27 Aralık 2019 Cuma

ZURNADAN UZUN HAVA..


            Herkes haklı da neden hala bir aymazın bitmeyen türküsü dinleniyor bu ülkede. Neden zurnanın son deliğini açık tutup, son nefesinizle uzun hava üfleyip duruyorsunuz hala. Nedendir bu denli abesle iştigale devamda ısrar. Bir aymazın türküsünü bitirmek bu kadar zor mu. Ee ne yaparsınız! Devletin bittiği yerde muhalefet de yok olunca, ne ki ulusun devreye girmesi şart olur. O zaman da ’sizi bize sayıyla mı verdiler’ der ki millet, bu da felakettir artık birileri için. Hele de bu milletin adı Türk milletiyse, görür yedi düvel kaosu o zaman.

            Demek ki işler artık bu yöne doğru yürüyor, rüzgâr bu yöne doğru esiyor. 17 yılın emsalsiz ihtikâr, soygun ve gaspıyla cukkalar bilinen ellerde toplanmış ve elan da toplanıyorsa, müspet bir algı yaratmaya odaklı ve bir şeyler yapmış olmaya çalışma gayreti farz olmuştur mutlaka. Tartışmalı Kanal projesi daha devam ederken, işte bir de üstüne aynı nedenle, büyük sloganlar ve görsel ihtişamla, bir oyuncak priz otosunu, Dünya harikası gibi lanse ederek, yeni bir oldu bitti veya kazan kazan algısı yaratılıyor.

            Bu arada Kanal sorununun en doğru perspektifle önemi, benim yazımdan sonra gündeme oturmuş olsa da inanın bir daha haklı çıkmak hiç bana keyif vermiyor. Aksine keşke bu yazıları yazmak zorunda kalmamış olsaydık diye düşünüyorum. Zira ülkemin gidişatı öyle sıkıntılı ve bunalım yaratıcı bir noktaya taşındı ki, ne yaptık da bu denli bir gaflet içine düşüp bu Başkanlı AKP belasını başımıza sardık diyoruz. Bu durumlara sebep olanlara bin bir bela okumakla da düze çıkılamayacağına göre, işi millete havale etmekten başka çare kalmıyor artık insana. Bilmem acaba yanılıyor muyum?

            İnsanların ve bileşkeleri olan ulusların en hümanist bağlamda güvenliği ve milli hassasiyetleri bünyesinde azami hak ve hukuka sahip olarak, huzur içinde bir Dünya kavramında buluşturulmalarını amaçlayan Birleşmiş Milletler örgütünün, üstlendiği büyük sorumluluğu bugün artık güven vermemektedir. Zira büyük Devletlerin münferit egoları buna engeldir.

O halde kendi mili bekamız doğrultusunda kendi huzurumuzu sağlamak için iş bizatihi kendimize yani aziz milletimize kalmaktadır. Huzurlu olmak içinse güven şarttır. Güven içinse en önemli etken, her bakımdan bağımsız olan askeri güçtür. Ordu millet olan Türk gücümüzün bugün tek eksiği ise Atatürk ilkelerinden ırak tutuluyor olması ve Atatürk hamurunda etkin liderinin olmamasıdır. Bilmem anavatanın ana derdi anlaşılır oldu mu?

O halde her şeylere rağmen kafalarımız yukarıda, göğüslerimiz ileride olarak, yeni yılımızı en içten duygularımızla kutlayalım ve helalleşelim dostlar; ki yüce Türk milleti olarak hakkımız olan iyi, güzel ve azametli günlerimize birlik ve beraberlik içinde yeniden kavuşmamız kaderimiz kalsın…


                                                                       Serendip Altındal



17 Aralık 2019 Salı

KANAL SORUNU..


            İstanbul Kanalı yine sürekli gündem oldu bu günlerde. Yorumlarsa peş peşe havada uçuşuyor. Bir tane de benden gelse herhalde fazla olmaz. Sizce de bunlar neden yapılıyor ya da arkadaki uluslararası yoğun ilginin nedeni nedir acep. Herkes aklına geleni söyleyebilir kuşkusuz. Lakin bana göre de durum göründüğü veya vurgulandığı gibi salt bir itibar meselesi gibi gösteriliyor olsa da göründüğü kadar basit değil.

            Bence işin arkasında, yeni otonom Bizans/İstanbul Devleti projesi olarak da vasıflandıracağımız çok sinsi bir plan kokusu var. Şimdi düşünelim bir kere; Anadolu Türk Devletinden bütünlüğünü soyutlayarak, yörede bağımsız boğazıyla da ayrılmış çok uluslu bir Dominyon, emperyalist Dünyanın rüyasında bile göremeyeceği nasıl da çok değerli ve emsalsiz bir servet haline gelebilir bir anda. Hatta Vatikan bile taşınabilir böyle bir yeni Roma merkezine.

