29 Ocak 2012 Pazar

CFR MEMORANDUMU ve ADAM OLMA SORUNSALI..

            Aşağıda okuyacağınız memorandumda ifade edildiği gibi, CFR (Council of Foreign Relations) Dış İlişkiler Konseyi – yöndeşi Bilderberg - ya da Türkçesi, ‘küreselcilerin patronu olan kurum’, temsil ettiği yeni düzeni, dikkatli okuyunca sizin de fark edeceğiniz gibi, ülkemizde tabandan tavana doğru – hatta kendinizden başkasına da güvenmeyin yemiyle - ne kadar da özgün biçimlendiriyor(!) ve kendi kitabına uyduruyor. Aslında prangaya oturtmayı planladığı toplumu, nasıl da kafaya alıyor değil mi? Şimdi başbakanınızla – aslen AKP Hükümeti’nin Sultanıdır kendileri - bir empati oluşturun ve aşağıda ki memorandum’dan ne anladığını ya da anlayabildiğini(!) lütfen tahmin etmeye çalışın bakalım. Çıkan sonucu kendiniz bilin yeter, ben sizin yerinize de güleceğim nasıl olsa.
            Küreselcilik, ABD ve İngiltere’nin ortak yenidünya patronluğundan başka bir şey değildir aslında. Pekiyi neden yalnız ABD değilde, ABD+İngiltere, çünkü ABD’nin atası İngiltere’dir, Bakmayın siz Amerikalının bağımsızlık hezeyanlarına, bırakın o kadar da ahde vefa(!) olsun adamcıklarda! Neticede aynı teknenin içindedirler, birbirlerinin tasından yiyip içerler, kimin eli kimin cebinde belli de değildir onlarda. Ayrıca adı geçen gizli dünya devleti enigması’nın da arkasında esasen bir eli Vatikan’da, İngiltere’de olan ve diğer eliyle de aynı hızla ABD yi de idare eden, Siyonist Yahudilerin (Rockefeller, Soros vb. gibi) parmağı vardır.
            Neden her ince gizem(!) altından bir Yahudi parmağı çıkar, hiç düşündünüz mü? Çünkü Yahudi de tek tanrıya inanır ama seçilmiş(!) (ne demekse) olduğu için bu tanrı kendisine özeldir ve onu kimseyle de paylaşmaz. Diğerleri benimsediği için, Yahudi olduğu halde İsa’yı bile dışlamıştır bu yüzden. İşte işin özü Yahudi’nin bu evrensel hastalığında yatar. Yani işin sırrını Yahudinin üstün(!) ırkında değil ama megalomanisinde aramak gerekir. Yahudiyi kurtarmak içinse, önce kendisinden azat etmek lazımdır.
            Kökü Illuminati’ye dayanan CFR’nin başkanının David Rockefeller olduğu ama gerçek güçlerinin taraftar kazanmak adına, aslından çok fazla abartıldığı da biliniyor. Yani siz siz olun tufaya gelmeyin. Bırakın onların balonu, toplu iğnenin ucuyla buluşuncaya kadar şişmeye devam etsin.

            İşte bu Dünya Devleti(!)’nin patronu olduğunu iddia eden bir takım ahı gitmiş vah ı kalmış istavroz manyağı yamuklar, gelişme yolunda ki çevre devletlerden ki biz de bunların içindeyiz, başlamak üzere yedi düvele, muhteşem(!) ‘Küreselcilik doğmalarını’ pompalamaya başladılar. Bu bağlamda bizde olduğu gibi bu ülkelerde de önce ‘besleme iktidarlar’ oluşturarak sistemlerine bağlı kuklalar yarattılar, bizde zemin, sağ olsun(!) gidenler yüzünden, daha önceden hazır olduğu için bu iş kolay oldu.
            Ne var ki, memorandum da da belirtildiği gibi, bizim dünya jeopolitiğinde çok önemli ve özel bir yerimiz vardır. Ve bunu atlamak kimse için, hiç de sağlıklı olmaz. Çünkü çok iyi bilirler ki, Anadolu’yu tutan yarı dünyayı da tutuyor demektir. Osmanlı da bu yüzden 600 yıldır OSMANLI olmadımıydı mı zaten. Akıllı olsunlar da Anadoluyla uğraşmasınlar. Bıraksınlar da ‘YURTTA SULH CİHANDA SULH’ yaşasın. Bu herkes için iyi olandır.
            Başka yerlerde mesela Orta Doğuda, oligarşik nedenlerden dolayı daha farklı esintiler gerekiyordu – Arap Baharı gibi – bunlar da sağlandı. Sanal ‘Demokratik Açılımlarla’ ekilecek tohuma uygun tabanlar oluşturuldu, bizim Güneydoğu da olduğu gibi, bir takım sanal ‘Kürtçülük’ ya da her ne mene içinse, boylarından büyük laflar eden küçük adamlar çıkarak, yöresel otonomiler istemeye ama prensipte ayrımcılık yapmaya başladılar.
            Küreselleşme adına büyük şehirlere göçler başlatıldı. Köylüler büyük şehirlerin alt yapısız varoşlarında yükselen, çakma gökdelenlerde oturmaya başladılar. Sanayi milli olmaktan çıkarıldı, ithalat sanayine dönüştürüldü. Kuklalar hükümetinin, dolayısıyla gayri milli olacağını ve ülkesinin dış dünyada saygınlığını bitireceğini, bunlara ilave etmeye bile gerek yoktur. Tarımcılığı ve hayvancılığı bitirdiler. Ekmeğin bile yapılmasına neredeyse gerek olmadığını, nasıl olsa un gibi onun da dışarıdan, daha bile ucuza ithal edilebileceğini topluma empoze(!) etmeye başladılar.
            Çapraz ihale, yandaş basın ve hukuk, devlet eliyle vergi adı altında haraç alma, talan, kitaba uydurulmuş her biçimde soygun marifetlerinin, kadroculuğun ayyuka çıktığı kapkara bir dönem, halkların kâbusu haline dönüştürüldü. Aydınlar ve ülkenin temeli direği olan milli ordu etkisizleştirilerek, öze bağlı nitelikli kumandanları tutuklandı. Kendilerini desteklemeyen ya da yandaş olmayan vatandaşların karalanması, bilgisayar tuşlarına dokunma becerisi haline getirildi.
            Kimsenin gık çıkaramadığı korku devleti ambiyansını, şiar edindiler. Ki bu durum diktatörlüğü de aşıyor. Çünkü diktatörlük tek başlıdır. Bizdekininse birisi içerde, gerisi dışarıda, içerdekinin hiyerarşik olarak en altta yani Pensilvanya İmamının bile altında olduğu, üstlerinde ise yukarıda adı geçen Yahudilerin ve Washington’daki bazı bürokratların oturduğu çok başlı bir diktatörlük olduğu kendiliğinden anlaşılıyor.
            Bu durumsa, silahsız bir siyasi işgal altında olduğumuzu belgeliyor. Ayrıca vatandaşlar telefonla bile birbirleriyle konuşamaz hale getirildiler. Öz kaynaklarımız çoktan satıldı da, öz topraklarımız bile müşteri bekler hale getirildi falan, filan. Ve biz hala oturmuş memorandumlardan bahsediyoruz.

            Ah sevgili Atatürk, ne de doğru tespit etmiştin, ‘Orak kılıcı yener’ diye, bak şimdi ikisine de gerek yok diyor bizi içimizden satan aymazlar. Çünkü başarılı olmuştuk sayende ve birileri bunu bir türlü hazmedemiyor işte. Devletin efendisi dediğin ve ‘Türk Devrimi’ meşalesinin çakmağı olan köylün ki, yedi düvelin bile karnını doyurabilecekken, kendi ailesinin karnını dahi doyuramaz hale getirildi bugün. Toplumsa bireysel hayat ürünleri için bile ithalata muhtaç hale getirildi. Enteresandır ama bunu ona yapan aynı aymaz ve utanmaz kafalar, diğer taraftan bağımsız(!) olduklarını, Cumhuriyet tarihinin kalkınma rekorlarını(!) kırdıklarını da zırvalıyorlar ne hikmetse. Algılama özürlü oldukları için de, borçlanma ile kalkınmayı birbirine karıştırtırmış olmalılar herhalde(!)
            Oysa unutuyorlar veya muhtemelen okuma bilmedikleri için de okuyamamış olmalılar ki, Osmanlının son 300 yılında birikmiş kapitülasyon borçlarını, Türk Devrimi’nin ve Cumhuriyetin, başlarda ki, dünyanın ‘Türk Mucizesi’ olarak anımsadığı yıllarında İnönü (1945), ancak sıfırlayabilmişti. Bunların, daha şimdiden Türk Ulusuna taktığı ve gidinceye kadar da daha takacağı borcu kim, nasıl ve ne zaman bitirebilecektir acaba? Bırakın ‘Türk Mucizesinin’ 10-15 seneciğini, acaba toplam borç 100 yıl da ödenebilecek mi?
            Şimdi işin büyük lokmasına, taban ve tavan’ın arasında ki, Ulusların, Milletlerin kökü, ana nedeni ve çoğunluğu olan, özüne sadık, ahde vefa sahibi ama henüz ele geçiremedikleri, bu nedenle de uykularını kaçıran ‘HALKLARA’ yani bizlere geldi sıra. Şimdi bize son ayarlarını da çekip, hepimizi ketenpereye getirerek sahneyi, ‘Dünya Devleti’ adına bağlamak ve perdeyi de indirmek istiyorlar artık. İşte şimdi, tam da bu noktada, bir kere daha şapkalarımızı önümüze koyup ADAM gibi düşünmemiz ve aşağıda ki soruları kendimize sormamız gerekiyor.

            Rahmetli yüce önder bütün bu olabileceklere 88 yıl kadar önce işaret etti mi etmedi mi? ADAM KALABİLMEK İÇİN, ÖNCE ADAM OLMAMIZ GEREKTİĞİNİ bize öğretti mi öğretmedi mi? Ve biz ADAM OLABİLDİK Mİ? Yoksa OLAMADIK MI?
        
