söylenen veya bu algı yaratılan; ama aslında konu mankeni olan şahıs ve şahıslarsa elbette bizden birileri olmalıydı. Ki bildiğiniz gibi de öyledir. Ne ki bu resmin bizim tarafımızdan görünen yüzüdür. Ve bilelim ki emperyalist Batı dünyası resmin gerçek yüzünü görüyor, çünkü işin aslını biliyor. Şimdi buna itirazı olanlar elbette olacaktır. Lakin bu itirazların gerçeği değiştirmeyeceğini de asla yadsımamak gerekir.


            Bilinen tarihle birlikte Doğuda başlayan, Batıya doğru Türkler eliyle gelişen ve yayılan uygarlıklar dizesinde derinleştikçe görüyoruz ki; insanoğlu var olduğundan beri hep iktidar, servet ve ikbal için yaşamış ve bunlar için hemcinsleriyle hatta aile bireyleriyle bile savaşmıştır. Dinler ortaya çıktıktan sonra da durum asla değişmemiş aksine kanlı ve acımasız din savaşlarıyla, daha da dehşetengiz hale gelmiştir.

            Emeviler ve Abbasilerle birlikte bilhassa da Türklerin İslam’a geçmesinden sonra, Dünya uygarlık merkezi haline gelen İslam İmparatorluğu sonrasında da İslamiyet, bir Dünya dini olabilmişse, bunu tamamen Türk varlığına ve onun tasavvufi, bilimsel, ötesinde de dini varlığını tarihten silmeyi hedefleyen Haçlı olgusunu yok eden askeri gücüne borçludur. Dolayısıyla Arap âlemi de bunun bilincinde olmalı ve bu gerçeği asla unutmamalıdır.

            O halde Türk varlığı sadece kendisinin değil, İslam’a geçtikten sonra Arap varlığının da devamını sağlamıştır. Varlık tarihi boyunca ezeli bir iktidar kavgası içinde olan insanoğlu, bütün fikri ve teknolojik gelişmesine rağmen egosu bileşkesinde bir arpa boyu bile yol alamamış yani sosyal ahlak ile kişisel mental bağını, en ideal sosyal seviyeye ne yazık ki taşıyamamıştır. Böylece Homosapienin insan yaratığına özgü egosu, başlangıçta neyse bugün de daha fazla veya az değildir.

            Dolayısıyla bugün dahi insanlığın ortak kaderinin, yaratılışından ötürü, topluca mekânımız olan Dünyanın herhangi noktasında, bir nükleer tetiği ateşleyecek bir sapığın elinde olması, insanlık adına çok ürkütücü ve utanç vericidir. O halde böyle bir ilkel seviyedeki insanlık, evrensel uygarlık, sulh, özgürlük, sosyal adalet, hümanizm kavramlarıyla nasıl özdeş tutulabilir.

            Çünkü saydığımız ilkeler, anlaşıldığına göre insan toplumları için aktüel ve özümsenmiş değil, sadece yüzeysel ve anlamsal değerler içermektedir. Aynı bağlamda görülür ki başlangıçta Doğudan Batıya doğru seyreden insan varlığının uygarlık serüveni, artık sona varış ve bitişle yer değiştirerek doymaz emperyal Batıdan, Doğuya doğru yön değiştirmiştir.

            Eşin, eşiyle, kardeşin, kardeşiyle,  Devletlerin birbirleriyle, Homosapien den bugüne kadar süren sonu gelmez kavgayı analiz ettiğimizde, insanoğlunun bizatihi aslında sadece kendi egosuyla ezeli bir kavga içinde olduğunu anlıyoruz, başkasıyla değil. Maalesef ve nasıl bir paradokstur ki barbar doğalı bu insan yaratığı, şimdi uygar kabul etmemiz gerekiyor. İlk Devletleşme olan Feodal hiyerarşi bile önce Doğu da Türk illerinde gelişmiş lakin giderek Batı da demokrasi yaftalı, emperyalist diktaya dönüşmüştür.


