26 Temmuz 2019 Cuma

TESLİMİYET ANLAŞMALARI..


            Yetkileri Kongrenin tanıdığı sınırların dışına çıkamayan Amerika Birleşik Devletleri Başkanının, herhangi bir Devletle yaptığı ikili anlaşmalar aslında sadece kendisini bağlar, Devletini değil. Diğer bir deyişle Başkanın, aslında kurucu anayasaya göre, Devletini bağlayacak bir antlaşmaya kendi adına imza atma yetkisi yoktur. Bu nedenle de sadece Başkandan alınmış bir anlaşma onayının, Amerikan Devletiyle yapılmış herhangi bir antlaşma değeri de yoktur.

            Böylece Amerika Birleşik Devletleriyle bilhassa 1950 den itibaren yapılmış bütün ikili anlaşmaların gerçekte Birleşik Devletleri hiçbir bağlayıcı değeri yoktur. Bu yüzden de gerçek antlaşma yaptığını düşünen mesela F. Rüştü Zorlu gibi bir hariciye Bakanının sayısız ikili anlaşmalara attığı imzalar – ki elbette Hükümetinin haberi olmadığı söylenemez -  gerçekte Türkiye Cumhuriyetini tek taraflı bağlamıştır. Bugün bile bu anlaşmaların kesin içerikleri bilinmemekte ve arşivlerde de bulunmamaktadırlar. Sanki yer yarılmışta içinde kaybolmuş gibidirler.

            Yani Başkanının masasında oturmakla, elini sıkmakla, Amerika Birleşik Devletleriyle aynı masaya oturduğunu sanan bir Devlet adamı, önce kendisini, sonra da Devletini aldatıyor demektir. Bu sözlerin kime atıf olduğundan ziyade, milletimizi nasıl enayi yerine koyduğudur bizim için esas olan. Ve ne yazık ki yüce milletimiz, 50’ler den itibaren bu kafaya sahip siyasiler yüzünden sömürgenlere tarifsiz ödünler vermiş ve ne yazık ki hala da vermektedir.

            Yani büyük Devlet vasfınız olmadan, Amerika Birleşik Devletleriyle aynı topa giremezsiniz. Oysa biz bunu defalarca yaptık şimdi çok daha güçlü de yapabilirdik. Oysa bugün maalesef başımızda olanlar, milli kaynaklarımızı, ordumuzu, eğitimimizi, onurlu tarihimiz dâhil bütün milli değerlerimizi, emperyaliste teslim ederek, beslemeler olarak yaşamayı tercih ettiler. Ve milletimizi de çok zor ve meşakkatli bir mücadelenin kavşağına taşıdılar. Ne var ki bu millet, bu badireleri de aşacak yüreğe ve güce her zaman ve şeraitte sahiptir.

            Seçimlere kadar ülkeyi çaresizce itip dürterek, çakma ek vergilerle, vatandaşın gırtlağını aşan enflasyonla onu boğulma noktasına getirerek Devleti yönetmeye kalkma paradoksunun, kendilerini çıkmaz bir sokağa taşıdığını ve artık atacak barutu da kalmamış AKP Hükümetine ve bilhassa da liderleri Erdoğan’a hatırlatalım. Ki şayet Menderes Hükümetinin 60’lar döneminden – sürüyle muhalefeti engel yasasının üstüne, bir de tahkikat Encümeni ihdasıyla diktaya yönelme bindirilmişti - ibret almamışlarsa, bu hataları belki de daha elemli bir kadere dönüşecektir. Hatta belki de çok Partili rejimin bugüne kadar ki itilaf Hükümetlerinde bile rastlanılmamış ardılı ve tantanalı bir gidişinin de miladı olacaktır, kim bilir?

            Yakın tarihimizi anlayarak okumamızda fayda vardır. DP, CHP istemediği için devrilmedi. Kendi ihtirası nedeniyle 1960 yılında artık çıkmaz yola girdiği için, 27 Mayıs askeri darbesini, DP adeta kendi eliyle davet etmişti. Çünkü ‘iktidar bendeyse gitmem’ diyen Menderes’in, başka da tutunacak dalı kalmamıştı belki de artık.

            Atatürk’ten sonra itidalli, ölçülü, tutarlı, olgun, sabırlı ve bilimsel siyasa hayatını, Atatürk’ü doktrine ederek de Cumhuriyeti, prensipli ve doktriner bir Devlet modeline dönüştürerek tamamlayan ve hele muhalefet lideri olarak 50-60 yılları arasını da, bütün aleyhte zorluklara rağmen şerefiyle ve muhterislerin derekesine ve polemiğine asla düşmeden kapayan İnönü; neden ikinci adam olduğunu ölümünden sonra da Cumhuriyet Tarihine salt askeri zaferleriyle değil; ama Lozan ihtişamının üstüne, bütün Devlet adamlarına örnek siyasi ve insani kimliğiyle de bir kere daha perçinlemiştir.

            Aşağıda, İnönü’nün kendisiyle hesaplaşarak, açık kimliğini ve duygularını büyük bir vicdan rahatlığıyla, kendisini dinleyen vatandaşlarıyla paylaştığı bir konuşmayı, kendilerine mihmandar olması dileğimle, bilhassa da genç okurlarımın dikkatine sunuyorum.