                                                                                              Serendip Altındal
           





CFR MUHTIRASI

AKP'nin kuruluş sürecinde Tayyip Erdoğan'a ABD'den gönderilen gizli bir belge, bir memorandum vardı ve bu gizli belgeyi, 3 Kasım 2002 seçimlerden önce, 26 Ağustos 2001 tarihli Büyük Kurultayda 16. Sayfadaki 'Yazıt' sütununda 'Mr. Tayyip Erdoğan'ı ürperten belge' başlıklı yazıda kamuoyuna açıkladık. Erdoğan konuyla ilgili en küçük bir açıklama bile yapmadı! Memorandum belgesini ele geçirdiğimiz zaman,Erdoğan'ın ne cevap verdiğini öğrenmeye çalıştık. Cevabı AKP'nin program ve tüzüğünde bulduk! AKP'nin Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, kendisine gönderilen memorandumda belirtilen küreselleşmenin şehir ve devletleri planına uyacağını, parti programında ortaya koydu. Dünyayı yönetmeye soyunmuş elit, millî devletleri parçalamak istiyordu. Bunun için şehirleşme adı altında eski Yunan tarzı şehir devletleri modelini gündeme getiriyorlardı. Tayyip Erdoğan'a söylenen, bu politikaya uyması hâlinde, destek göreceğiydi. Erdoğan da küreselleşmenin şehir devletleri planını, parti programı hâline getiriyordu. Recep Tayyip Erdoğan'a New York'tan gönderilen memorandumda belirtilen Türkiye'nin şehir devletlerine ayrılması plânı, AKP Program ve Tüzüğüne hemen hemen aynı ifadelerle geçiriliyordu. Bakallı adlı lobi şirketi vasıtasıyla Erdoğan'a New York'tan gönderilen memorandumda 'Ankara, yerel yönetimlere otonomi vermek ve millî hükümetin fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak zorundadır. Dünya, bütün hükümetlerden bunu istemektedir. Bu memoranduma göstereceğiniz ilgiden dolayı takdirlerimizi sunarız...” deniliyordu... Şirket, ABD’nin eski Türkiye Büyükelçilerinden Abramoviç tarafından yönlendiriliyordu. Abramoviç ise CFR üyesiydi. Memorandumdaki dünya, hangi dünyadır, o belli değil ama bunu, küreselleşme politikalarını ABD vasıtasıyla bütün dünyaya dayatan güç merkezi olarak değerlendirmek gerekir.

MEMORANDUM


To: Mr. Recep Tayyip Erdogan

From: Ms. Ayla Bakkalli

Date: July 2, 2001

Subject: Globalization: Is Turkish politics part of the “solution” or part of the “problem”?

cc: Mr. Muammer Saka and Mr. Süleyman Kaya


Since our last acquaintance one year and half ago in Istanbul arranged by your respected supporters, Mr. Muammer Saka and Mr. Süleyman Kaya, our continual professional dialogue has brought this memorandum to your desk.
As you may recollect, I hold a membership status with the Committee for Human Settlement. It is a committee that holds a consultative status with the United nations that monitors collectively the implementation of commitments set forth in the Habitat Agenda and Agenda 21 of the Conferenge on the Environment and Development. It promotes the provisions of adequate shelter for and sustainable human settlements development in an urbanizing world. We were also the host committee for the Istanbul plus 5 HABITAT Conference, June 6-8, 2001 in New York City and as the spokeswoman on good governance, I discussed of your leadership during your term as Mayor of Istanbul in addressing the squatter dwellers issue in the greater Istanbul area. I am also president of my own private company defined as an emerging market real estate strategic consultant firm represeting public and private partnerships between United States/Canada and Turkey. I construct the private sector role in mitigating the issues on human settlement with the public sector and provide strategic solutions and link between Turkey and International community, conforming along the lines of United Nations/International and National standars.
As Turkey finds itself sizx months into the 21st century, its realization of a globally inter-related and inter-dependent world has shown Ankara that conventional solutions to Turkey’s problems are no longer viable or acceptable. As the world becomes more globally inter-dependent, a consensus emerged that stability without an institutionalized democracy system is not possible. Democratic rule at the grassroots level is essential in overcoming poverty in devoloping/transitional economies. The correlation between growing desire for democracy and the role of decentralization of governments, first to improve mobilization of resources and secondly, to empower local governments administer their own affairs can release central government from local concerns. The need to develop new mechanisms to deal with the effect of the globalization process that is bringing forth new concepts to Ankara, who by the way is simultaneously trying to understand and undermine this process finds it difficult to define a vision for its people.
Ankara is coming to the realization that it cannot survive on its own needs. Globalization does not allow any nation to be an island. An integrated relationship calls for many actors, the participation of civic society organizations, communities, private sector, local authorities and national governments all need to participate in designing solutions where national laws regulations and standards block their path. These reforms require bottom up dynamic approach. Both in devoloping and devoloped countries experience is showing the top-down approach imposed by national and local authorities have failed. Team work/partnerships have succeeded where democratic processes have succeeded.
Turkey the world community but fails to fully comprehend the substantive changes it must undergo before it can assume a leadership role. Turkey’s challenges faced by corruption, weak administration, inefficient government, environmental decay, poverty, inequalty, injustice, lack of inclusiveness of all sectors within its society must produce concrete solutions before it can even think of taking a leadership role.
It is ironic that international institutions have placed form to Turkish citizens a platform in which to raise their grievance within a democratic environment. The prospects of Turkey obtaining a European Union accession gave a Turkey citizens an autlet and an alternative to seek rights of redress where Turkish constituents did not trust their own judicial system. Turkish citizens taking advantage of this international exposure filed over 2,000 cases against Ankara.
The political representative who has the leadership ability and capability to communicate the inter-relation between globalization and democracy will not only gain natioanal constituent support for being progressive and forward looking but also gain acceptance by the powerful international community which has been playing a key role in assisting Turkey with its consistent political and financial crisis.
Turkey blessed with a geo-strategic location affords it political and financial support from the international community. Ankara must be cautious so as not develop a dependent policy and assume that because of its strategic importance a Washingtonian foreign policy will accord Turkey the time, attention and expertise warranted by its intrinsic impotance. One cannot be always certain that the American oficials within US government have the requisite experience, knowledge and grit to completely understand Turkey’s complicadet status.
To with, for the last quarter century Turkey was placed at the US State Department under European (EUR) bureau of the State Department; before that it was in the Near Eastern (NEA) bureau. The core Turkey issues in the State Department have traditionally been related to NATO or the former Soviet Union case of EUR or the Arab-Israeli conflict in the case of NEA. This is reflective of Turkey’s lack of a sophisticated foreign policy failing to devolop the depth of professional cadre to deal with Turkey’s geographical paradigm - Western and Eastern. European and Asian (and Middle Eastern as well). Muslim and secular. Democratic and authoritarian. Market oriented and statist.
Ankara’s sole effort to get on the same page as the EU has neglected a well defined foreign policy for the Turkish nation. It is Turkey alone who must realize its own potential and not rely on “other” country’s foreign policy to define Turkey’s interest. Only Turkey can know and understand its own “personality”. Turkey must devolop Turkey. Turkey is new on the international foreign scene. It needs to develop a highly sophisticated communicative ability to explain its needs and issues within a Turkish context and not rely on other country’s foreign policy to understand Turkey, because it really does not!
The increasing challenge for devoloping economies lay in its ability in narrowing the gap between rich and poor which is expected to widen as globalization creates knowledge based industries. The inability to catch up will be the biggest hurdle facing upcoming Turkish leaders. Therefore, it is beholden on Ankara to understand the necessity of globalization regardless of whether the real sector wants it or not. It must adapt to the rules of the world not “cherry pick” the rules it wants to implement and reject when it does not suit its own agenda.
Another world for globaliziation is urbanization, which go hand in hand. Nowhere before has the human civilization lived in such close proximity to one other as they are in urban conglomeration. These urban trends are having an unprecedented effect on cities and towns. It is clear that globalization has exacerbated the problems on human settlements in cities, towns and villages in devoloping countries. Governments are entering un-chartered territory where experiences and lessons from the past will not apply to the present and the present will no longer apply to the future.
The challenges facing urban centers are overcrowding, poverty disease, inefficient system of mınicipal finance, lack of service delivery resulting in ineguality and increase in crime will broaden the definition of poverty not just to include the lack of material wealth but also lack of personal security and feeling of powerlessness if use of urban areas are not efficiently managed.
The increasing importance of cities and the increasing role of local governments should provide a strong mativation for Ankara to develop a new urban strategy to launch a more comprehensive approach on urban issues. An example in point is the volatile issue on eviction of squatter dwellers in urban areas throughout cities in Turkey. The cause of unequal land distribution and inability of Ankara in addressing fast growth of urbanization have led to large-scale displacement of people who have put up “tent” without securing title to land. The Ottoman Law of 1858, entitle any citizen to claim unused State land and occupy it for as long as they used it. Naturally when migrants from rral areas arrived in big cities, thet did not consider they where acting outside the law by applying a traditional approach, though the local authorities have failed to implement an urban policy to take into consideration a historical precedence that has not been repealed thus claim holders may carry a degree of legitimacy. Needless to say, these issues are highly complex require flexible and elastic policies from the central government in creating acts which pass autonomy to local governments and decentralize national government functions to the local level.
The recent crisis in Turkey has profoundly galvanized the political and economic and social process in Turkey. Ankara became overwhelmed with the avalanche of issues that it had to confront. Its lack of knowledge and political will proved to be the major obstacle in resolving its house issues. It is worth noting that political success today will depend largely on the leaders ability to link knowledge and technology between its cities and local authorities, national governments, civil society, academia, research institutions, media and its private sector.
Knowledge has become the world production asset and is a key factor in becoming globally competitive and alleviating poverty. Not only access to knowledge is reguired, so are the opportunities to produce knowledge that is considered a highly expensive raw material requiring high degree of education among a country’s residence population. The extreme lack of investment in research and development by Turkey’s private and public sectors has stifled its ability to apply effective knowledge during its conflict and crises situations. Nowhere has it been so evident as the recent several crises experienced by Turkey. The biggest hurdle facing upcoming leaders in developing economies is the ability to create, manage, disseminate and share knowledge with all sectors of its society.
The world is now asking governments to deliver on the promises made to the international public as well as to their own public. The “stick” is international censure and the “carrot” is legitimacy and respect.
Mr. Saka and Mr. Kaya and I appreciate very much the attention that you will give to this memorandum.

With Respect,
Ayla Bakkalli, President of Bakali Corp.
445 Park Avenue
Suite 1040
New York City, New York 10022
E-mail: Ayve@Candide.net
Phone: 917-886-9105
Fax; 917-322-2105 Muhtıranın tam Türkçe metni:

MEMORANDUM

KİME:       Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
KİMDEN:     Sayın Ayla BAKKALLI
TARİH:      02 Temmuz 2001
KONU:       Küreselleşme: Türkiye'de politika, "çözümün" mü,
           yoksa "sorunun"mu bir parçası?

