26 Ekim 2016 Çarşamba

ASRI SAADET..


            İnsanoğlunun çıkış aklı olarak kabul ettiği salt tanrı mefhumu, aynı düzeyde geleceği olmayacaktır. Dünyasında beş milyon yıllık geçmişi ve Türk’ün Tengirizmi ile başlayan dinler tarihiyle, daha ilk günden itibaren tanrı kavramının arayışı içinde olan insanoğlu, sonunda belki de yine kendi tanrısal gerçeği ile yüzleşecektir. Ve ölümsüz tanrı babası ve anaç ruhla – ki ruh baba ile insan evlat arasında ki tercümandır ve ruh olmadan tanrı anlaşılamaz - kendi ölümlü bedenini bütünleştireceği, devinimi sonunda da evrensel tek din olan Tengirizm olacaktır belki de yine geleceği.

Ne ki bunun içinde seküler dünyada, yoğun deterministik bir bilimsel uğraş vermek zorunda kalacaktır. Oysa henüz ışıksal foton paketlerine bile kendisini taşıtmayı becerememiştir. Ve miligramları için bile milyarlarca Dolar harcanan tanrı maddesine taşıtabilmesi içinse, önünde daha çok uzun mesafeleri vardır.

            Konuyu açarsak; yani daha ışık hızına bile erişememiş olan insanoğlunun, evrende küçük de olsa bir iddia taşıyabilmesi veya varlığını diğer muhtemel tanrıdaşlarına hissettirebilmesi için, ışık hızının katlarına da ulaşabilmesi bağlamında, daha çok uzun bir zaman dilimine ihtiyacı vardır. Esasen buna ulaştığında ruh gibi tanrıçalaşacağına da inanmaktadır aslında.

Yani bizatihi gezip görüp tespit etmeden tanrı mefhumunu yorumlayabilmesi, ona ulaşabilmesi veya en azından tatmin olabilmesi hemen hemen imkânsız olacaktır artık. O nedenle de zaten on defa anlatılacağına bir kere göstermek yeterlidir. Dolayısıyla da önce, bu güne kadar gök tanrı dediği kendi güneşini terk edip evrensel tanrısını keşfetmek üzere ufkunu genişletmesi, başka dünyaları da araştırması gerektiğinden, ışık hızının katlarıyla da yol alabilmesi gerekecektir evrende.

Bunu becerebildiğinde evren boşluğunda zaman, mekân ve mesafe mefhumunun da göreli olarak altüst olacağına rağmen yine de evrensel tanrısıyla buluşabilmesi için geriye daha bir hayli yolu kalacaktır. Ve başlangıçta ki Tengirizm giderek nasıl Şamanizm, Budizm, Musevilik, Hristiyanlık ve İslam’a dönüştüyse, sonunda evrende büyük bir tur atıp evrenselleşerek, artık aramaktan yorulup bitap düşen insanoğlunun boşluğunu doldurmak üzere yine kendi özeği ile buluşacaktır.

Aslı bilinmeden kullanılan ve başlangıcında olduğu gibi gerçek sulh ve saadet dönemi olacak Tengirizm odaklı tek dinli ‘Küreselleşme’, belki de bu olacaktır aslında. Ne ki bunun gerçek olabilmesi için bile daha bir hayli yolu vardır insanoğlunun. Ve asla da unutmayalım ki emperyalistin kast ettiği küreselleşme, bu değildi kuşkusuz. O halde bu durumda bize de yolun açık olsun insanoğlu demek düşer…


Rahmetli Yaşar Nuri de, İslam’da ki erozyonu görüp, insanlık sonunda nihilist olacak ya da buna benzer bir şey söylemişti yanılmıyorsam. Şimdi tam olarak hatırlayamadım. Ne ki ileri seviyede mükemmel ve apaydın bir ilahiyatçıydı kendisi. Bilhassa da Ehli Beyt İslam’ı(gerçek İslam) mümini kendisini özlemle arayacaktır. Allah rahmet eylesin diyelim ona tekrar. Aslında yeni Bizans oyunlarıyla Gayya kuyusuna itilmekte olan İslam’da, alarm çanları da çalmaya başlamıştır. Bu da artık sona gelinmekte olduğunun yadsınmaması gereken işaretidir.

Çünkü başta kendi tefekkürlerini bile aşan tarikatlar, din tüccarı siyasiler, ulufeci Bedeviler(her sınıftan yurdum insanı), soytarı imamlar, sahtekâr Şeyhler, çakma peygamberler, sözde ilahiyatçılar, sonda da akılcıkları iğdiş edilmiş müritleriyle birlikte; ama içlerindeki mümtaz bir azınlığı tenzih etmemiz kaydıyla,  yine emperyalist kuklası yapılmış ve kendi hercailiğinden, bilinçsizliğinden kafası Arapsaçına dönüştürülmüş ve aslı artık İslam olmayan bir Bedevi toplumu vardır karşımızda.

Ahır zaman dini olarak, Asrı Saadet dönemiyle başlayan ve herkesin dini olmaya namzet İslam’ın emperyalist Vatikan eliyle bugün maalesef içine düşürüldüğü durum, hazin kere hazindir. Ve aynı bağlamda tek vatanımız ve müktesebatımız olan Türkiye’mizin dolaylı olarak yaşadığı badireden nasıl sıyrılacağı da ayrı; ama en acil sorunumuz olmuştur bugün.  Bu konuda daha ne yazalım ki, sayfalar yetmez. Kitap yazmaya ise vakit kalmıyor. Çünkü hadiseler afaki bir hızla gelişiyor. Bakın etrafınıza yeter, nasıl olsa bunu kendinizin de aracısız tespit etmesi, hiç zor olmayacaktır.

Yüce Atatürk’ümüzün “Bir milletin siyasi kaderinde mevki sahibi olabilmek için, onun gereksinimini teşhis ve onun kudretini takdim de ehliyet sahibi olmak birinci şarttır”, siyasamıza tam oturan bu tespitiyle de illete son noktayı koyalım.  
Konuya böyle bakınca da size, “ehliyet ve liyakat sahiplerini arayın, belki bulursunuz” umuduyla kolay gelsin demek düşüyor artık bana.

Sapkın siyasilerden, moral bozan ve birbirini kovalayan acılı hüsran vakalarından, artık çekilmez hale gelen yandaş ve asalak müptezellerden bahsetmemek için farklı konular ele almayı tercih ediyorum. Zira çok ağır cümleler kullanmak zorunda kalacağım ki onların da yasal yaptırımları olacaktır şüphesiz.

Bilhassa tam da bugünlerde muhalefet partileri içine serpiştirilmiş menşei bozuk ve satılmış bölücülerden oluşan bir zümre var ki işte onların mevcudiyeti yüreğimi cendere gibi sıkıştırıyor. Acaba o partilerde ki arkadaşları bunların yüzüne nasıl bakıyor, ellerini nasıl sıkabiliyorlar. Emperyalist eşkıyaların bu kokuşmuş demokrasi paradoksuna nasıl bu kadar teslim olabiliyorlar, anlayabilmiş değilim. Herhalde kendilerini kandırmaya ihtiyaçları var düşüncesi aklıma geliyor ki bu çok daha da kötüdür.