§          "Boğazlar" genel deyimiyle belirtilen Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve Karadeniz
Boğazı'ndan geçişi ve gemilerin-gidiş gelişini (ulaşımı), Lozan'da, 24 Temmuz 1923 tarihinde
imzalanmış olan Barış Antlaşmasının 23. maddesiyle saptanmış ilkeyi, Türkiye'nin güvenliği ve Karadeniz'de, kıyıdaş Devletlerin güvenliği çerçevesinde koruyacak biçimde, düzenlemek isteğiyle duygulu olarak;
İşbu Sözleşmeyi, 24 Temmuz 1923’de Lozan'da imzalanmış olan Sözleşmenin yerine
koymayı kararlaştırmışlar ve Tam yetkili Temsilcilerini aşağıda belirtildiği üzere atamışlardır: (alıntı - Montrö Antlaşması 20.7.1936)

            Lozan’ı boğazlar konusunda tamamlayan ve milli güvenliğini perçinleyen Montrö Antlaşmasının etrafından dönecek olan böyle bir planın, daha Lozan’dan beri peşinde olan USA ve liderliğindeki emperyalist Dünya için ne kadar önemli bir proje olduğu, kendiliğinden anlaşılmaktadır. Ayrıca Rusya ve arkasındaki, bizim de menfaatimize olacak olan yeni İpek yolu projesinin tamamlanmasına milyarlar ayıran Çin, henüz son sözlerini de söylememişlerdir.

            Bu Kanalın ezkaza yapılması, Lozan ve Montrö Antlaşmalarını da hiçler. Öyle ki neredeyse İstiklal Savaşı bile boşuna kazanılmış, on binlerce Şehidimiz boşuna kan dökmüş olur. Ey İmamoğlu bari sen durdur bu ölçüsüz pazarlığı. Ülkenin en değerli topraklarının daha Kanal bile ortada yokken, Şeytan bakışlı bir Arap aşüftesinin, Erdoğan’ı etki altına alan ezoterik cazibesiyle, kim bilir kimlerin eline geçecek olmasına, bizim işe yaramaz lafazanlar konuşup dururken, bari sen engel ol, aman dileyen Roma İmparatoruna bile üzengideki ayağını öptüren Deşti Kıpçak Başbuğu Atila’nın torunu Aslanım.

            İstanbul New York değildir. Orada mesire olan, İstanbul’da ülkenin milli güvenliğini yok eden ve Türkiye Cumhuriyeti’ni silahsız, savaşsız hezimete uğratan bir felakete dönüşür. Bu İktidarın ülkemize ihaneti ve günahları artık Kaf Dağını bile aşmıştır. Buna hangi sabır taşı ve vicdan dayanır. Hele de Türk evladının mı dayanması beklenmektedir.

            Katar dediğiniz nedir. Mantar gibi bitmiş diğer Arap Devletleri gibi, İslam ambiyanslı, paravan Amerikan Şirketi yapay bir Devlettir. Amerikan pelüş kafalısı boşuna mı sıkı fıkıdır onlarla tıpkı bizim Erdoğan’la kanka(!) olduğu gibi. Kanalın parasının Amerikan marifetiyle Katar’dan gelecek olması da kuvvetle muhtemeldir. Dolayısıyla da bu paranın Türkiye bütçesinden karşılanacak olduğu masalı da şiddetle, değil mercek hatta mikroskop altına alınmalıdır.

            Unutulmasın ki Kanalın yapılması demek, Türk Ulusunun kendi servetiyle kendi tarihini bitirmesi demek olacaktır. Böylesi bir milli ahmaklık ise ne görülmüş ne de duyulmuş olacaktır sonuçta. İster inan ister inanma dostum. Lakin sonunda tek başına kalıp ağlayan sen olacaksın. Bunu da sakın unutmayasın.
           
            Aslında bu işlerin, arkada sinsice yürüyen Erdoğan liderliğindeki AKP İktidarının gizli misyonu olmadığından nasıl emin olabilirsiniz. Hele Merkez Bankasının bile İstanbul’a naklediliyor olması, nasıl da bu sinsi planın kozmetiği oluyor değil mi? Ve aynı bağlamda böyle bir projenin ön hazırlığı olarak taşların, nasıl da yavaş yavaş yerine oturmakta olduğunu, şimdi bu perspektifle yadsıyabilmek mümkün olabilir mi?

            Yani İstanbul’umuzun, yeni Bizans projesiyle, Boğaz Kanalı da ayrılmış ve yeni bir Uluslararası statü kazandırılmış ve Malta gibi bağımsız bir Devletçik olarak hedefe oturtulmuş olduğuna, bütün bu çalışmaların ön hazırlık olduğuna biz dikkat çekmemiş olmayalım da. Sonra da ahde vefa sahibi, Atatürk sevdalısı bir Türk olarak vicdan azabı çekmek zorunda kalmayalım dostlar.
           
Hitler ile mübarek Atatürk’ü mukayese etme gafletinde olan geri zekalı gafillere derhal bir hatırlatma yapalım:
Geceyle gündüzün bile farkında olamayan idrak yoksunları, şayet bir dirhem akla sahipseniz, bilinen bir genomdan neşet etmemiş o kafalarınızda, biraz düşünün o zaman. Atatürk’ün çözmek zorunda kaldığı Ermeni ihanetini, ya bir de Hitler çözmeye kalksaydı şayet! Gerisi yorumsuzdur artık…

                                                                                   Serendip Altındal



11 Aralık 2019 Çarşamba

TOPU ORTALAMAK..


            Sadece ülkemizde değil, Dünya genelinde de artan yoksulluk, mutsuzluk ve aynı bileşkede çaresizlik, insanları çeşitli yollardan kazanç sağlamaya yöneltti. Gün geçmiyor ki sahte vaatler, aslını yansıtmayan reklamlar ve satış teklifleriyle dolu mesajlar, bildiriler almayalım.