            Erdoğan her konuşmasını Bay Kemal’le açıp, kapıyorsa demek ki artık kişisel özgüvenini de yitirmiştir. Ve Yerel seçimlerden de ümit var değildir. Belki de son seçimleri olduğunu düşündüğünden tansiyonu yükselmiştir. Öyle ya kendi eliyle servet sahibi yaptığı yandaşları bile kendisine ve Partisine güvenmedikleri için ülkeyi terk etmişler ve etmektedirler. Sıra yakında en yakın akrabalarına da gelirse hiç şaşırmamak gerekecektir. Velhasıl İktidarı kaybetme korkusu onlarda tavan yapmıştır artık.

            Milli ekonomiyi işlemez hale getiren, vatandaşı inleten, canından bezdiren vergi artışlarına, enflasyon çılgınlığına asla tutmadığı ve tutamayacağı vaatlerine bakılırsa, son çare olarak ‘ey mümin kardeşlerim, Cennete gitmenize bile gerek yok. Size bu Dünyada da dört tane huri vereceğiz’ vaatlerini de yakında kullanırsa da, şaşırmamak gerekecektir.


            Aldığımız izlenimlere göre USA, AB bileşkesinden de ayrılıp – ki NATO’dan ayrılacağı sinyalini de vermişti – Arap – İsrail ve olası Türkiye bileşkesinde – ki Asya kapısı olan Anadolu’nun stratejik değeri vazgeçilemezdir ve/çünkü yapay bir Kürdistan kendileri için de salt bir fanteziden ibarettir - yeni bir güçler birliği kurmaktan yanadır.

            Yanılmıyorsak bu yılın yarısından sonra bu doğrultudaki gelişmelerin ilk işaretleri büyük olasılıkla görünür olacaktır. Yalnız İngiltere’nin Brexit’e sarıldığı gibi Türkiye de Asya birliğinden asla vazgeçmemeli, AB&ABD ile ilişkisini de Asya birliği güvencesinde yeniden yapılandırmalıdır.

            İşte tam da bu noktada servetin varlık olmadığı ana hatlarıyla çıkmaktadır ortaya. Çünkü parasal servetlerinin, fizyolojik ve manevi varlıklarının güvencesi olmadığını kendileri de anlamış olacaklardır ki son dönemde mantar gibi biten yandaş para babaları, şimdilerde mekân değiştirmeye karar vermişlerdir.


            Sözü varlıkla bitirelim: Ülkende anayasanın adil ve eşitlikçi güven ilkelerinin ışığı altında, huzur içinde özgür, korkusuz ve herhangi bir endişesiz yaşayabiliyorsan; geçim, sağlıklı yaşam ve istikbal sorunsuzluğunun yanında, şüphesiz çocuklarının da eğitim ve gelecek endişeleri olmayacaktır. O zaman hepinizin birlikte, tam bağımsız vatanınızda asla bir milli beka sorununuz da yok ve olmayacak demektir.
            Ve işte o zaman bileceksin ki; her şeyden önce toprağının altı ve üstüyle bütün milli servetinin güvencesi olan mükemmel ve güçlü bir milli ordun var demektir. O halde hemen, Atatürk’ün istiklal varlığın için kurduğu milli ordusuna empati oluşturabilirsin. Ve bu ordunun ebediyen diri ve güçlü kalabilmesi için de onun milli silah, araç, teçhizat sanayiinden, eğitimine, sağlığına, iaşe ve ibatesine kadar bütün çağdaş olanaklara da sahipsin demektir.
            Sonra da bu gücün koruyucu kalkanı altında doğal olarak gelişmiş tarımsal ve ithalat ihtiyacı olmayan, ihraç sanayi fazlan da vardır kuşkusuz. Bu durumda elbette fert başına GSMH dağılımın kalkınmış, zengin bir ülkenin seviyesinde ve dış borcun da sıfır olmalıdır. İşte gerçek varlığın, sana bütün zenginliğini sağlayan böylesi bir Devletindir aslında kardeşim. Çünkü ancak böyle bir Devlet zırhı altında bireysel servet sahibi de olabilirsin.
            Yani salt insan olmak insanı varlık sahibi kılmaz. Demek ki servet güvencesi için de önce gerçek varlık sahibi olmak gerekiyormuş. Yani varlık serveti de içeriyorken salt servet tek başına anayasal adalet, bilinçli insan kaynağı ve doğal zenginlikle özdeş olan gerçek bir Devletin varlığına işaret etmiyormuş.
            Öyleyse zorunlu bir saygı nasıl sevgiyi de ifade etmiyorsa, içten gelen bir sevgi sözcüğünün güzel Türkçemizde saygıyı da ifade ettiğini bir kenara yazmamız gerekecektir. 17 yıldır varlıksız hatta eldekini dahi yok ederek iktidar olan zoraki saygınlara ve o batılda kalmakta ısrarcı aymazlara, bilmem bir şeyler anlatabildik mi?