Hele de özellikle şanlı CHP ipeğine yamanmış kirli paçavralar var ki, CHP kumaşını palyaço kıyafetine dönüştürüyorlar. İşte bu da beni ayrıca kahrediyor. Oh şimdi az da olsa rahatladım işte! Çünkü hiç olmazsa yüreğimde ki sıkıntıyı, sahiplerinin suratlarına olamasa da bu sayfaya döktüm en azından. Bırakın yazmayı, inanın bunları ve olmazlarsa çok daha iyi bir dünyamızın olacağı, o bezdiren, insanda ikrah uyandıran suratları düşündüğüm zaman bile midem bulanıyor, efkârım kabarıyor. Siz anladınız işte hissiyatımı.


Son söz de sizlerindir şimdi gençler: Hangi formaları taşıyor olursanız olun; ama birbirinizin elini sakın ola bırakmayın. Bilin ki oluşturacağınız zincir sadece sizin değil, milletinizin de namusunu koruyacaktır. İçinizdeki zayıf halkaları onarın veya değiştirin. Çünkü zincir en zayıf halkasından ayrılır ve hepimizi taşıyamaz sonra.

Büyüklerinize sevgili ve saygılı olun; ama mesela Bahçeli ve diğerleri gibi milli değerlerinizi tartışmaya açanları lisanımünasiple artık kenara koymasını da, bunlardan ayrılmasını da bilin. Çünkü gün artık sizindir. Diğer büyükleriniz yere düştüklerinde ise ellerinden tutup kaldırın, gerekirse de sırtınızda taşıyın, korkmayın incinmezsiniz. Bilin ki sadece onlardan öğreneceksinizdir asla bilemeyeceklerinizi.

Ve hiç unutmayın ki sizden önce onlar savaşıyorlardı aynı cephelerde. Sizler cephedeyken, uyumayan düşmanın vatan toprağınızda, yuvalarınızda çıkaracağı yangınları da sadece onlar söndüreceklerdir yine. Ve tekrar unutmayın ki atalarımız olan büyüklerimize borçluyuz bütün varlığımızı. Güçlü olun, hep ayakta kalın ki yarın sizin de torunlarınız sizler için, atalarımız nedeniyle bugün varız diyebilsinler. Devletler varlığı uluslararası bir bayrak yarışıdır gerçekte, nasıl ki bayrağını düşüren yarışçı yarışı terk ediyorsa, bayrağını düşüren devletin de tarihten silineceğini bilin. Bilin ki işte düşmanlarınızın da istediği, bayrağınızı elinizden düşürmenizdir.

29 Ekim Bayramınız milli varlığınızı yedi düvelin kafasına bir kere daha çivilediğiniz tarihi betimler aslında ve anlam değeri çok büyük olan bir bayramdır. Bence de en önemlisidir. Görün ki içimizdeki emperyalist uşakları bunu bile elinizden almaya kalkıyorlar. Atatürk’ün sizler için yazdığı ’Gençlik Hitabesini’ defalarca okuyun. Sonra kapatıp gözlerinizi anlam değerini yorumlayın. Artık kendi gününüzün geldiğini ve sözlerin bittiği noktada olduğunuzu da anlamış olursunuz böylelikle. Hepinizin gözlerinden öpüyor, varlık BAYRAMINIZI KUTLUYOR ve gazanızın mübarek olmasını diliyorum.

Sağlıkla ve esenlikle kalın dostlarım.
                                                                      
                                                                       Serendip Altındal



21 Ekim 2016 Cuma

ACİLEN..

            Meclisten ayrılmayı bir türlü içine sindiremeyen ve hastalık derecesine varan bir ihtirasla da kendisini ve partisini freni patlamış bir otobüsle yokuş aşağı götürmeye karar vermiş bir adamın, ruh haleti içindedir bugün Bahçeli ve bu da resmin görünen ön yüzüdür.

Aynı resmin arka yüzünde ise, iktidar partisine ancak yamanarak, yamaklık yaparak mecliste kalabileceklerine inanan ve bir senede yarı yarıya fire vermiş asalak bir kadroyu barındırarak yoluna devam etmeye çalışan MHP’nin hazin görüntüsü vardır. Bu yandaş kadro artık siyasi bir kimlik olmaktan çıkmış Başkanlarına her halükarda yaranmak için ağzından çıkan her zırvaya atlamak üzere aport bekliyor ve her vesilede alkışlı tempo tutuyor.

Bir zamanların en azından koalisyon ortağı olabilen partisinden, artık buruşmuş ve ütülenmeye ihtiyacı olan Başkanı sayesinde, ne yazık ki bugün eser kalmamıştır. Nedir bu haliniz diye aktif yandaşlara sorsanız, Başkanlarının ağzıyla ve marifet yapıyorlarmış edasıyla, ‘iktidar ortağıyız yine’ diyeceklerdir muhtemelen de size.

Ne ki dün iktidarların, sözü, hatırı sorulur saygın bir koalisyon ortağı iken, bugün üstelik de otokrat bir iktidarın ibrik taşıyıcısı durumuna indirgenmiş olduklarının bile farkında değildirler ki Başkanları desteksiz sallamaya devam etmektedir hala. Çaresiz kalan ve bir zamanların liste başı partilerinden olan MHP ise onun arkasında giderek erimekte ve yok olmaktadır maalesef.

Ülkelerinin milli kaynaklarını sömürgeciye pazarlayan ve ilkesizliğini peşinen ispat etmiş bir iktidarın, bokyedibaşılığını yaparak ibrikçilik geleceğini güven altına alabileceğini düşünen bir zihniyetin, ülkü, ilke ve milliyetçilik prensipleri, neresine sıkıştırıldı acaba diye sorguluyor şimdi seçmenleri.

Ve sorun milli olduğu için de, onlara diğer tarafsızlar da iştirak ediyor. Aynı seçmenler ne yapacaklarının, kime inanacaklarının çaresizlik ikilemi içinde umutsuz bir görüntü içindeler de ne yazık ki artık. Çünkü çok iyi biliyorlar ki bu yolun sonu sadece baraj altına götürecektir. Bu da siyaset tarihinden silinmek demek olur.  

MHP de bunlar olurken, arkalarını dayadıkları AKP iktidarı ise yurt genelinde bıraktığı noktadan, 15 Temmuz da ne hikmetse Hızır(!) gibi yetişen yeni bir ferahlama ile malı bangır bangır yine götürmeye devam ediyor, hem de OHAL desteğiyle. Bu durumda da MHP seçmenine, kendilerinin de bu talandan pay alıp almadıkları sorusunu, bilhassa da Başkanlarına tevcih etmekten başka da bir şey kalmıyor kuşkusuz.

Çünkü hiç gereği yokken son Başkanlık açılımını da yaldızlı ambalajla Erdoğan kankasına takdim eden Bahçeli, partisinde milliyetçi ülkücülüğü de kadük ettiğini bizatihen kendi eliyle imzalamıştır. Bundan sonra bakalım neyin arkasına sığınacak artık. Adama yine de haksızlık etmeyelim. Malum kritik yaşlardadır. Yoksa Alzheimer başlangıcında mıdır?  Her ihtimale karşı, adam akıllı bir tıbbi kontrolden geçirilmesi, her şeyden önce de memleket için hayırlı olacaktır.

MHP’nin yılların üstünde ki klasik ülkücü güzergâhını, hem de hiç oluru yokken terk etmesi, üstüne parti kurmaylarını da tasfiye ederek tekil bir düzeyde Yeniçeri Politikasına sarması ve sona ermekte olan siyaset hayatına hiç olmadığı kadar sarılması, biz de bu kuşkuyu uyandırıyor. Öyle ki yakında Erdoğan’a danışman olup saraya taşınırsa da artık kimse şaşırmayacaktır, bilinsin. İşte MHP’nin neden, en azından Başkanlarının sağlık nedeniyle de, acilen bir iç revizyona ihtiyacı olduğu bu resimle de daha iyi anlaşılır olmuştur herhâlde.