İnsanların kafası karışıyor ve bunların hangisini ciddiye almaları gerektiğini boşu boşuna sorguluyorlar. Çoğu kere karar verip; ama aslında hiç ihtiyaçları olmayan satış sözleşmelerine angaje olduklarını da esefle anlamak zorunda kılıyorlar. Eh ondan sonra da artık ayıkla pirincin taşını ayıklayabilirsen. Akıllı ve temkinli olanlarsa, herhangi bir yanılgıya hedef olmamak için hiçbir sözleşmeye itibar etmiyor. Hatta kendileri için müspet olan, arzuladıkları bir teklife bile onay vermemek pahasına.

Bana göre de en doğrusunu yapıyorlar. Lakin sahtekârlıktan kazanç sağlamaya kalkanlar sadece ciddi ve dürüst ticaret erbabına değil, ihtiyaç sahibi tüketicilere de zarar veriyorlar. Bu nedenle de aslında milli ekonomi, bundan en büyük zararı görüyor ve kaos yaşıyor.

Bu arada acilen ve parayla yenilenmeye kalkılan kimlik belgelerimiz – ki 82 Mio X 22 Tl, bir de bunlara ehliyet, pasaport vb gibi diğer kimlikleri de eklersek meblağa bakın siz- neredeyse ayak parmaklarımızın bile izi alınarak dijitalize edilip bilgi bankalarına alınıyor ve bu kimlik bilgilerinin bizden başka kimlere servis ediliyor ve kimlerin işine yarayacak olması acaba hiç ilginizi çekiyor mu?

Ya da Dünyanın bütün istihbarat servislerine ki yiğidin alnı açık, malı da ortada olduğundan ve kimseden de korkumuz olmadığı halde; ama neredeyse genetik külliyemizin bile yedi düvele servis yapılıyor olunmasına, nasıl bu kadar ilgisiz kalınabiliyor. Yoksa diğerleri de bize kendi kozmik bilgilerini teslim ediyorlar da bizim mi haberimiz yok.

Şimdi biz topu ortalayalım da belki kafa atan olur. Yalnız topa kafa vururken, gözler açık ve alınla kalecinin uzanamayacağı bir köşeye nişan alınmalıdır ki gol olabilsin. Yoksa sert topa suratla girilirse, resimdekinden bile beter hale gelebilir o surat. Aman dikkat!



Harold Morowitz adlı bir bilimci oturmuş insanın değerini, yani biyolojik/kimyasal, bütün bileşenleriyle toplam maliyetini hesaplamış ve 10 milyon Dolar değerinde bir maliyet tespit etmiş. Demek oluyor ki her insan anasından milyoner doğuyor. Hal böyle iken bakıyoruz ki milyoner insanoğlu, çıplak doğduğu halde, ne hikmetse birçok insan yokluktan, ölürken değil kefen, sırtına çekecek örtü bile bulamıyor. O halde bu durumda müthiş bir terslik ve/veya hicapsız bir adaletsizlik olmalı.

Son NATO zirvesinde görüldü ki Erdoğan Londra’ya şart koşmaya değil, konulan şartları itirazsız kabul etmeye gitmiş. O halde bir daha ve her ne kadar boşa kürek çekiyor olsak da yine de soralım: Acaba siz, başındaki İktidarın Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil ettiğine hala inanıyor musunuz???

Sonuçta boşuna yapılmış olduğu izlenimi veren ve dolayısıyla da Tek bir Şehidin bile varlığının, Vatana ihanet kabul edilebileceği Barış Harekâtının, ana nedeni olan YPG meselesini dahi Zirve de tartışmadan; aynı bağlamda ise, S-400’leri aldığımız Rusya ile yeni bir sorun oluşturma riski taşıyor olan Balkan Antlaşmasını, sorgusuz kabul etme becerisi gösteren Erdoğan’ın akıl almaz davranışını, yoksa başka türlü nasıl izah edebiliriz…
                                                          
Serendip Altındal




4 Aralık 2019 Çarşamba

KAYITSIZLAR..

            Bir şekilde ayrımcılık her zaman vardır bu dünyada. Lakin bana göre asıl ayrımcılık, büyümüş insanlarla büyüyememiş yani hep çocuk kalmış insanlar arasında olandır. Konuya bu perspektifle baktığımızda, bugün çocuk yani büyüyememiş erginler tarafından yönetilmekte olduğumuzu anlamakta hiç zorluk çekmeyiz.

            Çünkü böyle insanlara laf anlatmak ve onlar tarafından kabul görmek bir hayli zor hatta imkânsızdır. Çünkü böylesi çocuk yetişkinler öğrenme özürlüdürler de aynı zamanda. O yüzden de çocuk kalmışlardır ya zaten. Bu nedenle de bunlara bir şeyler öğretebilmek için, çok iyi yetiştirilmiş pedagog öğretmenler gerekir.

Bugünkü eğitim sisteminde böyle bir program da yer almadığından ve nasıl olsa bu insanlardan üst seviyelerde siyasetçi de olabildiğinden; ‘okuyup ta ne olacağız, siyasetçi olup oturduğumuz yerde nemalanmak varken’ gerekçesiyle okumamış, okumak istememiş ya da okulunu terk etmiş gençlerin sayısında anormal artışlar vardır. Çünkü başlarındaki çocuksu ve vasıfsız iktidar, son derece kötü bir örnektir bu bağlamda.