                                                                       Serendip Altındal


13 Şubat 2019 Çarşamba

NE YAPARIZ..


            Vatanımız bizim anamızdır, namusumuzdur. O nedenle de aslında anavatanımızdır ya zaten. Biz Türk’üz, anamıza küfredene ve de namusumuza kastedene biz ne Yaparız? O halde, ellerindeki bölünmüş Türkiye (anavatanımız) haritasını ırzımıza geçer gibi sallayarak ‘size bunu önce de defalarca göstermiştik. Bakın şimdi nasıl gerçeğiniz oldu. Biz ne dersek odur’ diyecek veya diyebileceğini düşünenlere de aynısını yaparız?

            Geçen günlerde ülkemizde komşu Çipras Efendi vardı. Bizdeki kankasıyla birlikte ikili, baba dilleriyle acaba neler sohbetleştiler dersiniz. Muhtemelen ‘vaktiyle atalarımızın kılıçla, topla, tüfekle başaramadıklarını, bugün oturduğumuz yerden entrikayla nasıl hallettik’ mealinde birlikte gülüşmüşler midir acaba?

            Çipras’a hiçbir soru sorulmadığına hele de ‘şaka bile olsa bizimkinin kendisine; ‘sana verdiklerimi geri ver’ demediğine de bakılırsa; beraberce teşhir ettikleri resme başka da bir senaryo uygun düşmüyor dostlar. Ya da ben bulamadım. Yoksa adam, misyoner Ruhban kışlası bahanesiyle, adaların üstüne birde ‘İstanbul’u ne zaman, uluslararası merkezi federal yönetime teslim edeceksiniz’ oldubittisini mi kapalı kapılar ardında konuşmaya gelmişti.

            Çipras’ın Anıt Kabiri de ziyaret etmediğine bakılırsa; Pontus bahanesinden ziyade, Atatürk’ün birden ayağa kalkıp kızgınlıkla, ‘ulan yetmedi mi hala’ diyerek kendisine sağlı sollu iki haşmetli tokat atmasından korkmuş olması gerekir. Çünkü Pontus hareketi PKK olayında olduğu gibi o zaman da İngiliz liderliğinde bir bölücü isyandı, birkaç yağma ve cinayetten başka da bir varlık bile olamadı. Ve Pontus çapullarına, bizim bir Topal Osman bile fedaileriyle yetmişti. Dolayısıyla Pontus Anıt Kabir yanında kurusıkı bir bahaneden öteye gidemez.

            Ayrıca tokat demişken, vaktiyle o tokatları yedi düvele de attığı gibi bugün de arkasında bıraktığı yüce ruhtan nasıl rahatsız oldukları, sürekli olarak milletine miras bıraktığı manevi varlığıyla uğraştıkları da göz önüne alındığında, rahmetlinin ölüsünden bile yüreklerinin nasıl korkuyla titrediği kendiliğinden anlaşılıyor. Ne ki korkunun ne zaman ecele faydası olmuştur ki bundan sonra olsun.

            Çipras hangi Pontus Krallığından söz etmiştir acaba? Yoksa atadaşı ve ana dilinde sohbetleştiği bizdeki Reise dedesinden ötürü bir jest mi yapmak istemişti. Çipras’a kimsenin soramadığı soruların Papazını Albay Ümit Yalım gözlerinin içine bakarak, ‘işgal ettiğiniz adalarımızı ne zaman terk edeceksiniz’ mealinde sorunca, neye uğradığını şaşıran Çipras’dan, doğru dürüst bir karşılık alınamayacağı da elbette beklenen olmuştu.