Çünkü tam da akıl çağında, yani partisinde asıl şimdi birliği ve dirliği sağlaması gerekirken, Bahçeli’nin ani bir refleksle Erdoğan’a özenmeye kalkması, ruh sağlığında ki deformasyonun açık bir göstergesidir. Psikolog değilim; ama tecrübe ve araştırmalarımla da iyi biliyorum ki Alzheimer denen namert hastalık ani bir karakter değişimiyle başlıyor her zaman.

Hasta yakınlarına, hastalık nasıl başladı diye sorduğunuzda; ‘annemiz artık anamız değildi’ veya ‘babamızı artık tanıyamıyorduk’ türünde cevaplar vereceklerdir size mutlaka. Bahçeli babamın oğlu değildir ve taraftarı da değilim; ama Allah yine de kimsenin sağlığını bozmasın isterim.

Ne var ki konumu itibarıyla milliyetçi olarak tanıdığımız bir muhalefet partisini temsil ettiği için de aslında hepimizi temsil etmektedir. Ve müstevlilerle saray fiskosları yapıp tek başına kararlar almaya da asla hakkı yoktur. Biz işin bu tarafına bakarız. Bilmem yeteri kadar açık oldu mu???

                                   
                                                                      Serendip Altındal


19 Ekim 2016 Çarşamba

TEFESSÜH..

           Tefessüh (kokuşma) etmiş beyinlerin kusmukları olan; ama bunun için dahi birileri tarafından bilhassa, yine de bedelleri ödenen, abuk hezeyanlar, tahrif edilmiş belge, bulgu ve yorumlar, haber, bilgi sanrılı metastaz yapmış saplantılar sağda solda uçuşmakta, gazete, magazin, mecmua kupürlerinde ve internette bolca paylaşılmakta ve ne yazık ki çocuklarımızın ham körpe beyinlerini de kirletmektedirler. Aslında bu maksatlı bilgi kirliliğinden tek nemalanan her zaman ki gibi sadece emperyalist Batı ve onun içimizdeki Vatikan İslam’ı fırkalarının herhangi birine üye uzantıları ve şeriat borazanlarıdır.

            Ve gün geçmiyor ki bu bağlamda bilgiç(!) dondurmacılar, acılı turşucular, yandaş bozacılar - ki bu mesleklerden olan tüm kardeşlerimi tenzih ederim – teşbih sıfatlarını unutup asıl işlerini ele alıp oraya buraya kokuşmuş beyin kusmuklarını bırakmasın. Üstüne bu saray soytarılarının finansal ödüllendirildikleri yetmiyor, bir de sarayın ziyafet masalarında ağırlanıyorlar.

Sosyeteye gel, zevklere, arkadaşlıklara bak, yurdum insan kaynağının hazin ve yerlerde sürünen çelişkisine, torbalanışına bak sen. Bunlar olurken de, ‘umurumda mı dünya’ diyen saray bülbülü, sadece becerebildiği kahvehane notalarıyla, Lozan’dan Yenikapı’ya, birbiri peşine uvertür üstüne potpuri şakıyor.

Ötede geçim sıkıntısında ağlamaklı ve artık havlu atmış, hatta çoluğunu çocuğunu yüzüstü bırakıp kaçar gibi dünyayı terk etmişlerin (intiharlar) ve acılı şehit ailelerinin tahammül edilemez, yürek yakan yaşam dramlarına bak sen. Ve aynı seri numaralı bazı ansız uyanık çakallar senin paranla (örtülü ödenekle) sarayda ziftlenirken, mutfağında koca bir delik olan şu sendeki suratından akan eleme bak. Şimdi sor istersen kendine! Aslında sen ellerinle başına oturtmadın mı, bu gerçekte kendilerine bile yar olamayacak olan kafaları.

Şimdi de ağlayıp, sızlayıp bende duygu sömürüsü mü yapmaya çalışıyorsun. İyi de, ben sen değilim ve istesem de olamam ki, çünkü mantalitem buna geçit vermez. Aslında sendeki sıkıntı bende ki de, aynı zamanda; ama benimki senin sayende oldu ve hem de ben bunu hiç de hak etmemiştim. Bak, unutmadan söyleyeyim, senden daha az Müslüman olduğum da söylenemez hani, bilesin!

Çünkü benden böyle kafalara hiç oy çıkmadı şimdiye kadar ve asla çıkmaz da; ama yine de sana serzenişte bulunmuyorum aslında kardeş. Bir de böyle düşün ve suçluyu yanlış yerde arama. Şöyle de bir bakın istersen etrafına daha alıcı bir gözle, ne dersin! Ve hala uyumaya devam ediyorsan, belki de uyanıverirsin bir anda zira Allahtan ümit kesilmez.


Çin, Orta Asya ve Rusya’nın tamamı Avrupa’nın Kuzey, Güney ve merkezi alanlarını Misakı Millisine katmış, Selçuklu öncesinin son Ön Türk (öz Tengri) Devleti olan, Deşti Kıpçak olarak da adlandırılan Büyük Türk Devleti (bak. Kıpçaklar Türklerin ve Büyük Bozkırın Kadim Tarihi – Murat Adji)  tarihi dikkatle incelenip, doğru yorumlanmalıdır.

 Bunu yaparken de Aryan ırk kabul edilen ve Dünya insanlığının başlangıcı olan Türklerin kadim tarihi; son dönemlerin baş emperyalistleri olan Romalılar sonra da Bizanslılar tarafından nasıl çarpıtılıp, kendi soylarının da babası olan asil Türklerin tarihini daha o zamanlar bile nasıl yok etmeye, unutturmaya çalıştıklarını daha iyi anlamak gerekiyor. Bu yapılınca da bugün yapılmak istenenlerin kökünün nereye dayandığı daha iyi anlaşılacaktır kuşkusuz.

Güneş Tanrısı Tengriyi sembolize eden yeşim taşını çevreleyen ve dört cihete yayılan Güneş ışınlarını tasvir eden dört oklu (Haç denilen) sembolü ve at figürü taşıyan bayraklarıyla, sarışın mavi gözlü (güneş yüzlü) güzel ve güçlü insanlardılar. Demir kılıçlar, kalkanlar, rakiplerinin tunç kalkanlarını delen ağır demir oklar, güçlü yaylar taşıyan ve atlarıyla adeta yekvücut olmuş süvarilerden oluşan Kıpçak Türkleri, yerliler için yeni ve yabancı olan kuşamları ve silahlarıyla sanki uzaydan gelmişler intibaı uyandırmışlardı. Dolayısıyla da ortalığı o günlere kadar haraca kesen Roma ve Bizans Orduları önlerinde duramadılar bile. İlkel taş ve henüz tunç devrine girmiş Avrupalıların da aynı bağlamda,  uygarlıkta ve savaşta çok ileri olan Türkleri, Tanrı gibi kabul etmeleri kaçınılmazdı.

