30 Aralık 2013 Pazartesi

ZİLLETLE YAŞAM..

            Birileri Abdullah Gül'den sanki medet umuyor gibiler şimdilerde bu ülkede. Oysa biraderlerin hep birlikte içinde bulundukları destansı çürümenin baş müderrisi o hazrettir. Eğitimiyle birlikte başlayan içerde ve dışarıda ki yanardönerli(!) siyasi yaşam öyküsü, aslında bu günlerinin de habercisiydi. Fazilet, Refah sonra da kurucusu olduğu AKP’de, birbirinden 180 derece tutarsız takiye manevralı hezeyanlarıyla, parti içi çürümenin emsalsiz bir örneği olmadı mı, siyasi yaşamında hep.
            Bunu ben söylemiyorum. “Musa’nın Çocukları”nın hayat belgeseli, Ergün Poyraz'a makûs bir talih olmuş olsa da, tanınmasının da önünü açmıştır. Adamcağız eksiksiz belgelemiş doğrusu. Aşağıda kitabından küçük bir alıntıyı okuyacaksınız.

§ Abdullah Gül'de Türklükten Rahatsız:
Tayyip'in danışmanı Mehmet Metiner "Yemyeşil Şeriat" kitabının 481. sayfasında Abdullah Gül’ün "Ne Mutlu Türküm Diyene" sözünden duyduğu rahatsızlığı ve konu ile ilgili bazı açıklamalarına yer veriliyordu:
"...Abdullah Gül: Asıl çözüm İslam kardeşliği o dönemde İslamcı siyasetçilerimizin, yani RP'de siyaset yapan aktörlerin, şiddet sarmalındaki Kürt sorununa ilişkin neler dediğine bakmakta yarar olduğu kanısındayım. O gün söylenenler ile bugün söylenenler arasındaki farkı görmek acısından çok gerekli ayrıca.
Osman Tunç’un yönettiği, DYP'den Baki Tuğ, DEP’ ten Remzi Kartal ve RP'den Abdullah Gül’ün katıldığı "Kürt sorununda şiddet-siyaset çekişmesi" başlıklı açıkoturumda Gül’ün söyledikleri o günkü anlayışına uygun "dini bir söyleme" yaslanıyordu bütün bütüne.
Bugün Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olan Abdullah Gül, o tarihte RP Genel Başkan Yardımcısı ve Kayseri Milletvekili sıfatıyla bakınız neler diyordu:
"Simdi ben bu meseleye farklı yaklaşmak istiyorum. Bunlar benim şahsi görüşlerimdir. Bir ırk asabiyeti içerisinde değil. Çünkü ben Kayseri'de, Remzi Bey Van'da doğarken iradelerimiz dışında olan şeylerdir. Dolayısıyla meseleye biraz daha inanç birliği acısından değinmek istiyorum.(...)
"Ne Trablusgarp'ta savaşırken, ne Medine'yi müdafaa ederken, ne de Çanakkale’de çarpışırken sen Kürt müsün,? Çerkez misin, Türk müsün diye kimse sormuyordu. Bunu sormayı inancına, ahlakına yakıştıramazdı. İslam ahlakından gelen böyle bir kaygı yoktu. Böyle bir birlik, böyle bir yapı içerisinden geldik.(...)
Fakat Osmanlı'dan sonra, yeni Türkiye Cumhuriyeti'nde özellikle tek parti diktatoryası oyle yanlıs politikalar izlemistir ki, burada Kurt orijinli olan arkadaslarımızı, vatandaslarımızı değil Turk olanları da mahvetmistir. Mesela bir Atıf Hoca Kurt değildi ki! Dolayısıyla devletin bu yanlıs politikası, Kürt-Türk'ten cok Türkiye'ye giydirilmek istenen bir elbise olmuştur ki, bu milletin örfüne, âdetine, geçmişine zıt olan bir yapıdır.
Gösterebilir misin, resmi ideolojiyle bütünleşmiş olan Kürt vatandaslarımızın hor görüldüğünü? Ama çok Turk gösterebilirim ki ezilmiştir. Dolayısıyla sunu demek istiyorum. Meselenin ortaya çıkması ırki bir asabiyetten olmamıştır. Ama bu 70 senelik uygulamalar Türkiye’yi şimdiki duruma getirmiştir.(...) (Musa’nın Gül’ü – Ergün Poyraz)