            Ayrıca böylelerini eğitmek için, bilgiden de fazla sabır, sükûnet, sosyal kimlik, duygusal yaklaşım ve kusursuz bir sosyal iletişim yapısı, eğiticide olması gereken vasıfların başında gelir. O halde iktidarın savruk, dağınık, ikircikli ve çocuksu kimliğini, aklı başında vasıflı ve sorumluluk sahibi bir siyasi kimliğe dönüştürebilmek üzere, sayılan vasıflarda eğitimci muhalefet kadrolarına da şiddetle ihtiyaç vardır.

Hatta her muhalefet Partisinde bu kategoride, İktidara gerektiğinde doğruyu ikna ederek öğretecek, vasıflı eğitim kadroları olması gerekir. Çünkü Siyaset de bir bilimdir ve eğitimli Siyasetçiyle yapılması zorunludur. Özetle de Meclis, dingonun ahırı değildir.

            İstanbul’un malında, mülkünde daha başından beri gözü olan AKP iktidarının, büyük rantı elinden kaçırdıktan sonra artık gözüne uyku bile girmez oldu. Şimdi ne yapıp yapıp İmamoğlu’nu engelleyerek, bugüne kadar afiyetle yedikleri büyük rantın, yeniden gerçek sahiplerinin, yani halkın eline geçmemesi ya da en azından o ranta ortak olabilmeleri için ne mümkünse yapacak olduklarını, Reislerinin ağzıyla bir kere daha teyit etmiş oldular.

            İşte bu durum endişe vericidir. Çünkü bu açıkça demektir ki:

AKP İktidarı küllen, milletin menfaatleriyle ters ilişki içinde olduğunu bir kere daha itiraf, daha doğrusu da açıkça beyan etmiştir. O zaman da bu durum, mevcut dosyalarını kabartan yeni bir anayasa ihlal suçu değil de nedir. Sormak gerekir; AKP Hükümeti bu fütursuzluğu ve yüce Türkiye Cumhuriyeti Devletini her fırsatta ısrarla yok saymayı, kimden cesaret alarak siyaset üslubu haline getirmiştir…

                                                                       Serendip Altındal




25 Kasım 2019 Pazartesi

MUMSUZ DİYOJENLER..


            İnkılaplar tarihinde emsali olmayan, anarşiyle, Vandalizm’le gelmeyen, sınıf kavgasız ve bağımsızlık savaşımıza endeksli, tamamen özgün bireylerden oluşan bir millet yaratmaya odaklı ve salt Atatürk prensiplerine dayalı ihtilalimiz; Fransız ihtilali ve diğerleri gibi müstemleke liberalistine ve/veya burjuva faşistine, hak ve hürriyet başlığı altında öncelik dağıtan bir yapay ihtilal asla değildi. Çünkü kendi inkılabını da birlikte getirmişti.

            Atatürk inkılabımız, bireyle Devleti birbirinden bağımsız; ama birbirini tamamlayan bir bütünlük içinde, Dünya çerçevesinde özgün ve saygın bir Devlet kimliğine dönüştürme mücadelesiydi. Ne ki bugün bile hala Atatürk evrenselliğini yücelten, biz Türkleri 600 yıl sonra yeniden kimlik sahibi kılan ve maalesef henüz tamamlanamayan bu inkılabın, ne yazık ki gerçek değerini anlayamadık.

            Esasen anlamış olsaydık, zaten bugünkü durum da tecelli etmezdi asla. Sadece ona layık olduğu anlayışı ve empatiyi gösteremeden Atatürk’ü çağırıp duruyor; ama onu gerçekten anladığımızı ortaya koyamıyoruz. Yani bizde ses var; ama hedefe odaklı aksiyon görüntüsü yok anlayacağınız. Ve tepeden aşağıya doğru esen bir yalan rüzgȃrıyla savrulup duruyoruz sadece. İyi de daha nereye kadar böyle sürecek! Muhalefet desen o da çekirdeksiz incir gibi. Zira incir çekirdeğinin bile bir direnci vardır. Çekirdeksiz incire bile incir denemez artık.

            Ayrıca acele gündem olan İnce meselesi de ana muhalefet Kurultayınca acilen çözülmek zorunda olan bir keyfiyet kazanmıştır. Ve ana muhalefet Partisinin Atatürk ilkelerine geri dönüş yapmadan önce bu problemi hakkıyla çözmesi, CHP’nin her şeyden önce kurucu ve Atatürk çizgisine sadık bir Parti olarak kalıp kalamayacağının da teyidi veya tekzibi olacaktır. İşte bu husus CHP yetkililerince asla unutulmamalıdır. Çünkü CHP için sorun, muhalefet olmaktan öte, tamam veya devam meselesi olmuştur artık.

            İşte bahse konu olan ve tarihi değiştiren inkılapla yola çıkarak, bir anda Batı Devletleri Demokrasi seviyesine hızla giren Türkiye Cumhuriyeti, bütün Dünyaya da evrim konusunda esaslı bir ders vermişti. Bugün ise aynı ülke, ne yazıktır ki Demokrasiyi mumla arayan Diyojenler ülkesine dönüşmüştür. Ve daha da hazin olanı; kuvvetli Okyanus rüzgȃrıyla, Diyojenlerin ellerindeki mumlar da sönmüştür şimdilik.