CC:         Sayın Muammer SAKA
           Sayın Süleyman KAYA
Saygıdeğer destekçileriniz Sayın Muammer SAKA ve Sayın Süleyman Kaya tarafından, 1,5 yıl kadar önce İstanbul'da tertiplenen kısa tanışıklığımız ile başlayan ve devam eden profesyonel diyalogumuz sonucu, iş bu memorandumu masanıza getirdi.


Hatırlayacağınız gibi, ben insan Yerleşim Komitesi üyesiyim.! Bu komite, Birleşmiş Milletlere danışmanlık yapar, bu da Çevre ve Gelişme Konferansının 21 No. Gündemi ve Habitat gündemindeki taahhütlerin yerine getirilmesini genel olarak denetlemektedir. Bu kuruluşun, şehirleşen bir dünyada, yeterli barınma ve desteklenebilen insan yerleşimlerini iyileştirme işleri vardır. Biz, aynı zamanda 6-8 Haziran 2001 de Newyork'da toplanan İstanbul X 5. HABİTAT konferansına ev sahipliği yapan komite idik; ben de "iyi yönetim konusundaki konuşmacı olarak, İstanbul Belediye Başkanlığı döneminizde, İstanbul bölgesindeki gecekondu yerleşimi konusundaki yaklaşımınızı ve liderliğinizi dile getirdim. Ben ayrıca, ABD, Kanada ve Türkiye arasında kurulan kamu ve özel ortaklıklar için, bu ortaklıklara; "yükselen pazarlar stratejik emlak danışmanlığı' hizmeti veren bir firmanın da başkanıyım. İnsan yerleşimi konusunda, kamu sektörünün yükünü hafifleten özel sektör rolünü biçimlendiriyor, Türkiye ile uluslararası toplum arasında; B.M. / Uluslararası ve Ulusal Standartlara uygun olarak stratejik çözümler ve bağlantılar sağlıyorum.


Türkiye'de. 21.YY'a girmeye 6 ay kala, Ankara'nın, küresel olarak karşılıklı bağlantılı ve karşılıklı-bağımlı bir dünyayı algılaması sonucu, Türkiye'nin sorunlarının konvansiyonel yollarla çözümü artık geçerli ve kabul edilebilir olmadığı anlaşılmıştır. Dünya, küresel olarak gittikçe daha çok karşılıklı-bağımlı hale geldikçe, kurumlaşmış bir demokratik sistem olmadan, istikrar olamayacağına dair bir fikir birliği (consensus) oluştu. Gelişmekte olan / geçiş dönemindeki ekonomilerde, fakirliği yenebilmek için temelde demokratik yönetim esastır. Demokrasi için artan istek ve hükümetlerin merkezi yapıdan uzaklaşması arasındaki ilişki; ilk olarak kaynakların harekete geçirilmesi ve ikinci olarak yerel yönetimlerin kendi meselelerini kendilerinin yönetmesi açısından güçlendirilmeleri ile, merkezi hükümeti yerel endişelerden kurtarabilir. Ankara'ya yeni konseptler sunan küreselleşme sürecinin etkileri ile başa çıkabilmek için geliştirilmesi gereken yeni mekanizmalara duyulan ihtiyaç yanında, Ankara; bu süreci aynı anda hem anlamaya çalışıp hem de dinamitlediği için, halkına bir vizyon vermekte zorlanmaktadır.


Ankara, sadece kendi ihtiyaçları üzerine bina ettiği bir şekilde ayakta kalamayacağını fark etmeye başlamaktadır. Küreselleşme, hiçbir ülkenin bir «ada» olmasına izin yermez. 
Entegre bir ilişkide bir çok aktöre, sivil toplum örgütlerine, topluluklara, özel sektöre, yerel otoritelere ve milli hükümetlere, bunların hepsine; milli yasa, mevzuat ve standartların yollarını tıkamasına karşı birlikte çözüm oluşturacakları bir işbirliği içinde yer almalarına ihtiyaç vardır. Bu reformlar, tabandan yukarı doğru dinamik bir yaklaşım gerektirirler. Hem gelişmiş hem gelişmekte olan ülkelerin tecrübeleri, milli ve yerel otoriteler tarafından yukarıdan aşağı empoze edilen yaklaşımın başarısızlığa uğradığını göstermiştir. Demokratik süreçlerin başarılı olduğu yerde takım çalışması / ortaklık da başarıya ulaşmıştır.

Türkiye gerçekten global bir oyuncu olmayı arzu etmekte ve dünya toplumu içinde daha büyük bir rol istemekte, ancak lider bir role sahip olmak için geçirmesi gerekli köklü değişiklikleri bütünüyle anlamakta başarısız olmaktadır. Türkiye, bir liderlik rolünü düşünmek için bile, önce karşı karşıya olduğu çürümüşlük, zayıf yönetim, etkisiz hükümet, çevresel bozulma, fakirlik, eşitsizlik, adaletsizlik, toplumdaki bütün sektörlerin katılımı gibi konularda somut çözümler üretmek zorundadır.


Uluslararası kurumların Türk vatandaşlarına, demokratik bir ortamda şikayetlerini dile getirmek için bir platform sunması, kaderin garip bir cilvesidir. Türkiye'nin AB adaylığı, Türk vatandaşlarına, kendi adalet sistemlerine güvenmedikleri bir ortamda bir çıkış yolu, bir alternatif vermektedir. Bu uluslararası avantajı kullanan Türk vatandaşları, Ankara aleyhine 2000'in üzerinde dava açmışlardır.


Liderlik yeteneği ve küreselleşme ile demokrasi ilişkilerini yürütebilme kapasitesi olan bir siyasi temsilci, yapıcı ve ileri görüşlü oluşu dolayısıyla, yalnız milli düzeyde seçmen desteğini almakla kalmayacak, Türkiye'ye yaşadığı politik ve mali krizde destek olan güçlü uluslar arası topluluğunca da kabul görecektir.


Türkiye, Allah'ın lütfü olan jeostratejik konumu ile, uluslar arası toplumdan politik ve mali destek almaktadır. Ankara, bağımlı bir politika oluşturmamak ve stratejik öneminden dolayı, Türkiye'ye gerçekten var olan değeri nedeniyle Washington merkezli bir dış politikanın, kendisine her zaman gereken vakit, dikkat ve deneyimi sunacağına dair bir inanca kendini kaptırmamak hususunda dikkatli olmalıdır. Amerikan hükümeti görevlilerinin, her zaman Türkiye'nin karmaşık durumunu tam olarak anlayacak düzeyde deneyim, bilgi ve cesarete sahip olacaklarından her zaman emin olunamaz.


Son 25 yıldır Türkiye, ABD Dışişleri Bakanlığında Avrupa masası (EUR) bünyesinde; daha önce Yakın Doğu masasındaydı (NEA). Türkiye ile ilgili temel meseleler, geleneksel olarak, EUR kapsamında NATO ve SSCB ile; NEA kapsamında ise Arap-İsrail anlaşmazlığı çerçevesindeydi. Bu da şunu yansıtmaktadır: Türkiye, Coğrafi paradigması olan Doğu-Batı, Avrupalı - Asyalı (ve aynı zamanda Orta Doğulu), Müslüman ve Laik, Demokratik ve Otoriter, Pazar ekonomisine dönük ve Devletçi ikilemleri ile baş edebilecek derinlemesine tertipli profesyonel bir kadroyu geliştirmekte ve dolayısıyla sofistike / girift bir dış politika oluşturmakta başarısız olmuştur.


AB, Türk milleti için iyi tanımlanmış bir dış politikayı ihmal ettiğinden, Ankara'nın tek gayreti, AB ile aynı safta olmak ve görünmektir. Kendi potansiyelini anlamak ve Türkiye'nin çıkarları için diğer ülkelerin dış politikalarına dayanmamak ve güvenmemek gereğinin farkına varmak, sadece Türkiye'nin sorumluluğudur. Kendi kimlik ve kişiliğini yalnız Türkiye bilebilir ve anlayabilir. Türkiye, Türkiye'yi geliştirmek durumundadır. Türkiye, uluslar arası sahnede daha yenidir. İhtiyaçlarını ve meselelerini bir "Türk" içeriği ile anlatmak için oldukça yüksek derecede girift bir iletişim yeteneği geliştirmek ve Türkiye'yi anlamaları için diğer devletlerin dış politikalarına bel bağlamamak durumundadır, çünkü gerçekten anlayamazlar da!


Gelişmekte olan ekonomilerin artan orandaki riski, fakir ile zengin arasındaki farkı daraltabilme kabiliyetine bağlıdır. Bu farkın, küreselleşme olgusunun, bilgi tabanlı endüstrileri yaratması dolayısıyla açılması beklenmektedir. Arayı kapatamamak, gelecekteki Türk Liderlerin karşı karşıya kalabilecekleri en büyük engel olacaktır. Bu nedenle, Ankara'nın, reel sektör istese de istemese de, küreselleşmenin gerekliliğini anlaması şarttır. Bu konuda dünyada geçerli kurallara uyum sağlaması, uygulamak istediği kuralları seçip, kendi gündemine uymayanları reddetmesinin mümkün olmadığını anlaması gerekir.


Küreselleşmenin bir' diğer adı da şehirleşmedir, bu kavramlar el ele giderler.
 Medeniyet, bundan önce, bugünkü kadar, şehirlerdeki farklı unsurların böylesine bir arada yaşamak zorunda kaldıkları bir durum hiç yaşamadı. Bu şehirleşme eğilimi, mevcut şehir ve kasabalar üzerinde, önceden kestirilmeyen etkiler yaratmaktadır. Açıkça görülmektedir ki, küreselleşme; gelişmekte olan ülkelerdeki şehirler, kasabalar ve köylerdeki insan yerleşim sorunlarını şiddetlendirmiştir. Hükümetler, geçmişteki edinilen tecrübe ve alınan derslerin bugüne uygulanamadığı, bu günkülerin de artık geleceğe de uygulanamayacağı bilinmeyen bir alana girmektedirler.

Şehirleşme merkezlerini bekleyen sorunların; aşırı kalabalıklaşma, fakirlik hastalıkları, belediye mali yatırımlarının yetersiz kalışı, hizmet sunumunda eksiklikler ve bunların sonucunda ortaya çıkacak eşitsizlik ve suç oranındaki artış olduğu söylenebilir. Eğer şehirleşme alanları etkin bir biçimde yönetilemezse, bu da, farklılığın tanımını , yalnızca maddesel değerlerden yoksun olmanın ötesinde, kişisel emniyet yokluğu ve güçsüzlük duygusu ile perçinleyecektir.