            Ne var ki böyle bir zaman ve mekânda bizatihi Erdoğan tarafından halkın önünde sorulması hayati önemde olan böylesi bir milli sorunun, onu soran Yalım’ın ismiyle şerefli Türk tarihinin altın sayfaları arasında yerini alacağı ise hiç tartışılamazdı. Böylece Erdoğan bir kere daha ulusal birlik trenini kaçırmış oldu. Son günlerde ortaya atılan, 31 Mart’ta darbe olacağı söylemlerinin, bizatihi AKP kanadından yayılıyor olması; yoksa seçimleri yine Örfi idare altında mı yapmayı düşünüyorlar kuşkusunu da akla getiriyor…

           
            Demokrasi, işportada bir Liralık malı 10 Liraya satarak ticarete başlayan ve giderek şiştikçe de kendisini herkesten akıllı sanan, özgün liberal, doymaz bir azınlığın, çoğunluğu sömürme hakkını korur. Sömürülen çoğunluğun olmazsa olmaz ve değişmez varlığının devamlılığını da sömüren hesabına uzatarak denetim altında tutar. Yani soyanla soyulan arasındaki ekonomik dengeyi, daha doğrusu dengesizliği, ekonomi-politik otoriteyle muhafaza eden, yapay ve sınıfsal bir rejimdir.

            Cumhuriyet ise halkın dolayısıyla da ulusun hakkı; ama hakkı gasp edenin de cezasıdır. Bu nedenle de ben kendi adıma cumhuriyetçiyimdir. Ne idüğü belirsiz bir demokrat değil. İşte Atatürk’te esasen bu nedenle Cumhuriyeti, Türk özüne ve töresine yakışan en asil bir rejim olduğu için tensip buyurmuştur. Öyleyse kurucu anayasamızın ilkesel ve etiksel yasalarının kutsiyeti, milli müktesebatımızın da garantörü olduğu için, her şeyin üstünde tutulmalıdır…
 
                                                           Serendip Altındal





8 Şubat 2019 Cuma

KEFALET..


            Biri sallıyor bırakıyor, aynı sahnede diğeri çıkıp yarım kalan soloyu tamamlıyor. Böylece Partileri de artık tek başlarına iktidar ambiyansını kuşanmaya yeterli olmadıkları için birbirlerinin eksiğini tamamlayarak iki Partiden tek bir iktidar Partisi yapmaya çalışıyorlar.

            MHP yaftalı olanı, lideri Bahçeli sayesinde nerdeyse tarihten silinme noktasına geldi. Ve şimdilerde eski usta, çözümü artık Mafya liderliğinde arıyor. AKP lideri ise daha kurnaz olduğu için Mafya bileşkesinde Bahçeliyi ön planda tutarak, kendi imajının daha fazla çizik yememesini sağlıyor.

            Dolayısıyla iki Parti lideri de ancak bir arada bir süre daha İktidarda kalabileceklerini iyi bildiklerinden, dört kolla birbirlerine kenetlenmek zorunda olduklarının da farkındadırlar. Yani biri kazara inerse diğerinin de balonu sönecektir. İşte vaziyetleri bu kadar kritik, diğer taraftan da trajikomiktir. Biri anti milli diğeri yapay milliyetçi iki Parti arasındaki bu kontra aşk, aslında zorlama bir muhabbettir.

            Bugüne kadar siyasa sahnelerinde emsaline pek rastlanmayan bu zoraki ortaklığa bakınca, bizatihi dürüst seçim ve aday peşinde olan namuslu seçmen, herhalde bu örnekle menfaat ilişkili kirli siyasetin nelere muktedir olduğunu daha iyi anlamıştır artık. Çünkü bundan iyi bir misal aramakla bulunmaz. Ve şimdilik ayrılamaz biraderler sandıktan tekrar istediklerini alırlarsa, başına daha neler gelebileceğine de empati oluşturabiliyordur muhtemel.