            İnsanın varoluşundan beri millet ve Devlet olan Türk’ün Tarihinde, 1000 yıl nedir ki herhalde dün gibi kalır. Oysa daha dün, millet birliği esaslarını ve önce millet olmadan Devlet olunamayacağını anlayabilen, bugün de kendi atası olan Türk’ü bile dıştalayarak sömürmeye, ülkesini sömürge yapmaya kalkan Batılı emperyalist, çeşitli senaryolar, müdahaleler ve rüşvetlerle ancak, Türk’e yakışan Dünya’nın ilk ve tek bağımsızlık inkılabımızı bir şekilde durdurmuş, hatta ajanlarıyla geriye bile döndürülmesine teşebbüs etmiştir.

            İşte bugünkü AKP iktidarıyla yaşadığımız durum, buna en güzel örnektir. Ne ki ileri tekniğe ve birleşmiş milletler ilkelerine rağmen ilkel çağın gerisinde kalan faşist akılları ve doymak bilmez sapkın yapılarıyla, tarihin asla geri döndürülemeyeceğini[SA1]  anlayamamış ya da anlamak istememektedir bu kafalar.  

            Atatürk inkılabı ve beraberindeki devrimler, Fransa, Rusya, İtalya, İspanya ve Almanya da olduğu gibi kanlı bir sokak anarşisiyle başlayan ve bir düzen değişikliğine (emperyalist faşizme) hizmet için değil, tamamen Türk milletinin onayıyla, yedi düvelin sömürge ihtirasına (Sevr) karşı, milletin bağımsızlığı için yapılan ve kazanılan bir kurtuluş savaşının nüvesidir aslında.  Bu bağlamda da Dünya tarihinde tek ve ancak Türk’e yakışan bir niteliktedir. İşte Atatürk’ün başarısının sırrı da aslında Türk kimliğinde gizlidir.

            Bu itibarla da Türk İhtilali, kansız, kavgasız bir halk iradesi sonucu Dünya da bir eşi daha olmayan ve bir milletin ve onun Devletinin yeniden doğuşu inkılabıdır. Yani herhangi bir fikrî/siyasi bir müdahaleden bağımsız tertemiz bir milli ihtilaldir aslında. Ve ihtilalin milli olabilmesi için önce milletinin olması şarttır. Batı her ne kadar kabul etmekte zorlansa da yüzbinlerce yıllık bu millet, TÜRK MİLLETİDİR, Devleti de TÜRKİYE CUMHURİYETİDİR...

                                                                                   Serendip Altındal




17 Kasım 2019 Pazar

YAPRAK DÖKÜMÜ..


             Ölüsünden bile duyulan korku, çaresizlik ve emperyalist misyon gereği de hedef yapılan Atatürk, son tepkide, Osmanlı dan hazır bir miras aldığı savıyla da gülünç ve akıl dışı yeni bir gündeme taşındı. O zaman sormak lazım bu okuma özürlülere; acaba hangi Atatürk Osmanlı dan elle tutulur bir alt yapı mirası almıştı. Atatürk İnkılabı ortadadır, acaba hangi reformun Osmanlı da daha öncesi bir karşılığı vardı ki Atatürk ondan istifade ederek işini kolaylaştırmış olsundu.

            Bu bizim milli Şefimiz ve bütün Dünya’nın asrın lideri olarak kabul ettiği Atatürk’se asla olamaz. Başka bir Atatürk’se onu da bu masalı uydurana sormak lazım. Çünkü tarih bile böylesini tanımıyor. En iyisi bu abesi iddia edenlere; tarafsız olmak için hadi bırakın bizim arşivleri, yabancı ülkelerin arşivlerinde Atatürk adıyla bir araştırma yapın demek daha uygun düşer. Bilmediklerinizi de misliyle öğrenirsiniz ve bir daha da kendi tarihlerini bile bilmeyenlerin böylesi trajikomik durumlarına düşmezsiniz, muhteremler.

            Daha da ötesi, Akşener tabiriyle, pelüş kafalı dostunuz Trump’ın ülkesindeki arşivlere önce bakın ki hani aradığınız ve sizi teyit edip Atatürk’ü yeren negatif ifadeleri belki bulabilesiniz. Ama hiç zahmet etmeyin, çünkü orada da duvara toslarsınız. İyisi mi siz vazgeçin bu abesle iştigalden ve Devletinizi yönetmeye bakın, becerebildiğiniz kadar, hiç olmazsa son yaprak dökümünüzde, daha fazla da gülünç ve itici olmayın. Bu belki biraz fayda sağlar İzmir marşıyla ve hızlı adımlarla son gidişinize.

§          Aziz Vekilim,
Dün geceki münakaşalarımızın ışığı altında zatıâlinize, memleketin huzur ve istikrarı için alınması lazım gelen tedbir ve kararlar hakkında görüşlerimi bildirmeyi, milli, vatani bir vazife bilirim.
Sayın başvekilin açıklamalarını dinledim ve okudum. Bunlarda, benim düşündüklerimin kabulüne müsait bir zemin, henüz mevcut olmadığı, aşikâr olarak belliyse de, gene de düşüncelerimin sizlere iblağının zaruretine inanıyorum.

Muhterem Vekilim,
      Şu hakikati kabul etmek lazımdır ki, Kayseri hadiseleriyle başlayıp, son karar ve feci olaylara kadar varan sahneler, vatandaş ruhunda derin tesirler ve hükümete karşı telafisi kabil olmayan hoşnutsuzluklar yaratmıştır.