            Bu gönül itirafnamesi, yurttaşına kuruş borcu olmayan; ama ondan ebediyete kadar da alacağı olduğu halde, onu da bağışlayan ve yüce Atatürk’ten sonra da ikinci en büyük Devlet adamımızın, tertemiz vicdan muhasebesinin bilançosudur. Büyük adamlar kolay yetişmiyor. Bizimkilerle sağlıklarında bile uğraşan bazı sapı silikler, vefatlarından sonra haydi haydi uğraşmaktadırlar. Sağlıklarında da kıymetlerini fazla idrak edemediğimiz bu mübarek insanların bari aziz hatıralarına sahip çıkalım. Arşivinizde saklamanız temennisi ile…

§    İnönü’nün 26 Eylül 1959 Bulvar Palas konuşması:

«Beni dinleyen muhterem ve âlicenap insanlar!
75 'inci yılında, geçmiş ömrümün özetini size söylemeye çalışacağım. 16-17 yaşında iken, bir büyük İmparatorluğun çökmekte olduğu kaygısı ve bizim yani en genç kuşağın, memleketi kurtarmak ödevinde olduğumuz düşüncesi bizi sarmış idi, 60 sene; bu, hislerin heyecanları, ümitsizlikleri ve zafer günleri içinde geçmiştir.
İmparatorluk çökmesi içinde vazife yapmaya çırpınırken, hesapsız şehitler ve felâkete uğrayanlar arasından, yaşayarak çıkmak gibi, bir umulmadık olay başımızdan geçti.
Milli Mücadele, ben 38 yaşında iken zaferle bitmiştir. Bu devirden, amansız ve kudretli dış düşmanlar karşısında kendi memleketimizi temsil yetkisi iddia edenlerin idam fermanlarını boynumuzda taşıyarak çıkabildik.
Ümitsiz günleri unutmuş, vatanı yeniden kurtarmak ve yükseltmek azmi ile başlamıştık. Yepyeni bir Türkiye’nin her sahada temellerini atmak, elimize geçen emaneti yüz aklığı ile yeni kuşaklara devretmek, tek amacımız olmuştur.
1920'den, yani 36 yaşından beri, memleket idaresinde birinci derecede mesuliyet taşıyan insanlar arasındayım. Doğrudan doğruya siyasî, kudret sahibi olarak 1950*ye kadar, yani 66 yaşına kadar, Türkiye'nin selâmeti ve ilerlemesi gibi bir ödev yolunda bulunduk.
1950 senesi, memleketin 100 seneden beri hasretini çektiği yeni hayat tarzını yüreğimiz ümit ve iftihar dolu olarak seçmiş bulunuyoruz. Aklımın erdiği günden beri, sıra ile başımdan geçen aşırı güçlük ve başarı anlarının bu yeni devirde de birbirini kovaladığını görüyorum. Bu devrin hastalıklarını büyük ölçüde, geçirdiğimize inanıyorum. Her siyasi inançta olanların son güçlükleri, iyi yürekle yeneceklerine şüphe etmiyorum.
Bu uzunca siyasî hayatı bir cümlede canlandırmak isterim: Bütün ömür boyunca her zaman elde edilmesi millet için aziz olan bir amaç peşinde koştum. Bu hana şevk ve kuvvet vermiştir.
Aile hayatında huzur, mutluluk hatırası ile doluyum. İçinde dar zamanlarımı genişleten, kasvetli günleri aydınlığa yönelten başlıca desteğim, eşim Bayan İnönü olmuştur. Siyasi hayatımın bütün üzüntülerini sabırla ve cesaretle karşıladı. Hiç bir sarsıntı anından ürkmedi. Aile İçinde geçimimiz daima anlaşmalı olmuştur.
Biz bunun tılsımını şu usulde bulduk: Bir olaydan hangimiz şikâyetçi olur ve ilk söze başlarsa, ötekimiz susar ve hak verir. Ve fırtına ne kadar sürse, mutlak sütliman olarak biter. Çocuklarımla arkadaş gibi yaşarım. Şimdi torunlarımla arkadaş gibi anlaşmaya çalışıyorum. Ben Türklerin iyi aile hayatına tabiattan istidatlı olduklarına inanmışımdır. Ben, aile saadetinin temelinin, tek evlilik olduğuna yürekten hükmetmişimdir.
Sevgili arkadaşlarım!
İkbalin ve kudretin en yüce devirlerinde taşınabilecek duyguların en değerlilerine, iktidardan ayrıldıktan sonra eriştim. Resmî hizmet yolunun en büyük mükâfatı, resmî hizmetten ayrıldıktan sonra milletten saygı görmektir. Bu ikbale ermiş insanlardan biri olmakla iftihar ederim. Hususiyle, siyasî hayatın bidatlerinden sıyrıldıktan sonra sevgi ile karşılanmak, bizde nadir görülmüştür. Muarızlarım dâhil olarak, bütün siyaset adamlarına, bu ikbali yürekten dilerim.
Geçmiş hayatımın arkadaşlarını, yardımcılarını ve bana amir mevkiinde bulunmuş olanları saygı ile anıyorum. Beraber çalıştığımız zamanlarda bana daima rehber ve yardımcı olan Büyük Atatürk'e karşı, yüreğim sevgiler ve minnetlerle doludur. Sağ olun arkadaşlarım...»

Yaklaşık 40 yıl kadar ailece sakinlerinden olduğumuz Bursa, ne yazık ki bugün 30 Ağustos Bayramının geneli alakadar etmediğini söyleyecek kadar ilkel kafalı bir Belediye Başkanına sahip. Bak! Kâğıt üstündeki yurttaş ve yapay başkan: O sapkın ifadenden anlaşıldığına göre 30 Ağustosun, senin şaibeli mevcudiyetini ilgilendirmediği kesin. Lakin şayet o kafanda biraz akıl olsaydı, 30 Ağustosların, içinde adam sayıldığın bu büyük mevcudiyetin – ki Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milleti geneli –  varoluş nedeni olduğunu da biliyor olacak ve belki de böyle zırvalamayacaktın.

Bazı haberlerde Trump’ın, Erdoğan’a güvence verdiğini okuyoruz.  Hala bu haberlerden nemalananlara sormak lazım. Siz hala defalarca yıkandığınız o kirli sularda mı banyo alıyorsunuz? El insaf! Bu adamların aynı tastan beslendiklerini ve işin başından beri anlaşmalı bir sözde kapışma senaryosu çevirdiklerini hala anlayamadınız mı? Yoksa anlamak mı işinize gelmiyor. Ki bunu defalarca yazdığımız halde. Oysa o kadar acemi bir gösteri ki bu. Böyle bir film en ucuz sinemalarda bir hafta bile oynayamaz.