            Çanakkale, Trablus, Medine vs. savunmalarından bahsederken, o savunmaları tek yumruk bütün TÜRK ULUSU’NUN yaptığını unutmuş olmalı herhalde muhterem Gül. Bu eksikliği, ulus devlet kavramının farkında olmadığının da bir göstergesidir aslında. Entelektüel(!) bir Doçent Dr. adına vah ki ne vah! Ayrıca dışarıdan parmak atılmazsa, bir ülkenin milli birliğinin, o ülkenin farklı etnik kökenli – ki her devlette farklı ırklar mevcuttur - vatandaşları tarafından, kendiliğinden bozulamayacağını da bilmez mi pekiyi bu zat. Şayet bilmiyorsa İngiltere’de ne öğretmişlerdir kendisine acaba? Yoksa ABD, İngiliz, Fransız veya Alman vs. ulus devletlerin bütün vatandaşları aynı ırktan mıdır?
            İlave olarak, Avrasya-Avrupa köprüsü olan Türkiye’mizin hayati stratejik konumunun, emperyalist için yüzyıllardır taşıdığı önemin ve bu önem dolayısıyla da esasen her fırsatta içimizde ki azınlıklara oynandığının farkında değilmidir. Hem de ülkenin ne yazık ki Başbakanı da olmuş bir vatandaşı olarak. Anlaşılan Abdullah Gül’ün, asıl kaynağı Cumhuriyet alerjisi olan evrensel İslami(!); ama Ehli Beyt olmayan fırkasal bakışı, ULUS devletlere karşı alerji taşıyan emperyalist kampus devleti ABD için de, biçilmiş kaftan olduğundan, küresel İslam(!) – doğrusu Vatikan İslami -  maskeli çokuluslu soygunun, daha verimli olacağına ABD’yi de ikna etmişti.
            Nitekim İngiltere de okurken, arada sırada yaptığı Kilise ziyaretlerinden döndüğünde, orada ne yaptığını soranlara, Gül’ün “Rahip izniyle namaz kılıyordum”(…) mizahı da belgeleniyor aynı kitapta. Bu bağlamda Okyanuslu senaristin ikisini birden kullandığı “AKP Haramiler Hükümeti” adlı oyunda, baş oğlan ve hamal figüran olan Erdoğan için de bir şeyler söylemek gerekirse; sadece aşağıda ki dörtlüğümün yeterli olacağını düşünüyorum.

                                   Tencere dibin kara   
                                   Seninki alayımızdan da kara
                                   Ulan utanmadan hala
                                   Sallıyorsun makara kukara

                                   Allahım var deme
                                   Şirk koyma tanrına
                                   Salladığın yetmedi mi yıllarca
                                   Şimdi ağlama boşuna
                                              
                                   Nadim ol kandırma daha fazla
                                   Ümmetini yok yere
                                   Zira sende muhtaçsın
                                   Sonda bir arşın peşkire

                                   Kör inadı bırak
                                   Zilletinden utanda biraz
                                   Terk et fitneyi günah çıkar
                                   Etme boşuna niyaz
                                                                                                                                            
                                   Bindiysen de elin sandalına
                                   Kaldıysan da Okyanusta artık tek başına 
                                   Ve boğuluyorken haram denizinde
                                   Nasıl kafadır ki bu ZURNAN hala elinde

                                   Oysa son deliğisin
                                   Bak bu halinle
                                   Ve Musa'nın çocuklarının
                                   Kafadan çürüttüğü partinle

                                   Uyma daha fazla elin aklına
                                   Hiç olmazsa sonunda
                                   Gel artık imana
                                   Kalan aklını kullan da gir adalet denen limana...