Şehirlerin artan önemi ve yerel yönetimlerin artan rol ve sorumluluğu Ankara'yı şehirleşme sorunlarına daha anlayışlı bir yaklaşımı içeren yeni bir şehirleşme stratejisi geliştirmek üzere güçlü bir şekilde motive etmelidir. Bu konuda bir örnek olarak, Türkiye'de şehirlerdeki gecekonduların tahliyesi gibi, dengesiz ve değişken bir sorun verilebilir. Eşitsiz arazi dağıtımı ve Ankara'nın hızlı şehirleşme karşısındaki yetersizliği, halkın büyük ölçüde yer değiştirmesi ve toprakla bağ kuramadan "Çadır"laşması ile sonuçlanmıştır. 1858 tarihli Osmanlı toprak kanunu, herhangi bir vatandaşın, kullanılmayan devlet arazisini talep etmesine ve kullandığı sürece de burayı işgal etmesine izin veriyordu. Kırsal alanlardan gelen göçmenler, büyük şehirlere gelince, doğal olarak, geleneksel bir yaklaşımla yasaya karşı geldiklerini dikkate almadılar. Yerel otoriteler de, feshedilmemiş tarihsel bir yaklaşım ve uygulamanın, işgalcilerin davranışına bir ölçüde meşruiyet kazandırdığını dikkate alıp, bir şehirleşme politikası izlemekte başarısız oldular. Şurası kesin ki, bunlar, son derece karmaşık sorunlardır, merkezi hükümetin esnek ve elastik politikalarına ve bu politikalar sonucu oluşacak yerel yönetimlere otonomi devri ve milli hükümet fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkaracak düzenlemelere ihtiyaç gösterirler.


Türkiye de yaşanan kriz; politik, ekonomik ve sosyal süreci, derinlemesine tahrik etmiştir. Ankara, karşısına çığ gibi çıkan sorunlarla boğulmuş durumdadır. Bilgi ve politik irade eksikliğinin, iç sorunlarını çözmekteki en büyük engel olduğunu kanıtlamıştır. Şurasını işaret etmek gerekir ki, bugün politik başarı; büyük ölçüde liderlerin, bilgi ve teknoloji ile şehir ve yerel yöntemler, milli hükümetler, sivil toplum, akademisyenler, araştırma kurumları, medya ve özel sektör arasındaki bağ kurabilme kabiliyetine bağlı olacaktır.


Bilgi, şu anda dünyadaki üretim vasıtasıdır, küresel olarak rekabet edebilmek ve fakirliği yenebilmek için anahtar faktördür. Yalnız bilgiye ulaşmak yetmez, bunun yanında, oldukça pahalı bir hammadde olan ve ülke nüfusunun büyük ölçüde eğitimli olmasını gerektiren bilgiyi üretme fırsatları da o kadar önemlidir. Türkiye'deki özel ve kamu sektöründe, araştırma ve geliştirme alanda yapılması gereken yatırımların mevcut olmayışı, çatışma ve kriz durumlarında etkin bilgi kullanımı imkanlarını ortadan kaldırmıştır. Bu husus, Türkiye'nin son birkaç krizinde görüldüğü kadar açık biçimde, hiç bir yerde görülmemiştir. Gelişen ekonomilerde ileri çıkan liderleri bekleyen en büyük sorun; bilgiyi yaratma, yönetme, dağıtma ve toplumun bütün sektörleri ile paylaşma sorunudur.


Dünya şu anda, hükümetlerden, uluslararası topluma olduğu kadar kendi halklarına da verdikleri sözleri tutmalarını istemektedir. Burada "sopa", uluslar arası sansür/denetim; "havuç" ise meşruiyet ve saygıdır.


Sayın Saka, Sayın Kaya ve ben, bu memorandum için göstereceğiniz ilgi ve dikkat için takdirlerimizi sunarız.


Saygılarımızla,


Ayla Bakkalli, Bakkali Şirketinin Başkanı 445 ParkAvenue Süite: 1040
New York City, New York 10022
E-Mail: Ayve@.Candide.net
Telefon: 917-886-9105 Faks: 917-322-2105

27 Ocak 2012 Cuma

İTİDAL MESELESİ

           Yeni yapılanmasıyla yola çıkarken, başlangıçta ekseni titreyen ama şimdilerde yeniden balansı sağlayan CHP, seçmeniyle güven tazeledi. Nihayet ‘Kemalist Doğrunun’ tek doğru olduğunu özümseyen CHP, ‘Yeni Kılıçdaroğlu ivmesi’ ile zannedersem, özlemini çektiğimiz, Kemalizm aracı ve olmazsa olmazı ‘ALTI OK’ imajını yeniden yakalamış oldu. Bu bağlamda da, muhtemel bir iktidar değişikliğinde İnşallah, ‘Türk Devrimi’ kaldığı yerden yoluna devam edip halkıyla bütünleşecek ve devrimin özüne ulaşacaktır.
            Biz bu düşüncelerde ve kendi kendimizi avuturken, Kılıçdaroğlu’nun ‘Partimize karşı tertip hazırlığı içindeler’ ifadesi, birden bazı kafaları karıştırdı. Oysa kafa karıştırmaya hiç gerek yok. Zira neresinden baksanız, sadece bu ifade bile CHP de ki müspet değişimin ve özünde ki doğruyu bulduğunun en somut belgesidir. Buna da sevinmeliyiz aslında. Hani meşhur bir sloganımız vardı ya ‘hepimiz Ergenekoncuyuz’ diye, anımsayın. Hani Ergenekoncu addedilmeyen kompleks geçiriyordu ya!
            Demek ki birileri, özellikle de içerde ki ve dışarıda ki Amerikancı beslemeler, bu yeni durumdan iyice rahatsız oldular anlaşılan. Ki, istediğimiz de bu değilmidir aslında. Böylece bu bozuk tohumların altını çizerek onları deklare edip, devre dışı bırakmak mümkün de olabilecektir nihayet. Bu doğrultuda böylelerinin yeni hükümet bahçesinde bir şekilde yeniden kök salmalarının da önü alınmış olacaktır. Bunun aziz yurdumuz ve Türk Ulusu adına yeni bir şans olduğunu yadsıyabilirmiyiz?
            Son 10 yılımızın kâbusu AKP iblisi, pardon ABD beslemesi oligark iktidar döneminde, Cumhuriyet dönemimizin bütün yarım veya eksik kalmış ögeleri, artık birer birer tespit edilmiştir diye düşünüyorum. Ve ‘KEMALİZM’i tekrar keşfeden(!) CHP ile de, oligarkların yerinden oynattığı bütün Cumhuriyet taşlarının, yeniden yerli yerine oturtularak, 1950 lerden itibaren yarım kalan ‘Türk Devrimi’ fundamentinin, tamamlanacağına olan inancımı belirtmek istiyorum.
            Ayrıca ‘NEOKEMALİZM’ gibi kurgu kalıplar, Kemalizm’in özüne zarar verdiği, CHP’nin de başında yaşadığı, abuk sabuk eksen titremelerine sebep olduğu ve Atatürk’ün partisinin Kemalist seçmeninde de güven erozyonu yarattığı için, bunlara kesinlikle itibar edilmemesi gerektiğini de ifade etmek zorundayım.

            Bundan sonrası yani işi yukarda iştiyakla özlediğimiz doğrultuda nihayete erdirmek ise, bu gidişatın sonunun hüsran olduğunu tespit eden Türk Ulusu’nun, ilk seçimlerde Cumhuriyet Halk Partisini ‘tek başına iktidar’ yapmak ve KEMALİZM’in ruhu olan tam bağımsızlık ilkesi – Atatürk bu ilkeden başka da bir doktriner miras asla bırakmamıştır -  veya ‘İTİDALİNİ’ yeniden yakalamasına, kısaca gaflet uykusundan uyanmasına kalıyor artık.

         Atatürk, ATATÜRK olduğu halde, sıradan bir ‘fani’ olduğunu asla aklından çıkarmamış ve tevazuu elden bırakmamış tek büyük liderdir. Türk Ulusu, işte bu akılcı ve yüce erdemi de asla unutmamak zorundadır. Hele bütün İstiklâl gerçeğimizi açıkladığı ve bence tek mirası olan NUTUK ise, gelecek yüzyıllarda, içerde ve dışarıda tam biat etmiş bir ümmetten, nasıl tam bağımsız bir millet yaratıldığını bizatihen anlatan, tüm dünyada gelecek nesillerin vaz geçemeyeceği bir öğreti eseri olacak, her kapağı açıldığında Atatürk yeniden doğacak ve bir kere daha büyüyecektir.

            § Türkiye'nin bugün karşılaşmakta olduğu sorunlar elbette geçmişte üstesinden gelinenler kadar büyük değildir. Dahası, başarısızlıklarından değil, başarılarından kaynaklanmaktadır. Kurucusu olan Atatürk'ün izinde Türkiye, akılcı, insancıl çözümlerini kuşkusuz bulacaktır, tam anlamıyla uygar ve Atatürk'ün anladığı anlamda uluslararası ve kültürlerarası uygarlık düzeyine ulaşmış olarak.
(STIRLING Paul, 1981. --  Cumhuriyet Türkiyesinde Toplumsal Değişme ve Toplumsal Denetim).

                                                                                              Serendip Altındal
             

18 Ocak 2012 Çarşamba

NESİLLER ANIMSAMAK..