Sayın Vekilim,
Bu ahval küçümsenecek, cebir ve şiddetle değiştirilecek şeylerden değildir. Memleket, hükümet ve partinizin düştüğü bu müşkül vaziyeti kurtarmak için, sükûnetli, fakat ciddi ve zecri tedbirler almak lazımdır. Bu tedbirler şunlar olmalıdır:

1. Cumhurbaşkanı istifa etmelidir. Çünkü bütün fenalıkların bu zattan geldiği hakkında umumi bir kanaat vardır.
      2. Kabinede iyi kabul edilmeyen ve suihalleri bütün memlekete yayılmış bulunan zevat, çıkarılmalıdır. Ve yeni kabine, mutlaka, dürüst, makul, zorcu değil, adalet ve şefkat hissi taşıyan zevattan kurulmalıdır.
      3. İstanbul, Ankara valileri ve emniyet müdürleri süratle değiştirilmelidir.
      4. Ankara örfi idare kumandanı derhal değiştirilmelidir.
      5. Son çıkarılan ve tahkikat komisyonları ihdas eden kanun kaldırılmalıdır.
      6. Mevkuf gazeteciler, bir af kanunuyla, kısa zamanda tahliye edilmelidir.
      7. Son hadisede tevkif edilen talebeler serbest bırakılmalı, ilim müesseseleri, yeniden faaliyete geçmelidir.
      8. Şimdiye kadar çıkarılan bütün antidemokratik kanunlar, tedricen kaldırılmalıdır.
      9. Vatandaşın hürriyet ve eşit muamele hakkına, mutlak surette riayet edilmelidir.
      10. Din simsarlığından vazgeçilmelidir.
      11. Suiistimaller oluyor mu bilmiyorum. Fakat olduğu hakkında umumi bir kanaat mevcuttur. Ve milletin, hükümete karşı itimatsızlığına sebep olmaktadır. Bu gibi kötülüklerin şiddete bertaraf edilmeleri lazımdır.
      12. Müstesna zamanlar ve günler haricinde hükümet büyüklerinin memleket gezilerinde, suni büyük vatandaş topluluklarıyla karşılanmaları usulü terk edilmelidir.

Muhterem Vekilim,
Bu yazdıklarım, asla bir parti ve politika mülahaza ve tesiriyle yazılmamıştır. Memleketin durumunun bu tedbirlerin alınmasını zaruri kıldığına inandığım için arz edilmiştir. Sizlerin vatanperverlik ve vicdanlarınıza hitap ediyorum. İyi düşününüz. İyi hareketler yapınız. Memlekette çok şeyler yapacağınız muhakkaktır. Fakat bu, asla kâfi değildir. Bu yapılan işleri, müstemleke idareleri de yapar, yapıyor ve yapmıştır. Asıl mühim olan, toplumun ruhunda, yaşama şevk ve azminin geliştirilmesi, hak ve hürriyet aşkının kökleştirilmesi ve vatandaş idrakinin, yüksek ve necip hislerle donatılmasıdır.
Olaylar, bu yolda olmadığınızı göstermektedir. Talebelerin, hürriyet duygusuyla yaptıkları masumane tezahürata karşı, kıtalar sevk edilmesi ve onların desteğiyle, emniyet kuvvetlerinin, ilim yuvalarının içine kadar girerek talebeleri, profesörleriyle beraber coplarla ve kurşunlarla tedip etmesi, dünyada görülmemiş feci bir şeydir. O hengâmede kız talebelerin yürekler parçalayan çığlıklarının, analar, babalar ve halk ruhunda onulmaz yaralar açacağını ve açtığını anlamamak, memleketin huzuru bakımından büyük bir hata ve hazin bir gaflet olduğuna kaniim. Bizim gençlerimizde hak, adalet ve hürriyet duygularının gelişmesinden ve kemalinden memnun olmamız lazım gelmez mi? İstikbali, hissiz, duygusuz, müstemleke ruhlu, yalnız maddeci bedbaht insanlara mı bırakmak istiyorsunuz?

Sayın Vekilim,
Maruzatım muhakkak ki, çok mühim ve hatta çok cüretkâranedir. Fakat memleket için, milletin selameti için, hükümet ve hatta partinizin kurtarılması için, dikkate alınması lazımdır.
Ve hatta çok lazımdır. Saygılarımla.

            3.V.1960
            Kara Kuvvetleri Kumandanı
            Orgeneral Cemal Gürsel

MEKTUBUN DİĞER BİR ÖNEMİ
Ama bu mektubun diğer bir önemi de var. O da, yalnız o güne ve o günün problemlerine değil, her zaman için hele günümüze de ışık tutan birtakım toplum gerçeklerine temas etmesidir. Yani şu demektir ki, toplumda şartlar, Cemal Gürsel’in mektubunda sıralandığı gibi birikirse, toplum hasta demektir. Yani bir toplumda eğer din simsarlığı yapılırsa, coplu, silahlı kuvvetle üniversitelere saldırılırsa, meydanlarda hak ve hürriyet için gösteri yapan gençlere çullanılır ve bu meydanlardan taşan çığlıklar yeri göğü çınlatırsa, hulasa toplumun ruhunda gelişen çağdaş ve ileriye müteveccih hamleler zorla, baskıyla bastırılır zannedilirse, suiistimaller alır yürür, hatta suiistimal, bir nizam-ı âlem haline gelirse ve fazla olarak da bir iktidar, tıpkı bu mektubun yazıldığı zamanki iktidar gibi:
— Ben’i m, başkası yok!
Derse, o zaman ve o ülkede Gürsel’in bu mektubunu, her gün vatandaşa yaymak, her gün bu nasihatlere ihtiyacı olanlara duyurmak, galiba bir toplum vazifesi halini alır...
                                                                       (Menderesin Dramı, s. 392-393, Ş. S. Aydemir)