            Bu fırsatla, bütün dost ve okurlarımın aileleriyle birlikte yeni yıllarını en içten dileklerimle kutluyor, sağlık, mutluluk ve esenlikler diliyorum aziz vatanlarında ve İnşallah 1914 ile başlayacak – AKP’siz - aydınlık yarınlarında…
                                                                                                         
                                                                                                          Serendip Altındal

Video Kanalım

26 Aralık 2013 Perşembe

MUDANYADAN SEVGİLERLE..

            Dün akşam Mudanya Uğur Mumcu Salonunda, İsmet İnönü anısına CHP ilçe ocağının davetlisi olarak bir sunum yapacak olan sevgili Erol Mütercimleri dinlemek üzere sahilde yürürken, kafamın içinde yuvarlanan topların arasında bu yazı yoktu aslında. Bir köşede Sezar Borjiya ile benzer bulduğum bizim topçu Erdoğan, oyunun son dakikalarında takımı adına bir serbest vuruş yapmaya hazırlanırken, karşı kalede ki Kılıçdaroğlu onu dikkatle izliyordu.
                       
            Mütercimlerin konuşmasının başlarında, Mudanya Mütarekesini, İstiklal Zaferinin sonrasında kazanılan ve aslında bu tarihi Zaferi perçinleyen, Lozan antlaşmasının da dönüm noktası yapan önemini, bilmeyenlere anlatırken tarafımdan da kuvvetle alkışlanıyordu hiç şüphesiz.
            Bu bağlamda birinci adamların en büyük şansının, arkalarında iyi bir ikinciye sahip olmak, gerçeğini vurgularken ve üstüne CHP milletvekillerinin, hükümeti Demokrat olmayan, dolayısı ile de şansların eşit olmadığı bir mecliste, işlerinin çok zor olduğunu ifade ederken de çok haklıydı kuşkusuz.
            Hele Mudanya Mütarekesi olmasaydı, bir Lozan Zaferinin de olamayacağını, Mudanya'nın bizim ve dış güçler için dünyada bir tane olduğunu; bu ilçede aslında uluslararası sempozyumlar düzenlenmesinin de gerektiğini betimlerken de, yerden göğe kadar haklıydı. Hele de bu şerefli tarihi mirası, taşımak ve savunmak zorunda olan bütün CHP milletvekillerinin, Cumhuriyet tarihini ezbere bilmek zorunda olduklarını, 36 yıllık bir eğitim görevlisi olarak söylerken de, sanki bir adalet abidesi olmuştu. Ne yazık ki ancak yarısı dolu olan salonda.

            Ne var ki Amerika ziyaretinde yaptığı kişisel görüşmelerinde, herkes tarafından beklenenin de üstünde aydın bir kişiliğe sahip olduğu söylenen, mütevazı Kılıçdaroğlundan bahsederken, kıvanç duyup alkışlamadığımızı söylemesem haksızlık etmiş olurum. Bir yandan da yasam yürütücü kuvvetlerin bile savcılara hükmetmek rolüne tersyüz edildiği bir sanal demokraside, içinde bulunduğu adil olmayan durumda, siyaset yapması gereken bir adamcağızın, siyasi(!) zorluğunun da farkında olmak zorundayız.

            İşte o zaman Mudanyalının bu bağlamda ki duyarsızlığını ve yetersizliğini, CHP ocağının çok daha fazla çalışması gerektiğini, doğma büyüme İstanbullu: ama sonradan olma zorunlu bir Mudanyalı olarak içimde hissettim. Ve iki sokak ötede oturduğu halde böylesi hem de beleş(!) bir sunuya iştirak etme zahmetine bile katılmayan; ama aslında kişiliklerini bütünleyecek böyle bir belgesele bile tahammülleri olmayan insanlara, bundan sonra nasıl vatandaşım diyebileceğimi de sorguluyordum doğrusu artık.

            Atatürk'ün Mudanya'yı, haritada yerini bile bulamayan ihtilaf kuvvetlerine, nasıl mütareke noktası olarak kabul ettirebildiğini, neden Lozan heyetinin de başına İsmet İnönü’yü tensip ettiğini, öyle bir iki satırla ifade etmeye kalkmak bu yazının harcı değildir. Bu tarih kronolojik olarak CHP tarafından, bilhassa da genç kuşaklarına en azından bir parti içi semineriyle, ezberletilmelidir.