            Helal olsun sana ve Allah gani gani rahmet eylesin! Adam gibi adam Denktaş, nur içinde yat. Sen Türklüğünle iftihar edip, küçük Kıbrıs’ından bile bunu yedi düvele haykırırken, koca Türkiye Cumhuriyeti’nin başındakiler, mevcudiyetlerinin nedeni olan bu sihirli kelimeyi ağızlarına bile almaktan acizler. Senin evlatların, torunların ve gelecek kuşakların gurur içinde, başları yukarıda insan içine çıkabilecekken, diğerlerininkiler, tıpkı Vahdettinlerin, Damat Feritlerin vs. kuşakları gibi, yarın tarih önünde cemiyet içine açık kimlikle çıkmaya cesaret edemeyecekler ve her biri bir deliğe saklanıp, belki de kendileri birey olarak hiç de hak etmeyecekleri halde, maalesef emsalleri gibi ahvadlarını gizleyerek yaşamak zorunda kalacaklardır.
            Bakalım o zaman bugünkü haramilerin saltanatı, nereye savuşacak ve onları kim hatırlayacaktır. Gelecek nesilleri tarafından bile inkâr edilmenin, bakalım onlara faydası ne olacaktır. Haram kime yar olmuş ki, onlara olsun. Aslın neyse neslin de odur, derler adama. Bakalım o vakit tarihleri değiştirmeye, ne ömürleri ne de güçleri yetebilecek mi? Bu gerçeği asla kabul ettiremeyeceğimiz ama kendilerini Cumhuriyet tarihimizin emsalsiz kazanımlarının(!) sahibiymiş gibi görenler, aslında başarılı da olmuşlardır hani. Nasıl mı?
            Cumhuriyet tarihimizde gerçekten de emsal teşkil edecek olan çürümüşlüğün, dirayetsizliğin, tarihinin en büyük hazine talanının, kalitesizliğin, cehalet ve acemiliğin, üstüne üstlük emsali görülmemiş – Damat Feritlere bile rahmet okutturan – büyük ihanet belgeselinin müsebbipleri olarak, gelecek nesillere de ibret olmak üzere, tarihimizde ki yerlerini daha şimdiden aldıkları için.
            Bakmayın siz timsah figanına, Başbakanın vatansever ve ahde vefa adamı, Kıbrıs’ın atası Denktaş’ı, Kıbrıs meselesinde engel(!) olarak gören bakış açısı, herhalde daha hafızalarınızdan silinmemiştir. Ne var ki, rahmetli Denktaş’ın kişiliğiyle, bugün onu eleştirenlerin sanal kişiliklerini mukayese etmek bile abesle iştigaldir.

            Sayın Denktaş sana gelince, yüce Atatürk’ten sonra Türk dünyasının başına gelen sayılı devlet adamından biriydin. Erdem ve ahde vefa sahibi kişiliğinle, ömür boyu inandığın – ki tek doğru olan da buydu – yolda sonuna kadar koştun. Ve hiç durmadın ki, esasen o nedenle de yıldızlı Denktaş olmadın mı zaten. Keşke Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı ya da Cumhurbaşkanı olsaydın da, bugün ne yaşadığımız maddi ve manevi sefilliği ne de Kıbrıs adlı bir sorunu yaşamış olmasaydık.
            Diğer aziz liderlerimizden birisi olan ve senden önce devrini kapamış rahmetli Ecevit ise, koca Türkiye Cumhuriyetini arkasına aldığı halde, senin kadar büyüyememiş ama seni küçük Kıbrıs’ınla daha da büyütmüş, kendinden daha da unutulmaz yapmıştı. Onu da sayende rahmetle anıyoruz.
            Bu tarafta olduğu kadar, gittiğin yerde de pes etmeyeceğini ve hep yolunda koşacağını biliyoruz. Tanrının ebediyete kadar, şimdi bulunduğun tarafta ki yolunun ışığını da hiç karartmayacağına inanıyorum. Çünkü senin gibi her şeyini vatanına ve ulusuna adamış olan erdem insanları, hak yolunda başardıkça ve kazandıkça bulundukları her yerde ışıldar ve doğalarının da ışığı olurlar.

            Bugün ise, hanidir atalet içinde ki CHP’nin bünyesinde, yüce ÖNDER’ in bağımsızlık kıvılcımını yeniden çaktıran ve yeni bir ‘aziz liderliğe’ namzet, taze başkan Kılıçdaroğlu’nun Ulusal liderlik atağı, bizleri sevindirmişti. İşte tam da bu sırada, Okyanuslu küreselcinin teşvik primiyle bir anda ateşlenen, içerde ki yaban tohumu, karşı devrimci devşirmeler, avantalarını kaybetme endişesiyle telaşa düşmüş ve korku dolu isterik çığlıklar atarak, kurultay taleplerini gündeme dönüştürmüşlerdir.

            Yazımı kapatırken, konu başlığı ile yakından ilgisi olduğunu düşündüğüm bir noktayı daha ilave etmem gerekiyor. AB müktesebatı paralelinde, Avrupa’da Türk izlerini silme hareketleri, bence ilk olarak Yugoslavya ile başladı. Ki bugün buna çok daha fazla inanıyorum. Hedef aslında Yugoslavya değil, dolaylı olarak AB ye demir atabilecek Türk birliğine karşı yapılmıştı. Evrensel Türk korkuları nedeniyle de bir an evvel Yugoslavya’dan kurtulmayı yeğlediler.
            Çünkü Yugoslavya bugün için de çok önemli bir Türk kalesiydi aslında. Bunu defalarca girip çıktığım ve birçok dostlarımın da olduğu Yugoslavya izlenimlerim, bana teyit ediyor esasen. Yani biz istemeden, eski bir evladımız olan güzelim Yugoslavya’nın da başını yakmış olduk. Şimdi sıradaki evlat Macaristan, Bulgaristan hatta Yunanistan’dır diye de düşünüyor ve bundan da endişe ediyorum doğrusu. Ne var ki, bütün Türk karşıtı tutum ve davranışlar, Türk izlerinin silinmesi bir yana, o izlerin sonunda derinleşip, kendi mezarlarına dönüşmesi harbiyesidir de aslında.

                                                                                                          Serendip Altındal

11 Ocak 2012 Çarşamba

ÖNEMLİDİR..

            Aşağıda ki yazı, Almanya’da ki Atatürk Kültür Cemiyeti’nin, Avrupa ve Dünya entelektüel çevrelerini aydınlatmak ve Türk Ulusu’nun sesini dünyaya duyurmak adına yayınladığı bir bildirgedir.

            Kısaca özetlersek, 3. Körfez Savaşı döneminden itibaren, Amerikancı Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan hükümetinin, Türkiye’de, başta kendi partililerinden başlamak üzere bütün milliyetçi ve anti Amerikanist, kişi ve kurumların elimine edilmesi doğrultusunda yürüttüğü sinsice faaliyet, bilinen başlıklarıyla açıklanıyor.
            Türkiye demokratik ulusal devrimini canlandırarak, bölgedeki Ortadoğu Projesi adlı bu büyük ABD saldırısını yok edecektir. ABD saldırısını durdurmak, komşularıyla ve Batıyla durumu normale getirebilmenin garantörü olarak da, milli demokratik devrim hükümetiyle, bölgesel beraber çalışma ve sulhu sağlayarak, uluslararası alanda da tarihsel sorumluluğunu yerine getirecek olduğu, dile getiriliyor. İçeri alınan milliyetçi aydınların ve askerlerin, Milliyetçi olmalarından ziyade anti Amerikanist olmaları da bilhassa vurgulanıyor.

            Oysa hem de bizimkisi gibi hala sömürge kabul edilen bir ülkede, entelektüel olmanın ilk şartı sadece Milliyetçi olmak değil aynı zamanda bağımsızlık adına, antiemperyalist – bilhassa da anti Amerikanist – olmaktan geçer. Watergate’in bile bizim Ergenekon’un yanında köpek maması gibi kaldığı yurdumuzda, bir kere daha anlıyoruz ki, Ergenekon masalıyla başlayan total Milliyetçi aydın ve asker kıyamı, taşeron AKP hükümetinin değil, aslında ABD’nin başının altından çıkıyormuş. Sonunda faturayı tek başına ödeyecek olan AKP hükümeti ise anlayacağınız gibi, sadece piyon yani küçük lokmadır, fazlası değil.
            Zaten bütün devrimler ve aydınlanma hareketleri, içerdekiler uyurgezer iken, dışarıda ki aydınlarımız tarafından başlatılmadılar mı? Bu bilinçle onlara iyi ki varsınız diyor, Aşağıda ki yazıyı ilginç bulabilirsiniz düşüncesiyle paylaşımınıza sunuyorum.

                                                                                                          Serendip Altındal





Verband der Vereine zur Förderung der Ideen Atatürks in Europa
info@as-add.de Tel: 0511 123 42 64
Köln, 8. Januar 2012