Hiçbir ödül veya herhangi bir karşılık beklemediğim yazılarımın, akil ve özgün okurlarımın dışında bir takım çifte ağızlı kaşarın da işine yarıyor veya yaramıyor olmasının, hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Benim için önemli olan sadece, gelecekte Devlet liderleri de olabilecek bugünkü genç okurlarımın, akıllarında ne kadar yer alabileceği, onlara kalıcı neler öğretebileceğidir. Şayet bunda yeterli olabiliyorsam bu da bana tarifsiz bir haz ve onur verir aziz okurlar…

                                                                       Serendip Altındal


18 Temmuz 2019 Perşembe

SEN HEP BİLGE KAL..


            Emperyalistin vaktiyle Enver Paşayla denediği Turanizm, sonrasında da Panislamist yeşil ordu paradoksu, Cihan harbinde çıkarcıların hiç işine yaramamış ve harbin de gidişatına, hele de sonucuna engel olamamıştı. Ne ki bugün durum bir hayli farklıdır. Erdoğan liderliğindeki Panislamist dahi olamayan terörist plakalı yapay İslam curcunası, bugün ülke kaderimiz ve müktesebatımızla da, çok tehlikeli bir oyun oynamaktadır. Artık durum, akıyla, kakını karıştıran cehalet erbabı yandaş İmamların, Hocaların iki dudakları arasındaki içleri boş hezeyanlar olmaktan çoktan çıkmıştır.

            Çünkü işin sonunda Erdoğan’ın ne olacağı, sonunun nasıl geleceğinden önce; geride bize ne kalacağı, çok daha hayati bir önem kazanmıştır. Bu durumda ise emperyalist Dünya içindeki Türk lobilerine de büyük görevler düşmektedir. Hiç Unutulmasın ki Osmanlı’nın son döneminde de yabancı ülkelerdeki lobilerimizin faaliyetleri ve milli angajmanlarıyla, ülkedeki Tanzimatçı ve İttihatçı faaliyetler, aslında Atatürk inkılabını da hazırlayan faktörler olmuşlardı.

            Aynı bileşkede Dünya’nın huzurlu bir geleceğe sahip olabilmesinin de önünü açacak bir proje olan Yeni Türkiye Cumhuriyeti Demokrasi modelinin, imalat bandına yatırılmasına ne Rusya’nın ne de ipek yolu projesi engellenmeyecek olan Çin’in bir itirazı olacaktır. Aksine onlarında bu projeye tam destek vermeleri, kendi geleceklerine de fayda sağlayacaktır.


            Hükümetin tertiplediği yolundaki bilgi ve şüphelerin bugün bile yadsınamadığı 6-7 Eylül 1955 olayları, DP Hükümetini, muhalefete (CHP) karşı daha otokrat tedbirler almaya yönelik idari değişikliğe sevk edecek bir görüntü veriyordu. İşlerin birden kontrolden çıkarak Hükümeti düşürme noktasına gelmesini, olayları hemen Komünistlerin üstüne yıkma manevrasına dönüştüren DP Hükümeti, bu sayede daha önce devrilmekten de yakasını kurtarmıştı.

            Bugünlerin 15 Temmuz olayı da, 6-7 Eylül olaylarına benzer bir algı yaratarak, BOP eş başkanı pragmasıyla hem FETÖ den kurtulmak hem de KHK’larla yani örfi idare döneminin şıp şak kararnameleriyle, hukuksal yönetimi de, tamamen İktidarın otokontrolüne geçiren bir kontrollü darbeye dönüşüverdi. Ne ki 6-7 Eylül de DP iktidarını nerdeyse vaktinden önce düşürecek olan durum, bugün AKP iktidarının gücünü ikiye katlamıştır.


            Ve şimdi AKP iktidarının bütün itibar ve oy kaybına rağmen hala iktidar da kalışı, 15 Temmuz olayları ve örfi idare KHK’ları nedeniyledir. İşte böylesi anımsamaların çerçevesinde, tarihe tekerrür ediyor denir. Oysa tarih kesinlikle tekerrür etmez. Lakin elbette spiral helezonik ve zamansal, asla geriye dönmeyen sadece ileriye doğru yol alan bir evrim söz konusudur sadece.


            Dünya tarihinin Türklerle başladığı, her geçen gün yeni ve çok daha eski bulgular ele geçtikçe daha iyi anlaşılıyor. Öyleyse kızıl elmanın düşüncesinden bile korkan anti Türkçülüğün de, her geçen gün daha bir arttığı ve artacağı söylenebilir. Hal böyle olunca da Türklerin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile ebede intikal edebilmesi için, aynı nispetle Atatürk devrimleri ve ordusuyla birlikte daha güçlü olması gereğine de kimsenin itirazı olmaması gerekir. 

            Bir yanda çok güzel işler yapmaya çalışan bir adam, 16 milyon adına bir varlık savaşına kalkıyor. Meclisinde ise eski dönemden kalan bir sürü atık, çöp, güzel şeyleri kirletip kokuşturmaya çalışıyor. Demek oluyor ki sağlık ve huzur içinde yaşamak zorunda olduğumuz çevremizi kirleten bütün çöpleri, atıkları, yine elbirliği ile kendimizin temizlemesi gerekiyor.


            İhtiyaç ve yaşam ürünleri arzı, para talebini de arttırır. Artan para talebi ise emisyonu tetikler. Emisyon da milli paranın değerini ters oranda düşürür. Bu da enflasyon, dış borç ve tahammül hudutlarının dışına yükselen cari açık olur çıkar. Sonuç ise iktidar zafiyeti ve zorunlu Hükümet değişikliği demektir neticede. Ki eh işte artık o günlerdeyiz herhalde?

            Paranın değer kaybına uğramadan piyasaya arz edilmesi ise aslında arzu edilen, olması gereken müspet ve milli bir kalkınmaya da işarettir. Yalnız suyun başında oturan ve borcun ancak asgari tutarını ödeyen, bir miktarını da kendisine ayıran ise her zaman temerrüde düşmek zorundadır. Yani havuzdan, girenden fazla su kaçıyorsa, o havuzun dolma şansı asla yoktur.