Özetle Barbar(!) dedikleri Türklerden, insan gibi yaşamayı öğrenmişlerdi Avrupalılar da artık. Yazılarından, müziklerine, çağdaş mimaride evlerine, saraylarına, asma ve taş köprülerine, tek tek inşa ettikleri uygar şehirlerine, geniş yollarına, şehir merkezlerinde yaptıkları büyük toplantı meydanlarına, - bugün Rusya’da ve Avrupa’nın büyük şehirlerinde ki geniş meydanlara bakınca bunu daha iyi anlarsınız - silah, tarım ve diğer aletlerine, ilaçlarına hatta bugün bile kullandıkları birçok şehir, kasaba, dağ, tepe nehir, orman vs. isimlerine kadar, hemen her şeylerini de Türklere borçludurlar.

Bu emsalde muhtemelen de çok sayıda büyük baş hayvanın çektiği tekerlekli büyük seyahat otağları – çünkü bütün hayati kararların alındığı otağ (meclis) varılan yerleşkede ilk önce kurulurdu - yüzünden ‘göçebe’ sanılan Türklerden, uygar şehirciliğin ve Devletçiliğin de ne olduğunu öğrenmişler, böylece tarihlerinin en bereketli ve mutlu dönemini de yaşamışlardı onlarla birlikte. Hristiyanlığın da çıkış nedeni olmuş Tengri ile başlayan teslis olgusunu ve Tanrının oğlu denen Kevser’i de (sonrasında İsa dendi - Kevser Suresi 108) Türklere borçludurlar.

Her yılın 25 Aralık günü kutladıkları Çam Bayramı (Noel Yortusu) dedikleri ve evlerine soktukları çam ağacına astıkları hediyelerin dağıtıldığı ve Ülgen Dedeye (Noel Baba) atfedilen kutsal bayramları da, Hristiyanlığa keza bu vasıtayla girmiştir. Ve bugün Hristiyan tüccarlarının önde gelen bir gelir kaynağı da böylece sayelerinde oluşmuştur. Ne ki bugüne kadar da muhteremlerden(!) en ufak bir patent hakkı bile talep edilmemiştir!!!

‘Hun’, ‘Barbar’, ‘Got’ gibi çakma isimlerle banileri olan Kıpçak Türklerini kasıtlı olarak adlandıran Romalıların, aslında birbirinden güzel Türk kadınlarının, yakışıklı erkeklerinin her giyip çıkardıklarını moda kabul edip saygı duydukları; ama Azrail gibi de korktukları Kıpçak adını bile duymaya tahammülleri yoktu. O yüzden de Barbar Hunlar tabiri yerleşmiştir kendilerinden çaldıkları çakma tarihlerine, bu çakma tarihi esas alan ve korku içinde kalan dünyanın geri kalanı da Barbar Hunlar olarak yanlış tanımıştır Kıpçak Türklerini.

Oysa bırakın ezeli sahtekârlıklarını, yalancılıklarını gerçek Barbarların önde gideniydi bilhassa da emperyalist Romalı ve Bizanslılar. Aslında Türkler sayesinde hizaya sokulup adam edilmişler ve insan gibi yaşamayı öğrenmişlerdir. Ne ki Tengriyi ve teslisi yanlış anlayıp putperest olan biraderler, Başbuğ Atilla ve kardeşi Bleda’yı sonunda Bizans entrikalarıyla birbirlerine düşürerek amaçlarına ulaşmışlar ve tarihte daha önce de birçok defa olduğu gibi yine Türklerin bölünmesini sağlamışlardır.

Görüldüğü gibi de tarihte, Türk’ün başını hep bir diğer Türk yemiştir. Ne ki her şeye rağmen daima seküler kalmışlar, kimsenin maneviyatına ambargo koymamışlar, kimsenin kimliği ile de uğraşmamışlardır. Ve görülüyor ki Türk’ün bundan sonra ki ebedi müktesebatı için yeniden tarih öncesi özeğine dönmesi, ilk ve tek şarttır.

            Türkler her şeylere ve de büyük güçlerine rağmen, ruhlarında asla haramilik yer almadığı için, gittikleri yerleri aslında zapt etmemişler bilakis himayelerine alarak, o ülkelere sadece adalet ve uygarlık getirmişlerdir. Bu yüzden de yerlileri tarafından derhal kabul görüp sahiplenilmişlerdir her zamanda. Ve diğer uluslarla da intibakları çok kolay olmuştur esasen. Bu ön Türk ihtişamının son Osmanlı döneminde de fazlasıyla görülmedi mi? Ne var ki işin aslının da, yani sebep sonuç ilişkisinin de nereden geldiğini bilmek lazım şüphesiz.

            Hayati kararlar daima meclislerinde Ulema ile birlikte müştereken alınır ve Başbuğ’a sadece kendi mühürüyle kararı yasalaştırmak kalırdı. Bu özellik Osmanlıda da aynen sonuna kadar uygulanmıştır. Kendi adına karar almaya kalkan Ulema ise Saraya şirk koşuyor kabul edilir ve bunu kellesiyle öderdi. Hatta bu bizatihi Başbuğ bile olsa lider olarak kalamazdı artık. Türkler kurtlar gibidir. Şayet kendilerinden olmayan başlarına lider olmaya kalkarsa, kokusunu daha uzaktan alır ve önce de onu paralarlardı.

§ Ey Müslümanlar buna çok dikkat edin! Siz en iyisi yine Cumhuriyetle kalın. Anayasaya şirk bile koysanız, en azından kelleniz omuzlarınızın üstünde kalır, bakın ona göre. Sonra söylemedin demeyin.

Türk ordularını yenebilmek için de ordularında ağırlıklı olarak para ile olmasa da; ancak ikballe devşirebildikleri Türk savaşçılarını ve Kumandanlarını kullanmışlardır. Türklerde ihanet asla affedilmediği için de Atilla Romalıları yine yenerken içlerinde ki, özellikle de çeşitli ikbal ve ödüllerle devşirilmiş olanları, elleriyle inşa ettikleri modern şehirleriyle birlikte yok etmiştir. Belki de bu yüzden muhtemelen kendilerine de büyük utanç vesilesi olduğu ve bu durum işlerine de gelmediği için ‘Barbar’ demişlerdir Atilla’ya ve aslı Kıpçak Türkleri olan Hunlara(!)

Yani özünde çok dürüst ve saflık derecesinde iyi niyetli olan Türk insanı, kendisini yenebilecek başka da bir insan gücü olmadığından, düşmanları tarafından tarihte hep kendisine rakip yapılmıştır. İşte şimdi de bunu yaşıyor veya yaşamak durumuna getiriliyoruz. Tarihten artık bir şeyler öğrenmiş olup, aynı oyuna tekrar gelmemeliyiz. Şayet aynı tarihte var kalmak istiyorsak şüphesiz de.

Şimdi bu bağlamda da ilk önce, Erdoğan ve AKP Hükümetinin yine düşman eliyle neden başımıza yerleştirilmiş olduğunu, bunun tek amacının da bizden istenen ve beklenen, yeni bir kardeş kavgamız olduğunu artık idrak etmiş olmalıyız. Milli misakımız ve hudutlarımızın dışında yine bu amaca yönelik oynanan tanıdık Bizans entrikalarına da işte bu yüzden de, çok daha tecrübeli olarak dikkat kesilmeliyiz.