            Cemal Gürsel’in 27. Mayıs.1960 İhtilali öncesi Savunma Bakanı Ethem Menderes’e yazdığı bu mektup şayet DP adresli değil de bugün AKP adresli olsaydı, herhalde AKP’lilerin bile itirazı olmazdı. Dolayısıyla ‘mektubun önemi’ maddesini uygulayarak bizde toplumsal görevimizi yerine getirmiş olalım. Ve hiç unutmayalım ki şayet o zaman, çıkmaz yolda olan DP Hükümeti istifa edip yeni seçimlerin önünü açmış olsaydı, İhtilal de olmaz, Yassıada mahkemelerine de gerek kalmazdı.

Ne var ki Bayar, istifa etmeye kararlı ve bunu da açıklamış olan Menderesi de engelleyerek ve ‘Seçimle geldim seçimle giderim’ diyerek, bu son kurtuluş yolunu da tıkamıştı. Oysa Bayar’ın unuttuğu veya hiç kabul etmek istemediği, seçim yoluna, artık istibdata dönüşmüş DP iktidarında bariyer döşenmiş olduğundan, DP’yi çoktan dıştalamış olan seçmenin, hangi seçim olanağı kalmıştı ki. Belki de Anayasa ihlalcilerinin başı olarak, ilk önce asılması gereken, Bayar’dı aslında…

            Kırılan ve artık Cumhuriyet resmine zarar vermekte olan çerçeveyi, biran önce bir yenisiyle değiştirmek gerekmektedir. Trump buluşmasında; USA ile Türkiye arasında, dışarıda güvercin içeride atmaca kesilen Cumhurbaşkanı nedeniyle, AB’nin de desteklediği yeni bir yol gündeme geldiyse de, Erdoğan İslamcılığı paradoksuyla, Türkiye Cumhuriyeti gerçeği ne kadar uyum sağlar. Veya bu ikilinin yeni emperyalist yolda birlikte yer alıp alamayacağı da açıklık kazanmış değildir. Tabii konuya bir de bu perspektiften bakmak gerekir.  İşte bizim için ele alınması gereken asıl mesele de budur.

            Bu arada söylememiş de olmayalım! Ali Babacan, biyolojik olarak Menderes’e benzer bir görüntü veriyor hani. Hele yüklendiği USA misyonuna, ülkesine zarar vermek pahasına bu kadar göbekten bağlı bir Erdoğan yanında, Ali Babacan göstergesi, çok daha bağımsız ve güvenilir kalıyor. Elbette aklı başında AKP’liler de bu farkı, kesinlikle yadsımayacaklardır. 

            Diğer yanda sınır komşusu ve her zaman güvenilecek Atatürk hamurunda bir lideri de olmayan; ama güçlü bir NATO Türkiye’si yerine, bugünkü güvenilmez yönetim anlayışı ve jeostratejik şartları nedeniyle, kontrol edilmesi hatta zorunlu hale gelmiş olan bir Türkiye’nin, neden Rusya’nın menfaatine daha uygun olduğuna da anlayış göstermek gerekir. Çünkü her Devletin her türlü antlaşmada, önce kendi menfaatini ön planda tutması eşyanın tabiatı gereğidir.

            Ki bu görüşte ne kadar haklı olduğumuz, Barış Pınarı hareketindeki Rusya’nın, ikircikli tutumuyla daha da anlaşılır olmuştur herhalde. Yani bizdeki lider kendi üslubuna yakışan bir karşılık bulmuştur sonuçta. Yalnız bu durum, karşı tarafın da aynı üslubu benimsediği anlamını taşımaz şüphesiz.

                                                           Serendip Altındal





9 Kasım 2019 Cumartesi

ONU ANMAK..


           

            Çin’den yeni ipek yolunu takiben gelip, Marmara ray üzerinden Avrupa’ya geçen ilk yük treni, Çin Seddi gibi tarihi bir projenin de kurdelesini kesmiş oldu. Bu tarih, ileride Batı ile Doğu arasındaki 21 Yüzyıl yeni ticaret hattının da miladı olacaktır. Ne hayırdır bize ki böyle bir tarihi projede aynı geçiş kavşağını, Osmanlı döneminde olduğu gibi yine tutmaktayız. Şayet ikinci Dünya harbine girmiş olsaydık acaba bunu görebilir miydik? O halde bu saadeti bize yaşatan yüce Atatürk ve ikinci adamı İnönü’yü rahmetle tekrar anmalıyız.

            Şayet bu defa aklımızı kullanabilirsek, Avrupa sanayi devriminden önce bu güzergâhı elinde boşu boşuna tutan ve eline akan muhteşem gelirle, daha o zaman Avrupa’yla birlikte ya da daha önce sanayi devrimini de yapabilecek olan Osmanlının yapamadığını, belki bugün akacak daha da büyük milli gelirle, bizim yapabilmemiz gerçekleşecektir. Ve Atatürk inkılabının eksik kalan sanayi devrimini ve toprak reformunu tamamlayabilmek de, mümkün olabilecektir.