            Yukarda ki ve son yaşadığımız gerçeklerin ışığında; yurdumun bütün vatanseverlerine, başlarında da yeni hükümet adayı olan CHP ye, itidal, ahde vefa, daha bir dik duruş (tam bağımsız ve her riski göze alan) tavsiye etmekten başka da bir şey kalmıyor artık bize, bundan sonra milli birlimiz adına...

                                                                                  Serendip Altındal



21 Aralık 2013 Cumartesi

KAN KAYBEDİYORUZ, YETER!!..

            Son dışkılarından sonra, 11 yıldır taşıdığı maskesi paramparça olmuş ve artık iğrenç yüzü de ortaya çıkmış olan bu devşirme iktidarın, başımızda süregelen mevcudiyetinin her geçen günü, ülkemiz için aşırı kan kaybına sebep olmaktadır.

            Adam içinde bulunduğu ruhsal davranış bozukluğu ile açıkça diyor ki; ortanızdan ikiye de çatlasanız, iktidarı bırakmaya hiç niyetim yok. Daha başka türlü de nasıl ifade etsin ki. Hal bu ise, böylesini kulağından tutup sandalyesinden fırlatmaktan başka da ne kalıyor ki bu millete, milli müktesebatı adına. Durumun başka bir izahı olabilir mi? Olursa da yalan ve riya olur artık bundan sonra.
            Bu işi yaparken de hemen, bağımsız bütünlüğümüz adına, milli bir hükümetle, daha eskilerden sarkan emperyalist bağımlılığın - Menderesten beri böyle olmasaydı, bir Erdoğan hükümeti asla oluşamazdı bu ülkede - çakma hükümet tasviriyle(!) son 11 yıldır da iyice harap ettiği ülkemizi, yeniden kendi ayaklarının üstüne dikerek onarmaktan başka bir aciliyetimiz mi var başka da acaba? Akla gelen diğer ekonomik çıkmaz, çapsız dış siyaset, milli savunma, bölücülük vs. gibi sorunlarsa, bu resmin içinde yer alan; ama bağımsız Türk Ulusunun yine kolayca üstesinden geleceği zahiri olgulardır sadece.

            Demek oluyor ki ilk yapılacak iş, bu kokuşmuşlardan ne pahasına olursa olsun biran önce kurtulmaktır. Bunun için de en akılcı tutum, tam da seçimler öncesi Amerika’yı yeniden keşfetmeye kalkarak daha da ufalmak yerine, eldeki mevcut CHP muhalefetinde tek yumruk olarak birlikte büyümektir. Ve kesinlikle unutulmamalıdır ki, neresinden bakılırsa bakılsın, gelecek hükümet, mevcut olan gibi asla çürük ve anti milli olmayacaktır.

            Pekiyi ordumuzun pasifize edilmiş görüntüsümüdür(!) bu herifleri bu kadar cesaretlendiren. Pekiyi halkı, milleti, ulusu da yok mudur bu devletin ki, beyzadeler onu ciddiye almamaktadırlar. İşte işin en utanç veren yanı da budur aslında. Şayet bunun da doğru olmadığını biliyorsak, o halde daha ne bekleniyor diye sormak gerekmez mi cümleten. Yoksa seçimlere kadar dişimizi sıkalım, bir yanlış yapmayalım mı diye düşünülmektedir. Bu bağlamda, demokrasiyle gelen iktidar kisveli tramvaycılar cemaatinin, demokrasiyle de gitmeye hiç niyetleri olmadığını da artık anladıktan sonra, hala bu saçmalıkta ısrar niyedir o halde. Yoksa işin arkasında, halktan gizlenen başka göbek bağları mı oluşturulmaktadır.