Bir zamanlar Atilla’nın son büyük Başbuğu olduğu Kıpçak Türklerinin, bugünün bütün uygar toplumlarının dinleriyle birlikte var oluş nedenleri olduklarını bile bile, onlara ‘Barbar’ demelerinin nedenini de anlamış oluruz böylelikle. Çatal, bıçakla yemek yiyen Türkleri, hayvan gibi yemek yiyorlar diye vasıflayan, oysa kendileri ne buldularsa yerken elleriyle, neredeyse de ayaklarıyla yiyen; ama bugün Avrupalı geçinen ve bizi aralarına bile layık görmeyen; ama eskiden adam ettiğimiz Taş Devri Barbarlarını, belki de daha iyi tanımış oluruz.

Banyoya ‘Banyan’ diyen ve inançları gereği – ki ruhun gece bedeni terk edip evreni dolaştığı ve sabah bedene geri döndüğü inancıyla ve sabah kirli vücuda geri dönmeyebilir korkusuyla da – Günde iki defa yıkandıkları, tırnaklarını bile – ki geceleri gücün saçlarda, gündüzleri ise tırnak aralarında olduğu inancıyla – tırnak kirlerini bile itinayla temizlediklerini bir kenara koyarsak da, buna mukabil öteki ilkeller, insan sağlığında olmazsa olmaz yıkanma ihtiyacını bile, hamam (banyan) gerçeğiyle Türklerden öğrenmek zorunda kalmışlardı.   

İşte tüm bu ve benzeri nedenler bir araya gelince, üstüne Atalarının da Türk olduğunu kabul etmek zorunda kalınca, nedense daha da büyüyen kompleksleri – hâlbuki aryan (asil) olmuşlardır bu sayede - sanki babasız büyüdüğü için ölmüş veya kaybolmuş babasına kin duyan ve onu reddeden çocuklar gibi Türk’ü neden dışladıkları belki de daha iyi anlaşılıyor olacaktır artık…
 
                                                                       Serendip Altındal



13 Ekim 2016 Perşembe

BU NEYİN RUHU..

           Yenikapı ruhu dedikleri, OHAL uzayıp KHK’lar arttıkça tuz ruhuna dönüşmeye başladı artık. Herhalde olsun istenen de huydu. CIA, FETO ortak senaryolu ve AKP sinerjili darbe yaftalı ince ayarla bu hali de bize giydirdiler sonuçta ya! Görülüyor ki biraz daha bu tuz ruhunu yutarsak, yakında mevtayı da bulacağız demektir hep birlikte. Ne ki mevcutlar arasında muhalefet partisi de kalmayan veya iktidarın kış lastiğine dönüşen; ama yine de, mayasını bir miktar bozduklarından tat vermeyen CHP den başka da bir muhalefet kalmadı bu noktada, ülkemde sesini çıkarabilen.

            Her şeye rağmen mecliste olmalarını arzu ettiğimiz Vatan Partisi ise AKP sazının nakaratına fazlaca kendisini kaptırıp, darbe masalıyla da uyuşarak peşrev çalmakta şimdilerde, hele de bölücü teröristlerin bile adam soktukları o meclise, bu ülkenin Kemalist Milliyetçilerinin adım atamaması, yazık olmaktan öte affedilebilir de değildir. Evet, Amerika’yla papazkaçtı masasında, Erdoğan tarzı sahiden göstermelik bir savaş veriyoruz!!! 

             Bıraksınlar da kendilerini aldatmayı, artık lider mi değiştirirler, yürüyüş ritmini mi hızlandırırlar, parti içinde genel revizyona bir yerden hem de acilen başlamaları gerekiyor. Yoksa gidişat başta kendileri ve sonra da milletimiz adına hayli vahimdir. Gerçekte öyle bir döneme girdik ki, herkes başkasının yırtığını aramayı bırakıp, biran önce de kendi deliğini kapatmak zorundadır artık. İşte tam da bu ruha ihtiyacı vardır artık aziz vatanımızın ve her gün yolunda pisipisine ışıkları sönen evlatlarımızın biline.

            Kuzey Irak, Suriye ve Güneydoğumuzda terörün, çıkmaz yolda ki bütün ümitsizliğine, boşuna yüksek maliyet kayıplarına rağmen, ısrarla devam ettirilmeye çalışılması; ABD liderliğindeki Batı emperyalizminin, bütün kayıplarına rağmen yine de mevcut kargaşa ve kaostan azami istifade etme pragmatizmi nedeniyledir. Çünkü bu sırtlanlar için kendi egolarından başka, başta da canları olmak üzere, insan değerlerinin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Geriye de başka ne kalır ki. Ve yaptıkları, yapacaklarının da teminatı olup, ‘hani biz karıştıralım da, ya bir de tutarsa’ klasiğidir, yedikleri herze anlayacağınız. Anladıkları ve konuşabildikleri tek dil de budur aslında bu keferelerin.

            Afganistan da başlattıkları oyunun devamı olarak kabullendikleri Türkiye’mizin, son yıllarda mücadele verdiği durum, asla fıtratı değil; ama içine çelmelendiği bela çukurudur. İşte tam da bu özellik dikkatle ve nedenleriyle defalarca analiz edilmeli ve sonunda itirazsız kabul edilecek bir senteze ulaşılmalıdır. Ve artık ne çıkarsa kısmetimize denerek, mutlak beraberlikle de alınacak bu ortak karara sarılınmalıdır. Bunu yaparken de Atatürk Türkiye’mizin bir Afganistan olmadığı ve olamayacağı asla akıldan çıkarılmamalıdır.

            Bugün Ortadoğu deccalı haline getirdiği IŞİD, PYD, PKK ve irili ufaklı tüm diğer terörist çetelerin, bir zamanlar Afganistan da yola çıkardığı El Kaide terör yapılanmasıyla aynı potadan beslenen ABD, artık kendi sonunun da başındadır.  Bush’un 11 Eylül İkiz Kuleler hafriyatıyla başlattığı paradigmal yeni Haçlı olaylar zinciri, şimdi en zayıf halkasından ayrışmak aşamasındadır. Tıpkı kendi bünyesindeki Cumhuriyetçileri ve Demokratlarının da yaşadığı ayrışma gibi. Yani Amerikan rüyası onlar içinde çoktan bitmiş; ama yerini, bundan sonra nasıl var olabilecekleri haklı endişesinin, birbirinden çok farklı görüşleri almıştır şimdi.

            Ölene her zaman rahmet okunamayacağı gibi – ki kim ne derse desin, mevta önce rahmeti hak etmiş olmalıdır – ABD içinde okunamayacağı kesindir. Öldüğü; ama asla rahmetlik olduğu söylenemeyecek olan Unakıtan da, işte böyle uçtu gitti bütün diğer rahmetsiz ‘BABALAR GİBİ’ eşekler cennetine. Darısı artık tüm rahmetsiz gitmeye kararlı olan diğer geride kalanların başına…


            Marmara ray kazıları esnasında bulunan ve runik Türk tarihini çok yakından ilgilendiren, sanal Batı merkezli Dünya tarihini ise yerle bir eden sandık sandık, Roma ve Bizans tarihinin binlerce yıl öncesinin aslı Türk kaynaklarını ihtiva eden bulgu ve belgelerimizin başına, acaba neler geldi veya getirildi. Bu konudan hiçbir tık yok. Bu soruyu bir kenara koyup orada unutmadan, derhal üstüne gitmek gerekiyor. Çünkü birileri bunun da üstüne atlayıp, sahiplenerek ve kendi tarihimizi yine kendilerine mal ederek, üstüne de utanmadan bize bile satmaya kalkacaklardır yine kuşkusuz. Üstelik tarihi değerleri ödenemeyecek ve aslında milli hazinemizin malı olan bu servetlerimizden kazanacakları astronomik meblağlar da cabası olacaktır.