            Ne var ki o dönemlerin, bütün yaşamlarını haremler ve içki safahatı arasında geçiren Sultanlarından, daha iyi ve bugün bize altyapı olabilecek bir miras kalması da elbette beklenemezdi. Yani haydan gelen sadece huya gitmişti o dönemde. Bugünse en büyük tehlike, oligarşik demokrasi başıbozukluğumuz içinde, bir de örtülü ödenekle şişirilen, denetimsiz milli Bütçemiz ve dolayısıyla da artan dış borç yükümüzdür. Yalnız bu defa akıllı olabilirsek, bunlar da problem olmaktan çıkar.

            Güney Amerika’nın oligarşik Hükümetleri ülkelerinde, USA hazinesinden beslenen egemen aileleriyle, ülke Parlamentolarına el koymuşlardır.  Oysa Türkiye Cumhuriyetimizin USA ile onlar gibi jeopolitik bir göbek bağı da yoktur.  İyi ki biz oligark bir Güney Amerika ülkesi değiliz, ya bir de olsaydık(!), acaba sevinelim mi?

            Buna rağmen 1946’dan beri Marshall yaftalı, sonra da 1950 den itibaren Menderes Hükümetiyle ve Fatin Rüştü Zorlu’nun tek adam imzalı CENTO paradoksu bağlamında tek taraflı ikili anlaşmalarıyla – ki bugün bile bu anlaşmaların ne olduğu bilinmemektedir. Çünkü arşivlerde yokturlar. -  USA ile istemesek de bir göbek bağımız oluşmuş ve bugün Erdoğan ve şürekâsının mal varlığı nedeniyle de halen ve maalesef bu durum aleyhimize devam etmektedir. Diğer problemleri bile bastıran asıl sorunumuz budur aslında.

            Esasen İnönü 1950 de Menderes’e, bırakın USA’yı, üstünde hiçbir yabancı Devlet denetimi olmayan ve tam bağımsız bir ülke teslim etmişti. İşte ne olduysa bu devri teslimden sonra, Menderes döneminde yapılan tek taraflı sözde ikili anlaşmalarla olmuş ve biz bugünlere çeşitli emperyalist siyasa oyunlarıyla getirilmişizdir. AKP döneminde ise, vaktiyle bize kalan bir miktar bağımsızlığımızın üstüne; milli kaynaklarımızın babalar gibi satılmasından veya özelleştirilmesinden sonra bir de tüy dikilmiştir.

            Bugün bir de FETÖ rüzgârıyla bizi cereyanda bırakıp ciğerlerimizi üşüten AKP Hükümetiyle, zamanında Menderes’in Said’i Nursi’ye kol kanat germesi sanki birbirinin kopyası gibidir. Ki burada Menderes’ten kopya çeken Erdoğan’dır. Ve AKP ile DP’nin, Menderes ile Erdoğan’ın bu özdeşliği, AKP’nin sonu açısından da düşündürücüdür.

            Cumhuriyet Devriminden sonra Menderes döneminde, din ilk defa siyasete alet edilmiştir. Belki de bu yüzden Menderes’in gidişi acıklı oldu. Belki dini siyasete alet etmesi, bu son da en büyük etkendi. Ne var ki 1959’un son döneminde ve partisinin kendisini içine düşürdüğü siyasi kaos içinde çırpındığı günlerde, şayet aklını kullanıp istifa etseydi, belki de şimdi yaşıyor ve kendi adına konuşuyor olurdu.

            Bu yüzden de bugünkülerin çok daha dikkatli olmaları gerekir. Çünkü şeriat ateşiyle fazla oynamak, kendileri içinde çok yakıcı olabilir. Zira Türk Ulusunun can suyu olan, kalbimize gömülmüş Atatürk inkılabının ve asil Cumhuriyetimizin asla bir geriye dönüşü yoktur. Çünkü tarih geriye döndürülemez.

            İslam’ın dört şartı; inanç, ibadet, ahret cezaları, insani ilişkilerdir. İlk üç şart kulla, Allah arasında olan ve Devletin müdahale etmediği şartlardır. İnsan ilişkileri ise Devletin kanunlarla sağladığı bir düzen içerir. Din budur aslında. Yoksa içinde fırkalara (tarikat), tekke ve zaviyelere vs. ve hele de din ticaretine asla yer yoktur.

            İşte bu gerçekçi, İslam bilinci kültürüyle konuya bakan Atatürk, Cumhuriyetin laik metaı içinde bu esası, olması gerektiği aslına uygun bir şekle getirmiştir. Yani İslam’ı aslında özüne dönüştürmüştür. Ve Hz. Muhammed bugün yaşıyor olsaydı, herhalde Atatürk’ü büyük bir coşkuyla alnından defalarca öperdi.  Ve onun, biyolojik olarak içinde yaşamadığı (ashap olmadığı) halde, Ehli Beyt yasalarına nasıl bu kadar sadık olduğuna da, şaşkınlığını gizleyemezdi mutlaka.

            Resimde Atasının posterine çiçek sunan küçük Azra’nın, Atatürk hayali o kadar canlıydı ki ona Atasının yaşamadığı nasıl anlatılabilsindi. Çünkü biraz daha büyüdüğünde ancak, diğerleri gibi Atasının aslında ölmediğini ve asla da ölmeyeceğini anlayabilecekti…


            İYİKİ VAR OLMUŞSUN SEVGİLİ ATATÜRK. KALP ÇERÇEVELERİMİZ İÇİNDE SENİNLE KENETLENMİŞ OLARAK, EBEDİYETE KADAR YAŞAMAK, TÜRK ULUSUMUZA NASİP OLSUN…

                                                                       Serendip Altındal