            Şimdilere kadar birbirlerine alışılmadık hakaret içerikleri, teşbih ve ithamlarla hitap eden biraderler, ne oldu da birden can ciğer kuzu sarması oluverdiler. Ne yazık ki yakalarına kadar çirkefe bulaşmış bu iki Partinin seçmeni, hala kendilerinden medet umuyor. Riyakârlığın bu kadar adileştiği bir siyasa sahnesi bugün acep Dünyanın neresinde veya hangi ciddi Devletinde vardır. Bir örnek gösterebilir misiniz? Ben şahsen bir emsal bulamadım.

            Birde böyle siyasilere milletin temsilcisi diyorlar. Hadi canım sizde. Bütün acemiliği ve pespaye döküntüsüyle oynanan bu uydurma siyasa oyununda, son perde inmeden bir de İş Bankası ve hak gaspı rezaleti çıktı ortaya. Yasaları ayaklar altına alarak bankanın kurucu iradesinin yasal mirasını bile mirasçısından esirgeyen; ama yasaları eliyle berhava edince, kendi mülkiyet hatta yaşam hakkını dahi nasıl muhafaza edebileceğini düşünemeyen bir zihniyete ne denebilir ki. Esasen zihniyet bile denemez.

           
            AKP oy beklentisini ya da kaynağını, hanidir göçer haline dönüştürerek ortaya çıkan enkazı da, tatminkâr bir yaşam veremediği gibi yaşam haklarını dahi kısıtladığı, köysüz ve tarlasız bıraktığı, yurdun aslında Efendisi olan Köylü potansiyeli üstüne yıkmıştır. Ve işi ancak, onlara hala son kullanma tarihi geçmiş gıda paketleri ve birkaç torba kömür dağıtarak idare etmek zorundadır.

            Oysa unutulmamalıdır ki: Türkiye Cumhuriyeti her şeyden önce laik, özgür ve bağımsız demokrat yurttaşların üniter Devletidir. Bu amaç ve hedefle kurulmuştur. Köylüsü de milletin efendisidir. Atatürk bu değimi ile tarımcı, toprağı işleyen ve üreten köylüyü kastetmiştir. Yani çoluk çocuğuyla kentlere doluşup, daha tam bağımsız kapitalist milli sanayi bile oluşmadan varoşlarda lümpen olan köylüyü değil.

            İşte bu gerçek kendi kafasına da DANK diye çarpınca, o günlere kadar AKP seçmeni olan köylü, nasıl bir oyuna getirildiğinin farkına vardı. Hem de o artık kentlerin çarşı ve pazarlarından, bir zamanlar köyündeki tarlasından bedava yemeğe alıştığı yaşamsal ürünlerini, bir de enflasyon tokadıyla birlikte yemeye bir türlü alışamadı ve yaptığı büyük hatanın da farkına vardı. 

            Hele vatanı bölünürken sesi çıkmasın diye toprağı önceden elinden alınıp, kendisi kentlere sürülerek temerrüt borçlu AVM müşterisi yokluğunda taşeron işçisi, mezarlık, hurdalık bekçisi yapılınca bunu bir değil dört defa idrak etmiş olmalıdır. Çünkü aralarından kiminle konuştuysak hissiyatının bu merkezde olduğunu biz de anladık.   

            İşte bu durumu gözardı edenlerse elbette bir gün, yakalarını kurtarabilmek için idraklerinin çok üstünde kefaletler ödemek zorunda kalacaklardır. Önce bu Devletin kanun koyucularına, sonra da sefil ettikleri, taşeron kıldıkları köylülerine. Çünkü Devlet köylüsüz, ordusuz olmaz ve önce de köylüsünü sübvanse etmelidir. Köylü ise önce tarlasının üretken tarım işçisi, milli ordusunun askeri, sonra da kendi sermayesiyle oluşturduğu milli sanayisinin de emekçisi olacaktır.