            Ne var ki eş anlamda toprak altı servetimiz de olan bu tarihi mirası sorgulama, denetleme ve sonuçlandırma projesini AKP Hükümetinden beklemenin, yine abesle iştigal olacağını tensip kılmak zorundayız. Bütün kıtasal toprakların dışında, Meksika Körfezinin, kutupların, tüm Okyanusların birbirinden çok farklı derinliklerinde birbiri peşine bulunan tüm Türk kaynaklı bulguların hesabından geçtik de; ama en azından misakımız dan bu değerlerin gözümüzün önünde çalınmasına da asla göz yumamayız. 

            Yoksa inşaatçı Şirketlerle bunlar da ‘ne bulursan senindir’ mealinde pazarlık konusu mu yapıldılar ve toprağımızla birlikte tarihimizi de mi sattılar acaba? Çünkü konu AKP mevcudiyeti değil; ama alayımızın kökeni ve varoluş nedenimiz ve de bireysel kimliğinin sahibi olduğumuz anlı şanlı yüce Türk Tarihi varlığıdır. Asla da unutmamalıyız ki ancak bu sayede sonsuza değin var kalabiliriz.


            ABD’nin kendi yarattığı Suriye batağından çıkamayacağı ve muhtemelen kendi sonunu da getirecek olan tutumu, giderek asıldığı ipi kopma noktasına da getiriyor artık. Benden sonra tufandır ters algısının, birçok devletin başını yediğinin en şaşmaz ve tek şahidi şüphesiz ki tarihtir. Şimdi Coni Volkır da bekleyip buna şahit olma noktasına varmıştır artık. Bir gerçek daha var ki hiçbir Dünya savaşı insan neslinin sonunu getirmeye muktedir değildir ve olamayacaktır. İnsanoğlu bu dünyada var olduğundan beri yaklaşık 5 milyon yıldır böylesi badireleri, afetler, süpernovalar, gök taşları, savaşlar vb. gibi çeşitli biçimsel felaketlerle defalarca atlatmıştır.

Ve her defasında da, eskisinden daha fazla sayısal oranlarda ve bilinçle yine sosyalleşmesini becermiştir. Anlayacağınız insan doğası, yok edilemeyecek kadar inatçı, arsız ve asalaktır. Meğerki güneşinin kendi süpernovasında oluşan karadeliğine düşmesin. O halde sözün özüyle, yeni bir dünya savaşından korkmayalım, gelecek için fedakâr olalım. Bilelim ki bu soysuz yapı yine yok olmadan, arkada kalanlarımız ve gelecek nesillerimiz (torun cetlerimiz) için hayat çok daha mükemmel olamayacaktır. 

Bugüne kadar insanoğlunun ardında bıraktığı ve Nuh’tan Muhammed’e kadar geçen ruhani safahatı de ortadadır. Neden yeniden başlanamasın ki. Yani kendi adıma inceldiği yerden kopsun diyorum, ille de kopacaksa. Korkmayın bu insanoğluna hiçbir halt olmaz ve içinde bulunduğu yeniden varoluş olgusu evren döndükçe, hep aşamalı yani spiral helozonik olarak tekrar edip duracaktır anlayacağımız…

                                                                                              Serendip Altındal



8 Ekim 2016 Cumartesi

ARTI ARTIK..

             Algı olmadan bilgi de olmaz. Tez, hipotez veya antitez, sonra da sentez, kendi özeklerinde ayrı algılardır; ama sonuçta bizi sentezde yani adına bilim dediğimiz son algıda buluştururlar. Buradan da aslında Felsefenin bütün bilimlerin beyni olduğunu anlarız. Çekirge deyip geçmeyin. Bir defa da, on defa da sıçrasa, önü açık olan ve düşerken ayaklarının üstünde kalabileceğine güvendiği alanlarda sıçrar sadece. Yani onun da doğru algıyı sentezleyen bir felsefesi vardır. 

              Buradan, böceğin de bir akıl taşıdığı, dolayısı ile de bir ruha sahip olduğu anlaşılır olacaktır artık. Ne ki insanı hayvandan ayıran, bize göre üst akıl dediğimiz insani felsefedir. Fakat bu da bizim gerçekte, hayvandan daha akılcı olduğumuzun göstergesi kesinlikle olamaz veya ben böyle olmadığını düşünüyorum en azından. Çünkü insan birey ele alındığında bu görüşü teyit eden bir hayli ters parametre de çıkıyor karşımıza. Bu nedenler de esasen toplumu (ulus, millet) olmayan bireye insan bile denemeyeceğini ortaya koyuyor.

            Algı dediğimiz olgunun, aslında üstünde çok düşünülmesi gereken bir görüngü olduğu da kendiliğinden ortaya çıkıyor. İşte birileri de bu olguyu, aynı nedenle kendi amaçlarına yönelik kullanmayı çok iyi bilirler ya zaten. Mesela para babaları olarak betimlediğimiz dünyayı idare eden sermaye sınıfının, bilmediğimiz tarafı, onlarda herkesten fazla geliştiğini düşündüğümüz kendi epikürist ihtiras ve egolarının tutkunu değil; bilakis yöneticisi olduklarıdır. 

             Çünkü fon denilen döner sermayelerinin (artı artık) aslında kendi paraları olduğunu çok iyi bilirler. Ve bütün yatırımlarını da kendi fonlarından yapmaya azami özen gösterirler. Yani elin parasını kesinlikle kullanmazlar. Fonlarını da, gerçekte bir miktarını sattıkları fonlarından artıklamışlardır işin özünde de. Yani paradan para kazanmak da budur işte. Para Babalarının bu nedenle yedi düvele para satan ciddi bankaları da vardır. Veya banker olmayana para babası da denmez finans dünyasında.

            Diğer sıradan ve ekonomi fakirleştikçe de her köşede mantar gibi biten tüccar ve sanayici, son yıllarda da inşaatçı sermayedarlar ise liberal egolarının, doymaz ihtiraslarının esiri olduklarından; iş kurmak üzere para satın aldıkları için, kredi mahkûmu olarak, daha işin başında temerrüde düşmüşlerdir. Bu da kendi sonlarını getiren ana neden olacaktır kısa zamanda. Şimdi Devlet borçları şiddetle artan ve kredi kartları üstünde yükselen bir ekonominin baş mağduru olarak, kredi finansmanı ayağının en altında ezilen mütevazı ve bilinçsiz tüketici vatandaşın, neden ve nasıl ters algıya sahip iş adamları gibi giderek yok olduğu, daha kolay anlaşılır olmalıdır artık.


            Vah benim Köy Enstitülerim. Atatürk’ün yurdumun efendisi dediği köylüsünü eğitmek ve her birinden bir filozof yaratmak için büyük bir özveriyle kurduğu okulları, ısrarla vurguladığı toprak reformundan önce, birkaç toprak ağasının dolmuşuna gelinip, hemen kendisinden sonra alelacele nasıl da yok edildiler ve kendi çocukları da nasıl Marshall eğitimine ve anne sütü yerine bozuk süt tozuna angaje ediliverdiler. 