            Aslında büyüyen para arzının ülkeye maliyetidir, söz konusu olması gereken. Şayet bir enflasyon ülkesi haline gelinmişse dış borç zorunlu olarak artar. Lakin içe dönük bir ekonomi, düşük maliyetli bir emisyon yaratmışsa, ihtiyaç hissedilen milli sanayi kalkınması için gereken şartları da sağlamış demektir, işin özünde.

            Bir serbest, liberal ekonomist, üretim kaynaklarının başına geçince nasıl birden emperyalist oluveriyorsa; demokrat geçinen siyasilerde muktedir olunca, o nispetle önce Makyavelist sonra da diktatör olmanın yollarını ararlar. Yani fazla hırs adamı sonunda mutlaka hırsız yapar. Bu da işte insan denen Şeytan/Tanrının ortak yazgısıdır. Ve Mafya reisi diye kime derler aslında bilir misiniz? İçine düştüğü batağın manda pisliğine…

            Bizdeki durum tam da budur.  İşte buna göre ve bu kafaya sahip bir Hükümetle, dış borçtan kurtulma ya da kalkınma şansımız yoktur ve asla olamaz da. Çünkü açık bütçemiz olmadığı için, örtülü ödeneğe uçup gidenin had ve hesabını da bilemiyoruz.

            Demek ki doğru yolun ilk şartı, yozlaşmamış, kendi menfaatlerine asla yönelmemiş, idealist, itidalli, milli duruşa ve ahde vefaya sahip liyakat sahiplerinden oluşan Hükümet adamlarının çoğunluğudur. İşte bugün en büyük eksiğimiz de maalesef budur. Yoksa her şeyi yapmaya muktediriz aslında. İşte AKP iktidarı da DP ile aynı yolda yürüdüğü için kaderi de aynı olacak demektir. Bu da bir tarihi tekerrür değil; ama ancak bir tarihsel spiral evrimdir.


            Geniş tarih dizesi içinde Avrupalılar, başta Türkler olmak üzere, diğer Asya ve küçük Asya Devletlerinin baskıları, korkuları yüzünden dar alanda iç içe ve sıkışarak, birbirlerine yaslanarak yaşamak zorunda kaldıkları için, birbirlerinin de hegemonyasından kurtulmak nedeniyle ortak demokrasiye sarıldılar. Yani demokrasi onlar için yeni bir din olmuştu aslında. Ve bugün Avrupa Birliği adıyla da genelleştirip özümsemek zorunda kaldılar.

            Oysa Türklerin böyle bir derdi yoktu. Açık, göçer, özgüven sahibi, korkusuz ve güçlü Devletler kurdukları için demokrasi falan gibi ihtiyaçları da olmadı. Zaten meclise tekabül eden bir otağ kurulur bilgeler meclisinin onayını almadan, yabguları bile savaş dâhil herhangi bir işe kalkışamaz, kendi başına karar bile alamazdı. Aslında bir anlamda demokrasi Türk töresinde, tarihler öncesinden beri vardı.

            Yani Devletin başında asla bir diktatör yoktu, olamazdı da ve hiçbir Türk Devletinin başında da olmadı. Çünkü lider namzedine daha yolun başında, kendisini kalkanlarının üstünde yükselterek ve nefessiz kalıncaya kadar bir urganla boğazını sıkarken de sorarlardı, ‘kaç yıl lider kalacaksın’ diye. Dediği süre de iktidarda bırakırlardı. Şayet kut sahibi olabilmişse bu süreyi uzatırlardı da.

            Lakin kendi adına iktidar olmaya kalkmış ve kut sahibi olmamış, milletini de varlık sahibi etmemişse, onu hemen öldürerek yerine yenisini seçerlerdi. Yani sadece Türk töresinin eğittiği, kut sahibi olabilecek ahlak ve kült sahibi yabguları olurdu başlarında her zaman. O da seferde ordu-milletin komutanı, hazarda ise sosyal milletin asayişinden, hak ve hukukundan sorumlu adil lideriydi. Bunun dışında göç, savaş vs. gibi bütün hayati kararlar, bilgeler meclisine danışılarak alınırdı.

            Yani kimseden korkarak, kaçarak hele de iç içe sıkışarak, ev ev üstüne kurarak asla yaşamadılar. Bir kere bu durum özgün ve özgür ruhlarına aykırıydı. Her ihtiyaç hissettikleri zaman ve stratejik mekânlarda bileklerinin ve akıllarının gücüyle anlı, şanlı yüce Devletler kurmasını hep bildiler.

            Zaman zaman da boylara ayrıldıklarından, bütün sıkıntıları da yine kendilerinden olmuştu. Yani sözün özü; Türk’ün kimseden korkusu olmadığı gibi gerekirse yalnız da yaşamasını bilir; ama hep bilge ve dolu dolu. İşte bu yüzden de belki Cumhuriyet ve Demokrasiyle 100 yıldır tanışıyor olsak da, hala Avrupa tarzını özümseyemedik…

                                                           Serendip Altındal



10 Temmuz 2019 Çarşamba

İTİDAL VE LİYAKAT..


            Türkiye’nin Ortadoğu’da gölge boksuna devamla, Amerikan güdümlü Peşmerge durumuna giderek getiriliyor olması, milli güvenlik perspektifiyle de hiç güven vermiyor. Nitekim önce Suriye sonra da Libya da başlayan meşru ve milli yapılanmalarda yürütülen askeri ve istihbarî müdahaleler, her şeyden önce iktidar Partisinin değil; ama ülkemizin bir milli sorunudur.

            Aynı bağlamda Suriye’de ÖSO yaftalı Milli Hükümet karşıtları desteklenirken, Libya’ da ulusalcı Hafter güçlerinin destekleniyor olması. İnsana bizim Hükümet sahiden oralarda neler yapıyor ya da yaptığını sanıyor veya yapmak istediğini gerçekten biliyor mu, sorusunu sorduruyor. 