An der Schwelle zum 4. Golfkrieg:
Ausschaltung der anti-amerikanischen Opposition in der Türkei
[…] inzwischen wurden so viele angebliche Umsturzversuche von derart vielen mutmaßlichen Umstürzlern entdeckt, dass die Ermittlungen gegen „Ergenekon“ im In- und Ausland immer deutlicher an Überzeugungskraft verlieren“ (Frankfurter Allgemeine Zeitung, 7. Januar 2012, S. 6).
269 Mitglieder des türkischen Opposition im türkischen Parlament haben am 1. März 2003 die Stationierung von 90.000 US-Soldaten, die Zunahme der US-Stützpunkte auf türkischem Territorium mit ihrem Veto blockiert und sich durch die USA vor der Invasion des Irak nicht instrumentalisieren lassen (3. Golfkrieg). Dadurch wurde der Einmarsch amerikanischer Truppen in den Norden Iraks über türkisches Territorium verhindert, ganz zu schweigen von der indirekten Invasion der Türkei. Ranghohe Mitglieder der US-Administration (Cheney, Rumsfeld, Wolfowitz) haben diesbezüglich ausdrücklich die türkische Armee mehrmals beschuldigt; am Unabhängigkeitstag der USA , 2003. kam es zu einer großen politisch-militärischen Krise zwischen der Türkei und den USA im Norden Iraks. Tayyip Erdoğan und Abdullah Gül haben die 97 patriotischen Abgeordneten der AKP, die gegen die Stationierung und die Invasion gestimmt haben, ausgemustert. Sie durften bei der Parlamentswahl am 22. Juli 2007 nicht kandidieren.
Seit mehr als fünf Jahren werden in der Türkei im Rahmen der „Ergenekon-Ermittlungen“ USA- und regierungskritische Intellektuelle und Journalisten mit polizeistaatlichen Methoden festgenommen und jahrelang in Untersuchungshaft festgehalten. Mit einer historisch einmaligen Mammut-Anklageschrift der Sonder-Staatsanwaltschaft (9.000 Seiten – mit einem Anhang über 1 Million Seiten) werden Oppositionelle und Journalisten durch den Einsatz von Sonder-Gerichten in den Gefängnissen von Silivri und Hasdal eingesperrt und terrorisiert.
Die teilweise seit über fünf Jahren in Untersuchungshaft festgehaltenen Intellektuellen, deren Zahl sich auf über 400 beläuft (Journalisten, Schriftsteller, Akademiker, Universitätspräsidenten, Politiker, Parteivorsitzende, Künstler, Generäle, Offiziere, Geschäftsleute, Gewerkschaftler, Studenten, Vorstandsmitglieder von Nicht-Regierungsorganisationen), sind für Kenner der Türkei für ihre demokratischen, laizistischen, sozialistischen Ansichten und Aktivitäten bekannt.
Mittlerweile befinden sich unter den Festgenommenen drei Volksvertreter, die bei der letzten Parlamentswahl am 22. Juli 2011 vom türkischen Volk gewählt wurden. Sie werden genauso wie alle anderen in U-Haft befindenden Oppositionellen von den Sonder-Gerichten festgehalten – mit der Begründung der Sonder-Staatsanwälte, dass immer noch nach Beweisen gegen die Festgenommenen ermittelt werde. In der heutigen FAZ  ist die Beobachtung zu lesen, dass der Ergenekon-Prozess als „Drohinstrument der Regierung herabzusinken droht“: „Immer wieder fallen türkische [Sonder-]Staatsanwälte durch wirre Beweisführung, oberflächlich zusammengetragene Beschuldigungen und logische Fehler auf“ (FAZ, 7. Januar 2012).
Die seit November 2002 regierende anti-demokratische AKP von Tayyip Erdoğan und Abdullah Gül, hat im Jahre 2003 Sonder-Gerichte eingeführt, wodurch die Einsperrung von bis jetzt über 400 regierungskritischen Intellektuellen erreicht wurde.
Die faschistische Sonder-Gerichtsbarkeit muss sofort abgeschafft werden. Alle festgenommenen Intellektuellen und Offiziere müssen sofort freigelassen werden. Das dient nicht nur dem Interesse der Türkei sondern der ganzen Region und dem Weltfrieden.
Im Rahmen der Ermittlungen wurde zuletzt am 6. Januar 2012 der 26. Chef des Generalstabs der türkischen Streitkräfte, İlker Başbuğ, festgenommen. Dem ehemaligen Generalstab, der die 700.000 Mann starke Türkische Armee geführt hat, wird  vernunftwidrig der Vorwurf gemacht,  „Gründer und Funktionär einer Terrororganisation“ zu sein. Dadurch werden die türkischen Streitkräfte als eine terroristische Organisation dargestellt und kriminalisiert. Mittlerweile sind mehr als ein Fünftel der Generäle verhaftet – in einer Zeit in der der Nahe Osten von zwischenstaatlichen und innerstaatlichen Kriegen erschüttert wird. Diese Generäle und die festgehaltenen Intellektuellen sind für ihre kritische Haltung gegenüber dem 2003 deklarierten Nahost-Projekt der USA bekannt, die eine neo-imperialistische Neugestaltung der Region beabsichtigen.
Als Reaktion auf zunehmende Verstöße gegen Meinungs- und Pressefreiheit der pro-amerikanischen AKP-Regierung von Tayyip Erdoğan demonstrierten am 4. und 7. März 2011 über 3.000 Journalisten in İstanbul, 1.000 Journalisten in Ankara, 500 Journalisten in İzmir; anlässlich der Verhaftungswelle gegen Reporter und Autoren wurden in zahlreichen Städten der Türkei ebenfalls Demonstrationen und Kundgebungen von Journalisten durchgeführt.
Die Behauptungen der Staatsanwälte basieren weitgehend auf das Abhören von Telefongesprächen; ein Apparat, der vom Ministerpräsidenten persönlich aufgebaut und kontrolliert wird. Ministerpräsident Erdoğan hat zum Erstaunen aller am 15. Juli 2008 eingestanden: „Ich bin der Staatsanwalt dieser Ermittlungen“.

Das Groteske: Weder den angeführten Journalisten und den Oppositionellen noch ihren Anwälten werden konkrete Taten bzw. Beweise als Ursache der Verhaftungen vorgelegt; als Grund dient lediglich ein abstrakter Vorwurf der Mitgliedschaft in einer Gruppe von Verschwörern gegen die amtierende Regierung.

Ausgehend von der Mammut-Anklageschrift und diverser Unregelmäßigkeiten der (in-) offiziellen Staatsanwälte gehen Beobachter weniger von einer Verurteilung der eingesperrten Intellektuellen und Offiziere aus, sondern vielmehr von einer systematischen Einschüchterung und Ausschaltung der USA- und AKP-kritischen Opposition. Die Verhaftungswellen, die vom Verfassungsgericht als „Zentrum anti-laizistischer Aktivitäten“ verurteilten AKP unterstützt werden, scheinen kein Ende zu haben; bis auf den Vorsitzenden sind zehn der elf Mitglieder des Verfassungsgerichts zu dem obigen Entschluss gekommen (31.07.2008). 

Die Verhaftungswellen werden von den USA koordiniert, um ihre macht- und wirtschaftspolitischen Interessen in der Türkei und im Nahen Osten durchsetzen und festigen zu können. Weder Deutschland noch die EU dürften ein Interesse an einer Destabilisierung und Instrumentalisierung der Türkei seitens der USA haben. Vor dem bevorstehenden 4. Golfkrieg gegen Syrien und den Iran beabsichtigt die US-Administration, die Ausschaltung anti-amerikanischer Kräfte in der Türkei zu untermauern. Die feudalistische AKP von Erdoğan und Gül fungieren seit ihrer Regierungsübernahme als Marionette der USA. Die AKP-Führung unter Erdoğan und Gül haben 34 Mal in der Öffentlichkeit ihre Rolle als Funktionäre des Nahost-Projekts der USA deklariert.

Die Türkei wird diese große Offensive der USA in der Türkei und ihr Nahost-Projekt in der Region mittels Wiederbelebung ihrer demokratisch-nationalen Revolution abwehren und vernichten. Eine nationale Regierung wird die Beziehungen zu den Nachbarn und dem Westen normalisieren. Die demokratisch-nationale Revolutionsregierung der geeinten Türkei wird als Garant für regionale Zusammenarbeit und Frieden ihre historische Verantwortung auf (inter-)nationaler Ebene erfüllen.

„Frieden im Lande, Frieden in der Welt“ K.Atatürk

Bülent Demiral

Verband der Vereine zur Förderung der Ideen Atatürks in Europa
Vorsitzender



HALK'IN LİDERİ SEVGİLİ KILIÇDAROĞLU..

            Nihayet son gurup konuşmanızda, hanidir kendi adıma istediğim ve iştiyakla da beklediğim, ‘LİDER’ konuşmanızı duyabildim. Bu konuşmanızla da liderlik ‘karizması’ bağlamında çok isabetli bir çıkış yakaladınız. Bize umut ve ışık verdiniz. Bundan sonra da artık geriye dönüş yoktur. Yürüyün ki arkanızdan Türk Ulusu da yürüsün. Siz kişisel olarak, saygın, sağlam karakterli, sevecen, bir halk çocuğusunuz. Bunlar erdem sahibi bir kişilik için olmazsa olmaz dokulardır.
            Ne var ki, hele Türk Ulusu gibi seçici bir ulusun ‘LİDERİ’ olmak için bunlar kendi başlarına yeterli değildir. Yani ‘karizma’ olmadan ‘liderlik’ olamaz ve liderlik olmadan da karizma bir işe yaramaz. Hak yolunda yürüyen karizma sahibi bir liderin Türk Ulusu her zaman arkasında olur. Bu nedenle de zaten Atatürk’ün arkasından yürümüştür. Bu yol Atatürk yoludur, Atatürk yolu da erdem yoludur. Zafer de her zaman erdemindir esasen.
            İşte sizde, son konuşmanızla bu bağlamda, Mustafa Kemali, Atatürk yapan liderlik yolunda iyi bir ışık yakaladınız. Adaş da olduğunuza göre, İnşallah bunun arkası da gelecektir diye düşünüyor, ‘Kuvayi Milliyeci’ bir babanın ‘Kemalist’ oğlu ve bir ağabeyiniz olarak gözlerinizden öpüyor, gazanızın gazamız olmasını bütün yüreğimle temenni ediyorum.
                                                                                 
                                                                                              Selam, sevgi ve saygılarımla,
                                                                                                          Serendip Altındal

9 Ocak 2012 Pazartesi

KARİZMA NEDİR..

            Rahmetli Atatürk’ün bir yirmi senecik daha ömrü vefa etseydi neler olmazdı. Çok değil 78 yaşına kadar bile yaşasaydı yeterdi. En azından yaptığı mucizevî Türk Devrimi, vatandaşlarıyla pekişerek yerine oturur, bugün çıbanbaşı olan Güney Doğu Anadolu, sorun olmaktan çıkar, ağalığın, aşiretlerin, tüm ilkel bağnazlığın kökü kazınmış olurdu.

            Aydın fabrikası köy enstitülerimiz, en az iki, üç kuşak daha fazla mezun verecek ve kendi deyimiyle yurdun efendisi, filozofların diliyle konuşan Türk köylüsünün, başı yukarda gürül gürül dolaştığı Anadolu’muz ise, genel mizanımızın fiktif bakiyesi olacaktı. Bugün Amerikayı sollayarak dünya devi olmamız da, hepsinin artısı olacaktı elbette, el insaf daha ne olsundu ki.

            Her vesilede Atatürk’e dil uzatanlar, kısa ömrünün nedenini, alkolik olduğu için siroz olmasında arayanlar, etraflarında 80-90’lı yaşlarında bile hala dağ keçisi gibi dolaşan sayısız alkoliği görmüyorlar mı? Oysa o yüce ahde vefa adamı, o asil yürekli insan, vatan uğruna cepheden cepheye koşup hayatını heder ederken, Afrika cephelerinde kaptığı sıtmayı yıllarca çekerek, esasen karaciğerini daha gençliğinde harab etmişti.

            Sağlığı pahasına, içki sofralarını yapmakta ki esas amacının, devletin ileri gelenleriyle tartışmak ve yeni birlikteliklere ulaşmak olduğunu, Türk insanının çabuk ısındığı(!) ne ki, kımız yerine ölçü ve adapla rakı içilen sofralarında, dağıtmadan ama Cumhuriyet tarihimizin devrimleri gibi çok ciddi kararlarının da birlikte alınmış olduğunu, tarih bize teyit ediyor aslında. Hoş onun sofralarında, kendisi başta olmak üzere, kimseyi sarhoş görmenin mümkün olmadığı da biliniyor. Esasen civarında sarhoşa da tahammülü yoktu. Yani peygamberimizin de bilinen tanımıyla, içki kendisine göre de olgun içindi, ham için değil.