             Oysa Antigon, Aristo, Sokrat vb. diğerlerini ezbere bilen, paydoslarda aralarında felsefe tartışan, ellerinden her iş gelen köylü gençlerimiz, aslında geleceğimizin de en büyük umuduydular. Ne yazık ki cehalet karanlığının ümmet tarlalarında, boynu bükük, ellerine üç kuruş sıkıştıranın üstünde kalan çaresiz marabalara dönüştüler yeniden. Yetmedi Amerikan piçlerine paralı asker de oldular, hem de vatan topraklarını savunan kendi kardeşlerine karşı. İşte bu yüzden de hep birlikte bu günlere geldik maalesef.

            Okullarından felsefesi de alınan toplum, suyu kesilen buğday tarlası gibi kurudu ve böylece. Bakın Ortadoğu’da ki hazin duruma. Her biri mahiyeti belirsiz ve kimliksiz bir terörist kampında, emperyalist tuzağına düşürülüp, nasıl da patlamaya hazır bombalara dönüştüler. Ve ne yazıktır ki bu bombaların birçoğu da, ellerinden Köy Enstitüleri ile birlikte geleceklerini de çaldığımız bizim kendi çocuklarımızdır.

            Algı dedik de, ters algı da vardır ve hayli de yaygındır kuşkusuz. Tengirizm, İsa, Teslis, Haç gibi kavramların, kaynakları araştırılınca ve sayısız bulgu ve belge incelenince, bu kayıtların Türk’ü daha fazla Türk yaptıkları görülürken; ısrarla biz diğerleriyiz diyenleri sadece salt Hristiyan yaptığı görülüyor. İbrahim, Sara, Musa nasıl Türk kökenli ise ve ilk Ahit, Tevrat vs. hepsi runik ön Türkçe alfabe ile yazılmış olsa da bütün bu kavramların; biz illaki Türk değiliz diyenlere kabul ettirilmesi zordur. 

             Çünkü bu da ters algıdır ve insanda bir kere yerleşmeye görsün. İnsanlık tarihi ile başlayan ilk dinleri, Tengri dedikleri tek tanrılı Tengirizm olan ve sonradan devinimsel değişimle Gök tanrılı Şamanizm’e dönüşen ruhani inançları, zamanla Hristiyanlık ve Yahudilikte yeni kimlik aramış ya da şartlar nedeniyle oluşturmuştur. İslam’da da Anadolu Türkmen’i olan Muhammedin ata mirası, Kevser suresinde de atıfta bulunulduğu gibi baba oğul ve kutsal ruh ilişkisinin kaynağını oluşturduğu Tengirizmin, ilahi akdini onaylar.


              Bir inşaata başlarken önce çatıdan başlamanız mümkün değildir. Plan, proje yapılmadan ve temel atılmadan duvar çekemezsiniz. Ne ki inşaat bittikten, yapınız tamamlandıktan sonra ancak olası bir restorasyon için gerekirse önce çatıdan da başlayabilirsiniz. Bu Amerikalı için de böyledir. Yani ‘Top-down (yukarıdan aşağıya)’ olabilmesi için önce gereken ‘Bottom-up (aşağıdan yukarıya)’ olma zorunluluğudur. Bir sistem analizinde de esas olan, önce ilgili komponentin varlığı, nasıl var olduğu ve var olmak için nelere ihtiyacı olduğudur.

Toplum ise sistem analizdir, ikamesi plan ve proje ile sağlanır. İşte bu doğru olan algıdır. Birey ise tuğladır, kiremittir. Ve temel (Toplumbilim) olmadan tuğla ve kiremit kullanılamaz. Salt kiremit ve tuğla ile bina inşa etmeye kalkmak ise ters algıdır. Dolayısıyla da toplum bireye indirgenip asla ona kul edilemez. Şimdi bırakalım tersini, düzünü de, toplumun, felsefesi dolayısıyla da bilimi elinden alınarak genetik olarak yapılanması da, sadece onu temelden yok edecek olan bir facia ile sonuçlanır.  İşte bu bilince de ‘Toplumbilim’ denir. Ne ki şimdi üstümüzde oynanan oyun budur ve bu facia vatan dediğimiz sathımızda gerçekleşsin istenmektedir. O halde sathı müdafaa saati yine gelmiş demektir.


Bir başka ifadeyle de yani Amerika’dan bahsetmek içinde önce Amerika’yı keşfetmek gerekiyordu. İşte atalarımız olan ön Türkler bu işi de Kolomb’dan binlerce yıl önce becermişlerdi. Demek oluyor ki Amerikalının Türkiye’mizde, en ufak bir toprak iddiası olamazken, Amerika’da Avrupalı göçmenlerden binlerce yıl önce sosyalleşen Kızılderili denilen Şamanist atalarımızla başlayan tevarüse bakıldığında, aslında bizim Amerika topraklarından bir miras hakkımız olduğu da anlaşılıyor. 

İşte bu da bir algıdır yerli yabancı tüm algı severler için. Ayrıca Avrupalı ve Amerikalı birçok tarihçi de bunu teyit ettiğine göre, ters algı olduğu da söylenemez. Tengirizm de böyle bir şeydir, Türklerin kafasını fazla çalıştırıyor işte. İslam’a geçiş şayet Ehli Beyt döneminde kalabilseydi Tengirizm zirveye varabilecekti. Tıpkı tarih öncesi dönemlerinde binlerce yıl mutlu, mesut ve barış içinde yaşayabildikleri gibi bütün ulusların bir arada sulh içinde yaşayabilmeleri mümkün olabilecekti.

Bu makaleyi defalarca aşabilecek sayısal nedenlerle, neden ve nasıl oldu da böyle olduyu bir kitap konusu olarak kabul edip, bu noktada haddimizi bilelim artık. Lakin sadece diyebiliriz ki; adam olarak yaratılıp öyle de yaşayarak dünya insanının ve uygarlığın doğuş nedeni olmuş Türk varlığı, belki de Muhammedin vaktiyle el atıp kendi İmamet dönemi boyunca ancak 23 yıl yürütebildiği ve İslam olarak betimlediği aslı kadim Tengirizmi, bilimsel Sosyalizm aşamasından sonra mutlak erdeme – Komünizm olarak da tasvir edilir - ulaşarak yeniden sağlayabilecek, bütün insanlığı, bir zamanlar olduğu gibi mutlu bir yaşama ve huzura kavuşturabilecektir tekrar kim bilir.

Ve bu hayati konuları çocuklarımızın, torunlarımızın ihtirasla araştırmalarına bırakarak, onların birbirinden çarpıcı tezler, projeler hazırladıklarını görebilmek, bu dünyadan ayrılmadan yaşamayı arzuladığım mutlulukların en başında gelir, lütfen bana inanın ve hep sağlıkla kalın.

                                                                                   Serendip Altındal



1 Ekim 2016 Cumartesi

FARK..

           15 Temmuz arkada kaldı, sular duruldu. Şimdi 15 Temmuz Demokrasi Bayramı olarak da kabul edilsin nameleri çalınıyor artık. Neyin Bayramıdır, hangi ülkede, hangi demokrasiden bahsediliyor ki bunu bir bilen de yok. Birisi geçti suyun başına, aldı sazı eline desteksiz sallamaya başladı yine. Şimdi de ‘Lozan yüzünden şu başımıza gelenlere bak’ türküsüdür yaktığı. Bak sen hele! Oysa görmez, görse de anlayamaz ki; o zaman bize de yedirmeye çalıştıkları Sevr batağı içinde inim inim inleyen Ortadoğu Devletleri içinde, Lozan Antlaşmamız yüzünden ari kalmış tek ülkedir Türkiye Cumhuriyetimiz. Bugün cebinde bir kimliği varsa, bunu da o Lozan zaferine borçludur işte.