            Çünkü her noktadan ülkemiz yalnızlığa terkedilip aynı bileşkede ise terörist Devlet yaftası ile de mevcut Hükümet vasıtasıyla hızla yol alırken yakında kendi karasularımızda ve Kıbrıs’ta hiçbir söz hakkımızın kalmayacağı günlere doğru adım adım yaklaşıyoruz. Yakında gaz arama gemilerimizin başına da havadan bir şeyler yağarsa kime müracaat edeceğimizi bile bilmiyoruz.

            Öyle ki bırakın karasularımızın altını, kendi sahillerimizde bile denize ayağımızı sokarken birilerinden müsaade almak zorunda kalırsak şaşırmayalım. Esasen kendi sahillerimizde bile sahil mafyası ve birtakım başıbozuklar yüzünden, tatil yörelerinde tek başına tatil yapmak, denize girmek bile bir mesele olmuşken mesela 2 çocuklu normal gelirli bir ailenin bile tatil yerinde denizi arkasına alıp selfie çekmekle yetinmekten ve komşularına işte burada tatil yaptık demekten başka da çaresi kalmıyor. 

            Bu arada USA’nın niyeti sahiden de kötü, aslında s-400’lere karşı çıkmasının tek nedeni, Türkiye’ye muhtemelen yapmayı düşündüğü hava baskınının, Suriye de olduğu gibi akamete uğramasıdır. En azından ve hiç olmazsa ancak önceden ilan edilmiş bir savaş durumunda füzelerin devreye sokulmasını sağlayarak, ani baskın opsiyonunu kendine saklamak istiyordur herhalde. Her neyse biz dolmuşa gelmeyelim de.

            Hırsızıyla, terörist ve bölücüsüyle pazarlık yapan Devlete Devlet denmez. O halde Türkiye Cumhuriyeti’nin de Devlet kalabilmesi için bütün siyasa suçlularının da sırası geldiğinde Devlet katında istisnasız hesap vermeleri mecburiyeti vardır. Öyleyse sabıkalı siyasilerin şimdiden ve hiç vakit kaybetmeden kendilerini bu geleceğe göre ayarlamaları veya güvenilir menfez yolları aramaları, menfaatleri icabıdır.

            Yandaş medya Çin’deki Uygur Türklerinin çakma çileli yaşamlarını büyük başlık yaparak emperyalist Dünyanın yanında yer alırken, Başkanlarının, Çin Devlet Başkanına Uygurların mutluluğundan söz ederek, aslında bir doğruya da işaret etmesi, kendisi için olumlu olurken, ikircikli tutumu yine yandaşlarda kafa karışıklığı yarattı.

            Bir zamanlar Atatürk’ün ön tensibi ve İnönü’nün 27 yıllık bir Devlet yönetiminden – ki CHP bir parti değil, fırka amblemli bir Devlet Kurumuydu aslında – İnönü’nün seçim kanununu da değiştirerek tensibi seçim yolunu açması sonunda bir Menderes’i de gördü bu ülke.  Şimdi bir iki alıntıyla o döneme de uzanalım ve en büyük başarısının aslında hatası olduğunu kendisi de kabul eden rahmetli İnönü’nün bitmeyen çilesine bir göz atalım.

§ «Ak saçlı bir General; Milli Şef unvanını senelerce üzerinde taşımış bir insan, devlet idaresi mesuliyetini bunca yıllar tek başına omuzlarında taşımak mesuliyetinden kaçınmamış, ürkmemiş, hatta bunu yaparken; kendi kanaatlerine göre vatandaş hak ve hürriyetlerini haciz altına almak cüret ve cesaretini göstermiş, bu mesuliyeti dahi üzerine almış bir insan; 1946 seçimlerini yapmış bir insan, Tek Parti idaresinin kahramanı ve şampiyonu olarak kendisini tanıtmış bir insan, bugün karşımıza çıkıyor: Büyük mücadelelerle bugünkü demokratik inkılâbı bugünkü hak ve hürriyet rejimini, bugünkü hukuk devletini tahakkuk ettiren bir Partinin karşısında, vatandaş hak ve hürriyetlerinin müdafii kesiliyor! Hayatının bir kısmını muharebe meydanlarında geçirmiş, yaşlanmış, ak pak olmuş bir zatın, böyle bir derekeye düşmüş olması, hakikaten elem vericidir...»
«Dünkü diktatörün, bugün huzurunuza çıkarak, vatandaş hak ve hürriyetlerinin müdafii vazifesini üzerine alması gülünçtür, İşte bir taraftan da gülünç olan böyle bir sahnenin karşısında bulunmaktayım arkadaşlar!»
«Anlaşılıyor ki, zaman gelmiştir. Anlaşılıyor ki. Kader konuşuyor. Anlaşılıyor ki, Kader hükmünü vermek üzeredir!»
«Biz, millet iradesiyle geldik. Bundan şüphe yok! Bir İçtimaî ve siyasî cereyan, sili hurûşan (coşkun sel) halinde gelir, eskiyi yıkar. Eski yıkıntının bekası, bakiyyetüs-sûyûfu (kılıç artığı) kendisini yenen silâhın ne olduğuna, yattığı yerden bakar. Onu elde edip tekrar varlığını devam ettirmek yollarını arar. Yattığı yerden görüp de elde etmek istediği silâh, hak ve hürriyet silâhıdır. Bunu sizlerden almak istiyorlar. Sizler, hak ve hürriyet silâhını, hak ve hürriyet bayrağını elinizden başkalarına kaptıracak bir teşekkül değilsiniz arkadaşlar «Muhterem arkadaşlar! Bir sözlü soru münasebetiyle benim adımdan, mesul Bakanlar muhtelif şekillerde bahsettiler. Demokrasilerde, hükümetlerden istihzah (soru) yapıldığı görülür. Fakat hükümetlerin muhalefet Partisi liderlerini, halk efkârında olduğu kadar, Meclis kürsüsünde de mesuliyetsiz, ölçüsüz olarak itham ettikleri görülmez. Biz, kanunlara göre hakkımız olan bir vazifeyi yaparken, kanunların teminatı altında bulunduğumuzu zannederken tecavüze uğradık. Bu tecavüze karşı kanundan beklemeye hakkımız olan himayeyi görmedik. Bizim hükümet bize bunu reva görüyor...»
<Arkadaşlar! Bu memlekette zulüm yoktur. Bu memlekette zulüm devri ismet Paşa ile onun iktidardan düşmesiyle kapanmıştır!»
<Alacaksınız hepsinin cevabını. Ebediyete kadar!  Arkadaşlar, bir adamın kendi ihtirasıyla, memlekette bir mülkiyet iddiasıyla ortaya çıkıp da bu memleketin istikbalini köreltmeye çalışmasına imkân ve ihtimal mevcut değildir...» (Menderes’in meclis konuşmalarından)