            Ve unutulmamalıdır ki, Atatürk pozisyonunda halkına mal olmuş bir lider şayet alkolik olsaydı, gizli içer ve ayılmadan da asla toplum içine çıkmazdı. Oysa onun rakı sofralarında da çevresiyle birlikte ne destanlara imza attığını hep bilmiyormuyuz? Ayrıca alkolik olsaydı, Atatürk de olmaz, ne İstiklal harbi kazanılabilir ne de Cumhuriyet tarihimiz olabilirdi. Ve şayet Atatürk’ümüzün yarısı kadar bile olabileceklerse, tüm ahde vefa yoksunu bağnazlar onun kadar içseydi de, keşke bugünleri görmeseydik.

            Ciddi çalışmaları ve kararlarından önce bir damla bile alkol ağzına almaz, beraber çalışmak zorunda olduğu çevresine de aldırmazdı. Hangi alkolik bu iradeyi gösterebilir ki? Bu gerçek bile onun gibi bir kişiliğe insafsızca, alkolik yaftası yapıştıran ihanetin örtüsü asla olamaz, olmaya da hiç ihtiyacı yoktur aynı zamanda. Vaktaki izansızlar öyle düşünseler bile ne yazar, kim takar, bu düşünceler Atatürk’ün kişiliğine ve karizmasına en ufak bir gölge düşürebilir mi acaba?
                       

            Ve sırası gelmişken, şayet bizlerde onun çocuklarıysak, karizmasından bize de biraz bulaşmıştır diyerek taşı gediğine koyalım. İstiklal Harbinde Amerikalı oyunda değildi, yani cephe gerisinde gölgede, kum torbasında çalışarak bizden paçasını kurtarmıştı. Ama bu gidişle sıra, şimdi de kendisine gelecek anlaşılan. Bakalım nereye, nasıl sıvışacak bu işin içinden o vakit. Önceden yönlendirilmiş(!) bir müfrezeye çuval geçirmekle, Türk Ulusunun topunuza giydireceği külahın farkını, nasıl olsa sonunda sizde öğreneceksiniz efendiler.

            Görünen o ki, içimizde ki devşirmelerini sıkıştırarak, çeşitli kurgularla sosyal, hukuksal, siyasal ve ekonomik bütün branşlarda, yurdumuzda giderek belki de kendisine kolaylık olsun diye ya da uyum sorunu çekmemek için, tipik Amerikan modellerine dönüşümü hızlandırıyor. Hayırdır, köşeye sıkışacağı ana baba günleri başlamadan ve kıçında ki fitil de ateşlenmeden önce, yakında başına geçirecekleri Okyanus ötesinde ki göçmen kampusundan, kapağı bize mi atmaya hazırlanıyor nedir.   
  
            Yalnız bu arada unuttukları, mevcut bazı haklı nedenlerden(!) itidali korumak ve Atatürk’ün ‘en son noktaya(!) kadar siyasetin dışında kalması’ tavsiyesine de uyarak sessiz kalan Türk Ordusuyla Ergenekon(!) sahnelerinde, Karagöz-Hacivat düeti yapmak, büyük devlet geleneği olan Türk Ulusuna da külahı geçirmek demek hiç değildir. Bu gerçeği, onların da kafalarına, bir kere daha çivileriz elbette. 
         
            Unutulmaması gereken bir başka olgu da, yakında içine balıklama dalmak zorunda kalacağımız yeni bağımsızlık destanı, yine TÜRKLERİN zaferi olarak tarihe mal olacaktır. Otokrat ama asla diktatör olmayan Atatürk’ün, tarafsız ve toplumbilimci karizmasının, tek başına yarattığı çoğunluğun, disiplini, kararlılık ve dirayeti sağladığı, bugünkünden bile daha az homojen olan ilk Cumhuriyet meclislerinin anıları, henüz hafızalardadır. Oysa ağabeylerinin icazetiyle milletin vekilliğini(!) yapmaya kalkan, suskun ama avantacı futbolcu eskilerinin de içinde bulunduğu yeni türler(!) koleksiyonu bugünkü TBBM’ nin, Yahudi Havrasına benzer durumu, sizi sakın aldatmasın.

            Şerefli Türk Ordusunun, kozmik odalarına parmak atıp, görevde ki ya da emekli olmuş Başkumandanlarını dahi tutuklayıp, Türk Ulusuna küçük aklınızca gözdağı mı vermeye çalışıyorsunuz. Ulan kim becerebilmiş ki bunu koca dünya tarihinde de, iki buçuk devşirme zibidi ve CIA piçi bu işin altından kalkabilsin. Türk devletinde, bıçak kemiğe dayandığında, her an her şey olabilir. Ne yaparsınız gelenek meselesi! Yeter ki Türk evladı tası tarağı fırlatıp ve ‘sizi bana sayıyla mı verdiler’ deyip, bir kere ayağa kalkmaya görsün.


            Nerede kalmıştık? Karizmadan mı bahsediyorduk. O halde, önlerine çıkan kişilik sorunlu, abuk sabuk her adama ‘karizmatik’ diyenler, önce aşağıda ki alıntıyı dikkatle okusunlar da karizmanın ne demek olduğunu, kimde, nasıl durması gerektiğini de lütfen(!) öğreniversinler. Zira ‘izanın’ olmadığı yerde ‘izah’ – bilgi - havada kalır ve altında kalan boşluğu da fikri sabite doldurur. Bu da, özü bilgi olmayan fikirlerin(!) kaynağıdır esasen.

            Küçük bir ayrıntıyı da ilave edelim. Özünden kopmak veya ‘ahde vefa’ yoksunu olmak, nasıl tanımlanırsa tanımlansın – ki şizofreni bile önce özünden kopmakla başlar. Tedavisi için de tek şart, özüyle bağının mümkün olduğunca kopmamasını sağlamaktır. – deliliğin ilerlemiş safhasıdır. Bunu da biliyormuydunuz.


         Sözün özü ve 2012’nin ilk sözü:
         Tanrım neden bana o ‘adam gibi adamlarla’ beraber, aynı havayı teneffüs edeceğim ve birlikte defteri kapayabileceğim bir ömür nasip etmedin. Neden beni, bu yarısı çürümüş ya da kafayı yemiş(!) kuşaklarla birlikte yok olurken de, aymazlara belki bir kıvılcım olabiliriz diye, bir de bu ‘İNTİBAK’ bile edememiş emekli halimle, meçhule giden ‘alamet’ teknesinde, bu işlerle uğraştırıp, bana boşuna kürek çektiriyorsun. Acep nedir bunda ki hikmetin be Tanrım.

                                                                                              Serendip Altındal



§ (Alıntı: Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk (s. 78-109) – Emre Kongar)

 
   Not:             Yazımı fazla uzatmamak ve konumuzun da ‘karizma’ olması nedeniyle, burada kesmek zorunda kalıyorum. Oysa eserin tamamı, ‘Konu Atatürk’se, teferruatı okumaya gerek yok’ diyebilenler için bile, okunması gereken bulunmaz bir kaynaktır.


5 Ocak 2012 Perşembe

TÜRK DEVRİMİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ..

            Çanakkale Zaferi olmasaydı, Bolşevik İhtilali de olmayacak, o olmayınca da Sovyet Rusya bir dünya devi olamayacaktı. Çarlık Rusya’nın feodal yapısı altında, Asyanın sıradan kalkınma mücadelesi veren mütevazı devletlerinden birisi ve tarih sahnesinde de figüran olarak kalacaktı sadece. 1917 Bolşevik Devriminin, Atatürk’ün 1915 Çanakkale Zaferinden hemen sonra ki iki yıl içinde gelmesi, asla bir tesadüf değildir.
Çünkü ‘Çanakkale geçilmez’ olduğu için, İngiliz ve Fransızlar Rusya’ya sarkamamış, Çarlık Rusyası da emperyalist dünyadan himaye alamadığından, Çarlık daha 1915 de yani hemen zaferden sonra kaybetmişti aslında. İşte Lenin ve Bolşevikleri de bu fırsatı kaçırmayıp, iki yıl içinde bütün hazırlıklarını bitirerek, 1917 de Batının kaderine terk ettiği çarlığı kolayca deviriverdiler.
            Sovyet Ruslar Mustafa Kemal’e medyunu şükran oldukları, onun da kendi pozitivist devrim ilkeleriyle bir hayli örtüşen Sosyalizm’e sıcak bakmasına rağmen, Bolşevizm Anadolu’da, tek ortak payda olan emperyalizme karşı duruş olmaktan öteye geçememiştir. Atatürk Bolşeviklerle ittifak yapmasına rağmen, Bolşevizm’e bir Parti Devrimi olması nedeniyle karşıydı. Tarih, onu bütün tespitlerinde olduğu gibi bu görüşünde de haklı çıkarmıştır.
            Atatürk Amerikan meselesinde ki, hepside o günler için doğru olan tespitlerin dışında ve Amerikan’ın gerçek kimliği de henüz bugünkü noktada olmadığından, bu bağlamda başka da bir yorumda bulunmamıştır. Şayet bugünleri görebilseydi, kendi kişiliğiyle Amerika’ya nasıl bir tavır sergileyeceğini tahmin etmek, Mustafa Kemal’i anlayabilenler için hiç de zor değildir aslında. 
            Atatürkçülüğü nedeniyle, totaliter tüm rejimlere karşı ve itidalli olan Türk Devrimi, neticede en çok ABD emperyalizmine yaramıştır. Nedenini soracak olursanız. Şayet Atatürk aslında ilkeleriyle de oldukça örtüşen Bolşevizm’i tamamen benimsemiş olsa ve kendi devrimini de Bolşevik-Sosyalist (Marksist–Sosyalist değil) devrimin bir parçası yapsaydı, o takdirde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği sadece Rusya halklarına ve birkaç uydu devlete münhasır mı kalırdı. Yoksa determinist kurama göre bütün Orta Doğuyu da içine alan muhteşem bir imparatorluğa dönüşmezmiydi acaba.
Ve ülkedeki bütün zaviyelerin, tarikatların, cemaatlerin, aşiretlerin, toprak ağalığının, cins cins vakıf, tekke ve dergâhların, tıpkı, ordularının % 80-90’larının Türk uyruklu olduğu Sovyet Rusya’da – Stalin döneminde - olduğu gibi kökleri de kurutulmazmıydı. Anadolu’da hoca, softa, muskacı, üfürükçü mahalle imamı, molla vb. ya da Güney Doğuda, ayrılıkçı Kürt(!) masalını anlatacakları ve PKK yaftasını yapıştırabilecekleri, herhangi bir zemin kalabilirmiydi. Zarkozy adlı Fransız Ermenisi, kime karşı soykırım(!) yalanını savurabilecek ve ülkesinde, uçurduğu yalanın yasasını(!) bile çıkarmaya nasıl cüret edebilecekti.
Ve de ruhlarını bildiğimiz sırtlanlar, Atatürk devrimi karşısında, ‘karşı devrim’ tanımlı salgın hastalığı yayabilecekleri, mikrop yuvaları bulabileceklermiydi Anadolu da acaba. O zaman da bugünkü ABD ve AB’nin durumu, nasıl bir trajikomediye(!) dönüşürdü ve hangi ulusal kaynakların, hangi petrol kuyularının üstüne babalarının malı gibi çökebilirlerdi diye, bu sırtlanlara sormak gerekmez mi? Hem de tarih gözümüze böylesi haykıran ve yadsınamaz gerçeklerini sokuyorken.
            İşte Johny Walker(!) aslında bütün bunları da çok iyi bilir ama domuzluğundan(!) Atatürk’e minnetini açıkça belli etmez. Çünkü niyeti hep, bağcıyı kovalayıp bütün bağa sahip olmaktır. İster Sosyalist, ister Kapitalist-Emperyalist, ister de şeriatçı zaviyeden bakın, Türk Devriminin veya Türk Mucizesinin, Dünya tarihini kabul edilenin de üstünde etkilediğini görecek ve yüce Atatürk’e ister istemez bir kere daha şapka çıkarmak zorunda kalacaksınız.