Aksi halde şimdi kimliğini bile cebinde taşıyor olamayacaktı. Ne ki 15 yıllık, uluslararası itibarımız açısından bize sadece yüz karası olmuş mevcudiyetleri yüzünden, ülkeyi düşürdükleri durum ortada ve o kimlik yine ve ne yazık ki aslanın ağzındadır şimdi. Ağzından almak yerine, sayelerinde giderek de midesine doğru inmektedir. Ara ki oradan yine söküp alacak bir Atatürk ve bir İsmet Paşa bulabilesin tekrar.


            ‘Lozan’a kimi gönderelim Paşam’ diye sorulduğunda; ‘ben İsmet’i yollamayı uygun görüyorum’ cevabını verendi her zamanki gibi yine ve her şeyin doğrusunu öngörebilen yüce Atatürk. İsmet Paşa da kendisine gösterilen bu güveni boşa harcamamış, Lort Curzon ve hempalarının bırakın ağızlarını, midelerinden söküp almıştı, ikinci kurtuluşumuz olan ‘Lozan Muahedesini’.

Böylece sadece askeri zaferin yetmediği bir sırtlan dünyasında, Sakarya muzaffer komutanı, masada da istediğimizi alarak o sırtlanları bir kere daha Milli Misakımızın dışına kovalamıştı. İşte doğuştan asker ve adam gibi adam olmanın dışında, çekirdeksiz hergeleler karşısında ve haklı iken haksız çıkabilecekleri bir ortamda, siyaset puştluğuna akıl erdiremeyen tüm babayiğitler için, en zor olanı da masadaki zaferi kazanmaktı aslında.

            Erdoğan bunu bilmez mi? Bilmese de nasıl olsa birileri fısıldamıştır bu doğruyu da kulağına. İyi de ne yapmaya çalışmaktadır o zaman. Ya hastalığı nüksetmiştir yine ya da zorunlu ve emperyalist beslemeli ikircikli politikasıyla menfi kararlar katarına ilave vagonlar eklemeden önce, toplumu yeni bir gündemle tekrar ters köşeye yatırmaya kalkmaktadır. Yani ‘çekirgeye bak’ diyerek çocuk kandırmaktadır gerçekte. Dün evet dediğine bugün hayır diyen bir mental fukaralığı veya sapkınlığı içinde giderek yok olurken, millete zarar vermenin anlamı nedir. Bu kadar cemiyet düşmanı olması için, bu millet kendisine ne yapmıştır acaba, onu Cumhur başı yapmaktan başka? Yoksa o milletin hafızası gittikçe büyüyen bir karadelik midir de, içine düşen kayboluyor.

           
            Misak ı Millimizin, ekonomik bağımsızlığımızın – ki buna kapitülasyonlardan kurtulmak da girer – ve Ulusal Bütünlüğümüzün uluslararası güvence altına alındığı bir antlaşma olan Lozan Muahedesi ile ümmetlikten çıkıp nur topu gibi özgün, asal Türkiye Cumhuriyeti vatandaş kimliklerimizin de sahibi olmamızdan bu yana tam 86 yıl geçmiş. İşte o zor şartlarda İsmet Paşa'nın aslanın boğazından, daha doğrusu da midesinden tırnaklarıyla kazıyarak kopardığı 143 maddelik yeniden insan olma veya insan sayılma haklarımızla bugünleri bulabildik. Bu büyük onurun sahiplerini rahmetle anıyor nurlar içinde uyumalarını diliyoruz.

            Öte yanda ‘Lozan da ne kazanılmış’ diye aşağılayıcı turlarda nakarata başlayan birisi, oysa şimdiki benzer zor günlerde bir konu mankeni edasıyla ABD’ne yandaş postası ile birlikte uçup, oradaki semazenle boy boy pozlar çektirmiş ve Türkiye’de ki yandaş patronların yüreklerini ısıtmıştır sadece. Aslında ancak boş salonlar önünde efelenebilen hamaset bezirgânlığına da bakınca, bizim Lozan Fatihi ile arasındaki haşmetli FARK daha da büyüyor ve o İsmet Paşa’ya bir kere daha rahmet okumak geliyor insanın içinden.

    § İşte o günlerden iki gazete manşeti:

       Bugün Sulh Bayramı – Hakiki Halas ve İstiklȃl Bayramı (Tevhid i Efkȃr 23 Temmuz 1923)

        Sulh Akd ve İmza Edildi
        İsmet Paşamız Harp Gazimiz – Hem Sulh Gazimiz Oldu (Tevhid i Efkȃr 25 Temmuz 1923)

            Yukarıdaki başlıklar tam da bugünlerde, Erdoğan’ın ağzından ne çıksa üstüne atlayan bizdeki yandaş medyaya kapak olmalıdır. Ne var ki nereden bakarsak bakalım, altyapı sorunsalı ibretlik haldeki toplumunda, ne yapıp yapıp gündemde kalmayı beceriyor Erdoğan. Anlaşılıyor ki artık, bununla da kafa buluyor. Yani deliğe fırlattığı her çomağın arkasından o deliğe atlayacak yandaş/muhalif ahmakların çokluğunu görünce de, anlaşılan bundan şehevi bir haz da duyuyor. Yoksa bu sapkınlığın başka türlü bir izahı olamaz.

            İnternetteki tacizci aktrollerde aynı şekilde çalışıyor. Yazdıkları her zırvaya anında farklı cevaplar uçuşuyor. Ne gerek varsa. Okumazsın, dinlemezsin, başka siteye veya kanala zıplarsın olur biter. Adam veya adamların üstünde durdukça, yazıp söyledikleri zırvaları ciddiye aldıkça, onlar da bir şeyler yaptıklarını zannediyorlar, kendilerini önemsiyorlar muhtemelen. Aynı bağlamda Erdoğan da hep gündemde kalınca, bu kritik günlerde çok daha ciddiye alınması gereken şahsiyetler ve temalar da ne yazık ki kim vurduya gidiyor. Anlayacağınız bütün bu hik hak, dışımızda ki kuklacılar tarafından sinsice; ama ustaca sahneye konuyor. Ve sonuçta baş keriz hep oyuna gelen millet oluyor. Ve hedefe yönelik bu sinsi oyunda figüran olduğunun maalesef farkına da varamıyor.

            Hâlbuki her şeyin bir sonu vardır. En pahalı, atraktif ve ilgi çekici Oscar’lık filmler bile uzatmalı dizilere dönüşünce bıktırırlar. Bir de bakarsınız ki zirveden bir anda sıfıra inivermişlerdir. Erdoğan’ın da yüzü alışılmadık biçimde eskiyor, bıktırıyor, eriyor git gide. Bu durumu kendisi fark etmediğine göre, danışmanları devreye girmeli; ama onlara da ayrı danışmanlar gerekiyor herhalde. Çünkü seviyeleri ortada, hoş onlarında bu işine gelmez esasen. Çünkü Erdoğan kendisine çeki düzen vermeye kalksa, ilk kurtulmak zorunda oldukları da önce ‘lay, lomcu’ danışmanları olacaktır kuşkusuz. Buna rağmen bilmesi gerekir ki; filmin sonuna gelindiğinde, tokatçı danışmanların her biri bir yana savuşurken faturayı ödemek de bizatihen kendisine düşecektir…
                                                                                              
                                                                                     Serendip Altındal