Menderes, hem de İnönü gibi Atatürk’ün ardından hiç gönüllüsü olmadığı halde; ama ikinci adam olduğu için üstlenmek zorunda kaldığı Milli Şefliği, 27 yıl şaibesiz ve kusursuz yürüten, kendi iktidar varlığını bile borçlu olduğu bir Saygın Devlet büyüğüne karşı bu tutarsız, hezeyan ve kin dolu hitabetiyle aslında kendi kaderini noktalamıştı.

Çünkü halkın hürriyetini gasp eden bir diktatör olarak betimlediği insan 27 yıllık meşru tek milli Şef iktidarını, kendi eliyle çok Partili sisteme teslim eden emsalsiz bir Devlet lideriydi. Ve bu nasıl bir diktatördü? Dış ülkelerdeki sayısız aydın ve liderlerin ve Dünyanın en ciddi basın kuruluşları tarafından da takdirle onore edilerek anılan bir insanın, siyasi muhatabı bile olabilmenin belki de şaşkınlığını taşıyordu muhtemel Menderes.

Belki de bu şaşkınlığı, savrukluğu kendisine bağışlanırdı da. Lakin öyle olmadı. İnönü’ye kalsa asılmazdı da asla. Ne var ki kendisinin de söylediği gibi artık onu İnönü bile kurtaramazdı.

§     «Vaktiyle Başbakan, benim “deham, irşadımla memleketi ihya ediyor” diye Büyük Millet Meclisi kürsüsünde bana hitap ederdi. Yazardı. Ben bunların hiç birisine asla iltifat etmezdim. Zulüm yapan adam ise, dalkavuğa muhtaçtır ve dalkavuğa itibar eder.
Büyük Millet Meclisinin karşısında nasıl konuşulacağını bilirim. Ve hiçbir zaman Büyük Millet Meclisine, Başbakan gibi hitap etmek seviyesine düşmem».
«Arkadaşlar, ben İzmir'deki nutkumda zulme misal olarak, muayyen bir konuyu söyledim: Demokratik bir rejimde muhalefet Partisi hususî bir kanun tehdidi altında yaşarsa, zulüm vardır demektir dedim. Söylesin Başbakan, muhalefet Partisi aleyhine hususî bir kanun çıkarmak, bununla muhalefeti bertaraf etmek teşebbüsü var mıdır? Bu teşebbüs yürürlükte midir? Bu teşebbüs çıkacak mıdır? Söylesin».
«Sözlerinde Başbakan, benim yaptığım zulümlerden bahsediyor. Benim yaptığım zulümlere dair söylediklerinin hepsi yalandır. Hepsi iftiradır.
«Başbakan âdeti olduğu üzere, bir tez tertip eder. Bunu bana veya muhalefet Partisine mal eder. Sonra onunla mücadele eder. Şimdi öteden beri söylediği bir sözü burada tekrar edeyim: Biz, milleti yalnız biz idare ederiz, bizden başkası idare edemez kanaatini taşıyormuşuz. Bu sadece bir iftiradır. Eğer hakikaten buna inanıyorsa, bu yanlış telâkkiden kendisini tedavi etsin...»
«Gerek şahsı gerek Partisi bu memleketi idare etmek için tek mercidir, tek ehliyet sahibidir kanaatinde olan insanlar, ellerinde bulunan kudret ile mücadele ederler, içinde bulundukları devri tekemmül ettirerek bu hale getirirler mi?»
«C.H.P. Cumhuriyet devrinde yaptığı ıslahatın bir sonuncusu olarak. Bu memleketin idaresini demokratik tekâmüle (evrime) mazhar etmiştir».
«Biz, memlekette ıstırabın, şikâyetin ifadesiyiz».
«Başbakanın zihninden geçen, tekrar Tek Parti devrine dönmektir!»
«Bu hükümet, çok teessüf ediyorum ki, iktidar Partisi içinde bulunan ifrat zümresinin içindedir ve başındadır...»  (İnönü’nün Meclis Konuşmalarından)

Yukarıda, iki büyük cihan Savaşı ve tarihte emsali olmayan bir Kurtuluş Savaşını, arkasında bırakan ötesinde de İstiklal Savaşı veren bir ülkenin, Dünya genelinde Devlet olmasını da sağlayan Lozan savaşının da galibi, kocaman; ama basit bir tevazu adamıydı İnönü.

Menderesin uçuk, kaçık, isterik ve ihtirastan, maksadını aşmış Parlamento seviyesinin dışında kalan – ki bugünkü meclisin acınası haline ne kadar oturuyor- ifadelerine itidalli, sabırlı, olgun bir büyük Devlet adamı olarak, Parlamento diliyle ve asla polemiğe girmeden verdiği cevaplardan da ikili arasındaki uçurum fark daha iyi anlaşılıyor.

Ve Atatürk’ün milletine neden ‘benden sonra İnönü’nün peşinden gidin’ dediğini daha iyi anlatıyor herhalde bu ifadeler. Yani İnönü’nün itidal ve olgun Devlet adamlığının sadece üçte biri Menderes’te olsaydı herhalde asılmasına da gerek kalmazdı. Yani kendi etti kendi buldu sonunda. Daha ne söylenebilir ki.

İşte kadir bilmez ve ahde vefasızların sonu hep böyle olmuş ve her zaman da böyle olmaya devam edecektir. Bilinsin ki şayet Atatürk ve İnönü diktatör olsalardı, 27 yılda Menderes gibilerinin alayı, cümlesiyle ki buna irtica da dâhil olmak üzere, bu ülkeden ebediyen kazınır ve tarihin mezarlığında yok olurlardı.