            Milli andımızın okullarımızda yeniden okunması için, İyi Parti tarafından verilen kanun teklifine gelince: Teklife AKP ve HDP’nin ‘hayır’, MHP’ninse ‘çekimser’ oy verdiğini görüyoruz. Hadi ötekilerin anti milli oldukları tamam da, lakin Türk Milletini ve milliyetçiliğini temsil ettiğini söyleyen ve bağlamında çakma milliyetçiliği kimseye bırakmayan Bahçeli’nin güttüğü MHP’nin de milli maskenin altındaki gerçek yüzü çıktı herhalde artık ortaya. Hele de, bölünmüş bir Türkiye’nin içinde olduğu BOP Projesinin eş başkanıyla saf tuttuktan sonra, bunun aksini kim düşünebilir ki…

                                                           Serendip Altındal




3 Şubat 2019 Pazar

KARA MADDE..



            Alt kat bodrum
            Üst kat uçurum
            İşte budur
            Bize çektiren nefis durum
            Fazla söze gerek yok
            Çünkü gerisi daha da bok
            Ve meclis tam takım açsa da oturum…

            Bağlacında düşünürken aklıma doğru esiverdi birden Kuantum rüzgârı. Düşündüm ki 5 milyon yaşındaki Dünya insanı tarihi, yaklaşık 16 milyar yaşındaki Evren tarihine kıyasla çok körpe kalıyor. Yani insanlık, eskiyen Evrende, sanki yeni doğmuş bir bebek görüntüsü veriyor.

            Dolayısıyla büyük patlamadan itibaren sürekli genişleyen Evren ve zaman halkası içinde bizim zamanımızdan çok daha ilerideki galaksilerde, bizden çok önce var oldukları için de çok daha gelişmiş akıllı - insan veya her ne iseler – canlı yaratıklar olmalıydı. Biz geride bıraktığımız çağlara göre ne kadar gelişmişsek, önümüzdeki çağlarında o kadar gerisindeyiz kuşkusuz. Böylece bizimkiyle milyon yıl öncesinin mağara insanı beyni arasında ki fark neyse, en az milyon yıl ilerimizdeki akıl ile bizimki arasında da benzer asimetrik bir fark olmalıydı elbette.

            Hatta onlar kuvvetle muhtemel, tanrı mefhumunu da çözmüşler ve ebedi yaşamın sırrına da varmış olmalıydılar. Herhalde zaman içinde de geri ileri belgesel, bilimsel, kişisel veya turistik grup gezileri düzenliyor olabilirlerdi bu durumda kuşkusuz.

            Yalnız bugün içinde bulunduğumuz bilimsel seviyede artık biliyoruz. Ki canlı, cansız cisimlerin hepsi, enerji yüklü oldukları için enerji yayarak ancak madde yani varlık olabildiklerinden; enerjileri soğurulduğunda madde varlıklarını da kaybederler. Böylece madde olmayınca ebedi yaşam da bir anlam ifade etmez artık. Bu nedenle de bir gün soğurularak sıfırlayacak olan maddenin, ebedi yaşamının olamayacağı da kendiliğinden anlaşılır.

            Buraya kadar söylediklerimin Kuantumla ne alakası var diye haklı olarak sorduğunuzu tahmin edebiliyorum. O halde cevap vermeye çalışayım: Öyleyse ebedi yaşama da ulaşmış ileri veya üst akıl, istediğinde kütlesini anti madde çeviriyor olmayı da becerebiliyor olmalıdır. Anti maddenin - ki kara madde de denir - Evrenin her noktasında hatta atom altı parçacıklarında da, yani makro ve mikro kozmos da ve her yerde var olabileceği de anlaşıldığından, tam da bu noktada atom altı parçacıkları ile uğraşan Kuantum fiziği, artık zorunlu gerçeğimiz ve geleceğimiz oluyor.

            İşte bu pencereden bakınca da anlayabiliyoruz ki antimateriye dönüşen akıllı varlık ile makro fiziksel gerçeğimizle iletişim kurabilmemiz mümkün görünmüyor. Bizimle iletişimi sadece onlar tek taraflı oluşturuyor ve içimizden dışımızdan atomlarımıza kadar her noktamızdan da bizi yakinen inceleyebiliyor olmalılar herhalde.