            Marksizm’in bilimsel ağırlığı nedeniyle, diyalektiğin ve oto dinamizmin Anadolu’da anlaşılabilip yerleşmesi, bir de sanayisi ve işçi sınıfı olmayan feodal halka mal edilmesi, hayli zor olurdu. Dolayısıyla da Sosyalizm - Marksist veya Bolşevist - Türkiye’de sadece kısıtlı bir aydın azınlığın inhisarında kalmıştır ve o azınlıkta esasen İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük kentlerde ikamet etmekteydi.
Diğer taraftan bu ideolojinin, Çarlık feodal geleneğin etkisi altında ki, çoğu toprağa bağlı köylü olan Rusya halklarına, hemen cuk oturduğu da söylenemez, bunu hazmetmek onlar için de zordu. Sadece Rusya da sanayi olduğundan, sisteme uygun Proleter alt taban mevcuttu.
            Ne var ki, Bolşevikler ülkenin tek hâkimi oldukları için – 1915 Çanakkale Zaferinden sonra – Bolşevizm’i yani Bolşevik-Sosyalizm’i (doğrusu sosyalist Şovenizm, Marksist Sosyalizm hiç değil) - başta Proletarya olmak üzere bütün Rusya halklarına da zorla kabul ettirmişlerdir. Yani zor, oyunu bozmuştur Rusya’da. Şimdi de bizde ki sözde aydınların, doğruları savunan yiğit arkadaşları içerdeyken kendileri dışarıda gölge boksu yaptıkları gibi.
Aynı durum, o devirde hem de ordu kökenli, tarihi zaferlerin başkumandanı, Mustafa Kemal gibi bir kişiliğin liderliğinde(!) pekâlâ bizde de yaşanabilirdi ve inanın hiç kimse de buna gık – 1960’lar da, 1980’ler de kimler diyebildi ki – bile diyemezdi. Şayet diyenler bile çıksa, kolayca telef edilirler, olay da çoktan kapanır giderdi.

            Bugün Atatürk’ümüzü inkâr etmeye kalkan ve yüzleri bile kızarmadan, onun öpmeleri gereken elini uzatarak, boğulmaktan kurtardığı vatanımızda, ballı parmaklarını yalayan ahde vefa yoksunu nankör bağnazlara gelince! Bizden önce kendileri, bir değil en az otuz defa ona şükran duymalıydılar. Çünkü bugünkü kahrolası mevcudiyetlerinin tek nedeni, işte o dışlamaya kalktıkları(!) Mustafa Kemaldir de ondan. Ulan sizin topunuzun ağırlığı, öyle bir kişiliğin tartılacağı terazi kefesini yerinden bile oynatmaya yetmez.
Bir de bu topraklarda şayet Sovyetler oturuyor olsaydı da görseydik beyzadelerin uzun dillerini. Bakalım neyi yalayacaklardı o zaman. Ve yukarda ki tüm tarihi gerçekler bağlamında onlara bir kere daha buradan, yüce Atatürk’ün Türk Ulusunun vatanında, bir gün yatacak mezar bile bulamayacaklarını söylüyorum. Bunu da bir kenara yazabilirsiniz.

Kuvayi Milliyeler, bağımsızlık savaşları, meclisler, Cumhuriyetler, Nutuklar, Demokratik Hükümetler, Anayasalar, Devrimler, Türk ekonomi Mucizeleri, neye, kime gerekmiş bütün bunlar. Kim anlamış ki bunlardan. Çek Sovyet zırhını üstüne(!) uzat ayaklarını, bak tek adamlığının(!) keyfine, diğerleri gibi, bırak Sovyetlere gerisini, düzen değişiversin bir gecede. Hele kazara yerinde, bugünkü Başbakan oturacaktı da, sen görecektin tek adamın zorunu, görecektin o zaman ülkende ki düzenin, o tek adamın yoluna, Sovyet Bolşevik himayesine nasıl balıklama dalacağını. Çok uğraşmışsın be Atatürk’üm(!) çok yormuşlar, çok üzmüşler seni.
Türkiyesi Sovyet zırhının altına girmiş, dünya evriminin anahtarı Orta Doğuda, İran, Irak, Suriye ve diğerleri neyin altında kalacaktı acaba? İnanın bu sorunun cevabını ben de hep merak etmişimdir.

Pekiyi her şeyin doğru ve yerinde olanını, TÜRK ULUSUNA yakışan erdem ve asalet doğrultusunda yapmış, yaptıklarını tüm dünyaya da kabul ettirmiş Atatürk’ümüz ve onun emsalsiz TÜRK DEVRİMİNİ bir kenara koyup, neden çözümü Sovyetlerde ya da sistemlerinde aradık. Bunun da nedenini, kendisinden ve İnönü döneminden sonra, maalesef mucizevî TÜRK DEVRİMİNİ yaşatabilecek, başka yeni ADAM veya ADAMLAR çıkaramamış yurdumuzun makûs talihine bakıp, sizler bulun.
Her ne kadar Yahudiler kendileri olduğunu iddia etseler de, Tanrı, aslında seçkin ırkının Türkler olduğunu, onlara ruhani değil ama dünyevi yaşamlarında, Atatürk gibi dünyada emsali olmayan bir fiktif lider nasip etmekle, esasen mesajını daha o zaman, başta Yahudiler olmak üzere, geri kalan dünyaya da vermişti.
Ne var ki bir defalık örnek modelden seri imalat yapmamız mümkün olamamıştır. Bu bağlamda, şayet Atatürk’ümüzün kısa ömrü, 20 senecik daha dayanabilseydi. Devrim iyice pekişecek, Köy enstitüleri tarih olmayacak, 1950 lerde DP ile almaya başladığımız mikrop alınmayacak, Türk Devriminde çürüme başlamamış ve Türkiyemiz bir Amerikan mandası haline de gelmemiş olacaktı. Ve bugün de aynı Amerikayı fersah fersah sollamış, sanalı değil de gerçek bağımsız, tek dünya devi olacaktık.

Ayrıca bugünün baş oğlanı(!) Amerika’nın, kaderine terk edilmiş Kızılderilisinden başkasına sallayacak barutu da olmadığı dönemlerde. Kim neyi kime karşı sallayacaktı. Şimdi bizim beyzade(!) tavukları, buna da bir yumurta sallayıversinler acele. Öksürüğü bile dünya tarihini böylesine değiştirebilen Türkoğluları, ya birde topyekûn ayağa kalksalardı ne olacaktı(!). İşte rahmetli Atatürk, kendisinin bildiği bu Türk gizemini de beraberinde götürdü.
Şimdi bizim küreselci sömürgecinin en son numarası şifreci(!) gençlere, buradan bir öneride bulunalım. Bıraksınlar mabetlerde, Kabala labirentlerinde, Mason külahları altında şifreler kovalamayı da, bütün uluslardan farklı ve ileri, anahtarını Atatürk’ün beraberinde götürdüğü, Âdemden beri var olan Türkoğlu’nun şifrelerini, her şeyden önce deşifre etmeye çalışsınlar. Çünkü kendilerinin olduğu gibi belki de bütün insanlığın geleceği buna bağlıdır.

            Bugün devrini kapayan, bırakın Komünizmi - ki Khrushchev bile 1990 larda erişebileceklerini söylemişti, tam da o yıllarda sistemleri iflas etti -, sosyalist bile olabildiği tartışılan, Bolşevizm ya da Şovenist Parti Sosyalizmidir aslında dünyada iflas eden, Marksist-Bilimsel Sosyalizm değil.
Bu bağlamda felsefenin eylemcileriyle, eylemin felsefecileri her zaman karşı karşıya da gelmeye devam edeceklerdir, insanoğlu var oldukça bu dünyada. Ama bugün hangi aydın, isim değiştirmiş globalizmin, tarihsel diyalektiğin determinist kuramına uymadığını ve devrini kapamış kapitalizmin, bugünkü alternatifi emperyalizm olmadığını iddia edebilir ki.
            Mademki ‘güç’ dedik, onda da kalalım. İnsanoğlunun KİŞİLİK ERDEMİ, bileğinin gücüyle eninde sonunda bütün oyunları bozar ve hakkını da söke söke, koparıp alır. Çünkü EN GÜÇLÜ odur.
           
            Dünya deviniminde olsun, öte yanda sessiz ve derinden, yakın bir zamanda yeni makyajıyla, giderek azınlıkta kalan ve köşeye sıkışmakta olan emperyalist dünyanın karşısında, bütün asaletiyle yeniden ayakları üstüne dikilecek olan gerçek ve bilimsel Sosyalizm, yılların eskitemediği o erişilmez kadın, kayıp yıllarının acısını da çıkaran tüm ihtişamıyla, tek beşeri ideoloji olarak, KİŞİLİK ERDEMİ’nin sosyal adalet kulvarında, hak ettiği dünya liderliğini eninde sonunda alacaktır.

                                                                                              Serendip Altındal