Ne ki her şerde bir hayır vardır. DP’ler, AKP’ler ve diğer ibretlikler yeni nesillerimizi değişik varyasyonlarla eğitiyorlar sadece, onlara tecrübe kazandırıyorlar. Böylece geleceğimiz eğitimli kuşaklarla daha bir güven kazanıyor herhalde. Menderes’in bilmediği veya bilmek istemediği; CHP’nin DP gibi sıradan bir Parti olmadığı, bizatihi Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kadim varlığından sorumlu Partiler üstü bir Devlet kurumu olduğuydu.

Aslında bu cehaleti veya gafleti kendi sonunu da getiren nedendi. Hâlbuki her konuşmasını çılgınca ve isterik alkışlarla teşyi eden partililer müsait olan ruhsal yapısını gaza getirmeselerdi, adamın sonu belki de böyle olmayacaktı. İşte bir öğreti daha çıktı ortaya. Tabii anlayacak olanlar için. Demek oluyor ki çevrendeki menfaatçi dalkavukların gazına da fazla gelmeyeceksin.

Demek ki Devlet gücünü eline geçiren bir muktedir. Devlet idaresini bir kıraathane vs. patronluğu ile eş tutarsa, sonunda idam edilme riskini bile taşıyor demektir. Bir başka deyişle de top yerde kalmaz oyun bitene kadar. Bir anda dönüp kendi kalene de girer. Oyunun kurallarına, dengeli ve itidalli bir taktiğe, oyun bitene kadar disiplinle uymak, rakip kim olursa olsun en azından hezimete uğramanın da önüne geçer,

Buraya kadar anlatılanlardan, seçmenin kültür seviyesinin, adayın itidalini, liyakatini bir demagog popülistten ayırabilen en büyük etken olduğu, bir kere daha ortaya çıkmış olmuyor mu? Yoksa neydi ülkemizin arada sırada yetiştirmiş olduğu itidal ve liyakat sahibi Devlet adamlarımızın günahı…

                                                                       Serendip Altındal





3 Temmuz 2019 Çarşamba

İNKILAP ATEŞİ..


            Tamamen bir emperyalist sermayedarlığı – ki BOP Eş başkanlığından bu güne – bileşkesinde olan AKP iktidarının, Türkiye’mizin milli varlığına yönelik mental sahibi bir Hükümet olmadığı ve olamayacağı, avucunuzun vücut sağlığınızı da raporlayan berrak çizgileri kadar açık ve seçik olarak ortadadır.

     ¶     «Devletin gerçek vazifesi, sosyal kuvvetleri uzlaştırarak politikayı cemiyetin ilerleyişine çevirmektir.
Devrimler, birtakım basit sebeplerle meydana gelmiş gibi görünürse de, bunlar, birikmiş birçok kötülüklerin sonucudur. En sonunda demokrasi gelir. Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye geçebilir. Otokrasi de diktatör yaratır.». 
«Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir.
Hulâsa, bütün sorumlulukların altında, beşer tabiatı gizlidir..,» (Eflatun – Devlet)

      Yukarıda Eflatun’un 2500 yıllık ‘Devlet’ adlı eserindeki öğretilerine bakınca, emperyalizmden, sosyalizmden henüz bahsediliyor olmasa da, tespitlerin güncelimize ne kadar uyduğu açıkça görülüyor. Esasen Türk Etrüsk uygarlığı üstünde kurulan ve Latinlerin biricik gurur kaynağı olan Roma/Bizans İmparatorluğunun, Etrüsk uygarlığını özüne mal ederek nerelere geldiğini hep biliyoruz.

      Öyleyse, Eflatun ve dönem filozoflarının kendilerini yönlendiren kaynakların aslında çook daha öncelerden ve kimlerden(!) alındığına veya alınmış olabileceğine de empati oluşturmaya bilmem gerek var mı?

      O halde böyle muhteşem bir tasavvufi derinliğe sahip yüce bir ulusun bugünkü çocukları, neden acaba kendi ulusal kimliklerine yakışır Hükümetleri başlarına getiremezler. Sebep sadece yarıda kesilen Köy Enstitüleri eğitimi midir? Ve bütün başarı Atatürk’ün inkılap ateşinin yandığı, 1920-1938 arası 18 yıllık bir süreçte mi kalacaktır sadece.

      1938-1950 arasını da İnönü ve çoğunluğu kültürlü, dirayetli, liyakatli vekilleriyle dolu Hükümet meclisleriyle yok sayamayız; ama ne yazık ki o dönemin de, Atatürk’lü yıllarının inkılapçı ve devrimcilik ruhu yokluğunu veya yorgunluğunu yadsıyamayız. Velhasıl o ateşe yeni bir körük lazımdır şimdi. Ekremler ise yoldalar, ne ki henüz kıvılcım halindeler. Ve bakalım ne zaman alevlere dönüşecekler.

      Hele bugün Demokrasi diyerek, aslında kokokrasi tramvayını kastedenler, aslında milli ve çağdaş eğitimden nasibini alamamış olan kara cahillerdir. Çünkü bırakın çok daha gerilerini, 2500 yıl öncesinin mentali bile bunların asla uzanamayacakları bir zirvede durmaktadır. Ne var ki biz yine buraya not alalım da belki birilerine fayda sağlar diye düşündük. Malum biz Türk’üz ve her şeyden önce de adil, herkese eşit, iyi niyetli ve geniş yürekliyiz.

      Okumuş veya okumamış olmak adamı ne dahi ne de ahmak yapar. Çünkü bu ayrı bir husustur. Lakin ulusal eğitimden katre nasip alamamaksa, gerçek vatandaş kimliğinden yoksun kalmak demektir. Öyleyse hadi gelin de AKP iktidarı ile menfaat yoldaşlarına milli deyin bakalım şimdi. Herkesi de kendileri gibi vatansız liberal veya dünya vatandaşı yapma gayreti içinde ne maksatla oldukları, böylece daha iyi anlaşılır olur.