            İşte bu yüzden atom altı parçacıkları olan ve her hücremizde dolaşan kütlesiz (anti madde) nötrinolar acaba sonsuz yaşama ermiş ve bizim ancak birkaç bin ya da milyon yıl sonra tanışacağımız gelişmiş akıllı canlılar mı diye düşünüyorum zaman zaman. Yalnız o zaman onların aynı noktada kalmayacaklarını da düşünmemiz gerekiyor elbette. Ki onlar belki de o zaman başlangıç miladının gerisine sıçramış olacaklar ve uzay zaman, onlar için geriye doğru çalışıyor olacaktır herhalde.

            İşte bizim için bunlar bugün ütopya olmaktan öteye geçemiyor. Lakin artık biliyoruz ki bir gün öldüğümüzde hücrelerimiz, atomlarımız ölü bedenlerimizden çözülerek kuantlara ayrışacak ve mikro kozmosta yaşamlarına devam edecekler. Ne var ki bugünkü bilimsel yetersizliğimizle kuantlarımızın nerelerde dolaştıklarından hiç haberimiz olmayacak.

            Ayrıca mikro kozmos da zaman ve mekân mefhumunun nasıl işlediğini de bilmiyoruz. Ama birkaç bin ya da milyon yıl sonra, biliyor olabiliriz kim bilir? Böylece birazda hudut tanımaz akıl gökyüzümüzde, yeşil bulutların üstünde, alaimisema halkaları arasında biraz gezinelim istedim. Fena mı yaptım dostlar.


            Seçimleri ve işe yaramaz yapay siyasileri hiç olmazsa kısa bir süreliğine unutmak üzere fantezi ufuklarında birlikte yaptığımız kısa bir uçuştan sonra güncele dönelim dersek: Bu düşünle günün karanlığına yalpalayarak yaklaştığımda, alacakaranlığın sonrası başlayan yeni günde yine hangi yapay gündemle karşılaşacaktık acep.

            Memleketin bütün radyo ve televizyonlarında yine bozuk bir siyasi jargonla ve asosyal ifadeyle günü karşılayacağımın mutsuzluğunu şimdiden yaşamaya başlıyorum. Ne var ki böylesi akılların da günün birinde, taşıyıcı beyinle birlikte antimateriye dönüşerek var olan maddeyi makro boyutta sıfırlayacak olması, belki de bana kuantum perspektifinde gelecek adına umut veriyor kim bilir.

            Diğer yanda AKP Hükümetinin yeni seçimler öncesi; 16 yılda yapmadıkları ne varsa hepsini sanki seçim sonrası dönemine sıkıştıracakmış masalı bağlamında, memleketin en büyük bilirkişisinin ağzından salladığı 11 maddelik amentüyü, yine diğerleri gibi sineye çekecek bu millet anlaşılan.

            Hele milli beka ve müktesebat teraneleri arasında, ‘bir gece ansızın geliriz’ şarkısıyla da makam tutuyorken, bir anda tekrar bir U dönüşüyle, medet umdukları IMF sarmalının kabalist labirentlerinde tükürdüklerini yalamaya, Suriye ve Irak Kuzeyinde sıfır çekmeye ve yine yokları oynamaya hazırlanıyorlar.

            Şayet aksini yaparlarsa emperyalist IMF den para da gelmeyecek. Vah ki ne vah. Bitti tatlı antimateriyal kuantum hayallerim birden. Ve geldik evrensel geleceğimiz olan kara maddeden, ülkemizin kara mizahına ne yazık ki bir anda yine. Kılıçdaroğlu’nun zorluğu, emperyalistin AKP gibi CHP’yi de bütün katmanlarıyla, bilhassa da Kemalist özü ile elde edemediğinde aranmalıdır. Yani AKP, bu özden yoksun olduğu için emperyaliste her şeyiyle teslim olmuş ve olmak zorunda olan bir partidir.

            O halde sözün özü: Bütün aptallığına ve geri zekâlılık derecesindeki egosuna rağmen, akıl ve düşünce özeği üstünde yükselen insan gerçeği üzerine daha fazla zaman ayıralım ki geleceğimizi de planlamaya hakkımız ve de imkânımız olabilsin. Ve bilelim ki her problemin kaynağı akıldır ve bütün problemler sadece akılla çözülür. Özetle de; atıp tutma. Önce DÜŞÜN, DÜŞÜN, DÜŞÜN ki var olduğunu anla…

                                                                       Serendip Altındal