      Bakmayın siz milli yaftalı ayak oyunlarına, çakma milliyetçi hezeyanlarına, yakmayan ateşlerine. Asıl niyet, terörist başlıklı bir İslamiyet’i ön plana taşıyarak, aslı Ehli Beyt (sosyal adalet) olan gerçek İslam’ı sonunda yörüngesinden çıkartıp emperyalist güdümüne veya daha doğrusu Vatikan denetimine sokmaktır.

      Bu işin sonunda da, Türkiye Cumhuriyetinin kadim İslam bağını da koparıp, bir eyaletler manzumesi kampus Devlete dönüştürülmesi amaçlanmaktadır. İşte G20’ler denilen Dünya artistleri film setinde buluşan artistlerin ele aldığı senaryolar da, bunlardır esasen.

      O zaman AKP misyonu gerçek anlamda tamamlanmış olacaktır. Şayet buna inanmıyorsanız, o zaman hala içerde çile dolduran çakma Ergenekon mahkûmlarını neden soruşturamıyor, haklarını araştıramıyorsunuz. Ama ‘Çok güzel şeyler olacak’ demeyi biliyorsunuz! Öyle ya Ergenekon’un büyük bir yalan olduğu çıkmadı mı ortaya ve pasifize edildikleri için, kendilerine artık her nedense korku veremeyecek bazı mağdurlar, hem de ballı tazminatlarla çoktan özgür kalmadılar mı?


      Çin’in yeni İpek Yolu projesi AB’nin de gözünü kamaştırıyor. Lakin hiç unutmayalım ki Türkiye’mizin her iki taraf için de vazgeçilemez olan jeopolitiği, herkes için hayati önem taşıyor. İşte tam da bu noktada ülkemizin başında 1923-1938 döneminde olduğu gibi liyakatli, kültürlü, gerçek aydın ve Atatürk inkılapçısı bir Devlet kadrosuna ihtiyacımız hiç olmadığı kadar fazladır.

      Yani AKP iktidarı artık tarih olmak zorundadır. Ki bu belki de son ve hayati fırsatı da kaçırmış olmayalım. İstiklal Harbi ve Cumhuriyetle son bulan Atatürk inkılabından sonra, yakın tarihte yaptığımız en isabetli iş, ikinci Dünya Savaşına girmemek oldu. Ki bunun için de İnönü’ye minnet borcumuz vardır. Şayet başarabilirsek üçüncü en büyük işimiz de ‘yeni İpek Yolu Projesinin’ içinde tam aktif ortak olarak yer almak olacaktır.


      O halde bırakalım biran önce AB, USA paradigmalar safsatasını ve kendi işimize odaklanalım. Çünkü onların tarihte olduğu gibi yine gelecekleri yoktur. Unutmayalım ki Etrüsk Türk İmparatorluğunun ihtişamlı uygarlığına borçluydu Roma&Bizans İmparatorluğu bütün varlığını. Ne ki yine Türk eliyle tarihe gömüldüler. İşte yeni Dünya tarihi de yine Türk ’süz olamayacaktır.

      İhtiyacımız olan her şeyi, bize ortak olacak inançlı ve güvenilir dostlardan en uygun şartlarda sağlayabiliriz. Yalnız bütün mesele vizyon sahibi, Türkiye Cumhuriyeti kimliği ve bilincinde bir milli Hükümete sahip olmaktır önce. Yoksa AKP vs. gibi Partiler, aynı fasıldan bütün dernek ve cemaatler, muhteşem Türk tarihinde iz dahi bırakamayan çiçek bozukları, şark çıbanları gibi kalmışlar ve her zaman da kalacaklardır.


      F35’lerin dikine veya uzunlamasına kalkıyor, iniyor, attığını vuruyor olması bizi bağlamaz. Ne ki Cumhuriyetimizin başlangıçtan bu yana nice değerleri üstüne hala kendi bağımsız silahına sahip olamaması önce ordumuzu sonra da dolayısıyla cümlemizi bağlar.

Tavistok projeleriyle yapay zekâların peşinde koşan, dünya insanını bile çip(chip)leyerek uzaktan güdümlü robotlara dönüştürmeye kalkan ve bu işe milyarlar harcayan emperyalistin, bizatihi harp araç ve gereçlerini ne denli kendisine tam bağımlı hale getirdiği ve getireceği ise artık tartışma konusu bile yapılamaz.

      İkinci Dünya harbi döneminde değiliz ki hatta USA dan bile silah alabilesin. Hoş o dönemlerde USA’nın, hurda envanterinde gözüken araç ve gereci askeri yardım adı altında bize gazladığını, onu bile borç yazdığını gençler pek bilmez; ama Bahriye askerliğimin İskenderun’daki eğitim döneminde, Amerika’da bile tarih olmuş, bir günü dahi onarımsız geçmeyen cip(Jeep)’ler de asker öğrencilere ne şartlarda direksiyon öğretmeye çalıştığımı, ben hala hüsranla anımsarım.

      S-400’ler ise mukayeseli olarak, bana göre de alınabilecek tek caydırıcı alternatif savunma aracıdır. Lakin bunların daha da gelişmişlerinin ve çok daha caydırıcı taarruz silahlarının da tamamen bağımsız ve ordumuzun en üst seviyede kontrolünde olarak, ülkemizde imal edilmelerinin imkân dâhilinde olması da acilen gerekmektedir.

      Ki o zaman büyük askeri güce sahip bir büyük Devlet olduğumuzu da bihakkın iddia edebilelim. İşte o zaman, vaktiyle rahmetli Atatürk’ün başladığı ve hep tamamını görmek istediği bir hayali de gerçek olacaktır. Bir diğer büyük hayali de Toprak Reformu ve ülkesinde topraksız köylünün kalmamasıydı.

      Belki bu inkılap ateşini de yeni Ekremlerimiz, Kıpçaklarımız körükleyeceklerdir, kim bilir. İnsan sarrafı Atatürk, Roma Fatihi Atilla’nın torunlarının nabzını ölçerek, boşuna mı önce Karadeniz’den başlamıştı Anadolu seferine…

                                                                       Serendip Altındal