            Seçim beklentisi görüşümüzü esas alırsak; pekiyi bir seçim garantiniz mi vardır efendiler. Sorusu akla gelecektir hemen o zaman. Öyle ya Allah ile aldatılmış torbacı bir seçmen güruhu, bu pisliği (pardon hükümeti) başımıza getirmedi mi? Şimdi sormayalım mı o zaman, ansız ve kaygısız Başbakanınızın; 1- TSK’nin eliminasyonuna, 2- evde tuttuğu torbacılarına güvenmekte haksız olduğundan, nasıl bu kadar emin oluyorsunuz efendiler diye. Bilin ki bugünlerde sadece bu soruyu sormaktan başka da hiç bir şey yazmak gelmiyor bizatihen içimden. Bu kısa ve sorulmazsa olmaz soruyu sormak yerine, hala uzun uzun bir şeyler anlatmaya kalkanları ise hayretle izliyorum desem yanlış olmaz.
           
            Lütfen inanınız ki; bütün olan bitenden sonra, 'polisin namussuzlar için var olduğu' senteziyle büyümüş ve 'sadece benim polisim namusludur' yalanıyla da kafası iyice karışmış bir ortaokul çocuğunun, bütün bakir saflığı ile soruyorum bu soruyu. Bu soruyu sormaya da, bugün emekli paşalarla bir söyleşinin gerçekleştiği Ulusal kanaldaki programı, iştirakçilere bazı sorular soramadığım için de içim cızlayarak izlerken karar verdim.

            Zira son sözümle de; kadını erkeğiyle asker doğmuş Türk Ulusunun, zemin, zaman, güç faktörlerini de gerektiğinde asla tanımayacağını, her zaman, her zeminde ve sahip olduğu son gücüyle, yeni mucizelere hazır olduğunu, bilhassa belirtmelerini de isteyecektim o emekli Atatürk askerlerinden.

                                                                                  Serendip Altındal



18 Aralık 2013 Çarşamba

SONA DOĞRU..

            Sonun başlangıcı mı, yoksa bacamızdan düşen karanın çöp kutusunda ki kaçınılmaz sonu mu diyelim. Ama karşımızda sırıtıp duran resme baktığımızda, tek gözümüze çarpan, ülkesindeki hukuksuzluğun, utanmadan bir de savcısı olduğunu iddia eden muhteremin, aslında yüz surat taşımadığının da bir kere daha ortaya çıkmasıydı. Adamlarda ki yüz, surat değil sanki plastik duvar kâğıdı sil sil kullan. Neme lazım, seçen iyi seçmiş valla! Adam hala ağzını açtıkça cart curt, arada bir de zart zurt çıkıyor içinden. Yani bildiğiniz gibi Erdoğan cephesinde elan bildik görüntü bu. Hani hikâye de ki inatçının, boğulurken bile eliyle makas göstermesi de, kendi durumunu tamamen tasvir ediyor. Böylesi değil yakın, uzak tarihimizde bile görülmemiştir.

            Empati kurmaya çalışıyorum. Yerinde olsaydın ne yapardın diye kendi kendime soruyorum. Bana fırsat bırakmayan içimde ki ses, SEN kendi dokunla istesen de, ortandan ikiye ayrılsan da onun yerinde olamazdın diyor bana. Anlayacağınız empati bile kuramıyorum muhteremle. Hiç kuşkusuz birçoğunuz da benimle aynı durumdadır. Yani adam nevi şahsına münhasır özel bir imalat veya bir kaza ürünüydü anlaşılan.

            Ender olsa da, tarihte de görülmüştü böyle Tiranlar. Ne var ki hepsinin sonunun, birbirinden ürkütücü ve birbirinin kopyası görüntüler verdiğini yazıyor aynı tarih. İşte şimdi de böyle bir sona doğru yaklaşılıyor. Yapılan birbiri peşine tutuklamalar, bize Ergenekon oyunundan; ama şimdi de senarist cephede cereyan eden tanıdık sahneleri anımsatıyor ve adeta bir misilleme yapılıyor. Birinin de ağzımızdan çalarak kullandığı gibi, 'men Dakka duka' değil mi Erdoğan efendi. O zaman da kastettiğimiz buydu işte. Her zaman da böyle olmuştur. Rüzgâr eken hep fırtına biçer. Bu değişmez kuraldır. Yakında sen de bunu daha iyi anlayacaksın, hiç kuşkun olmasın.

            Demek ki artık filmin sonu göründü. Ve birilerinin ülkenin başına diktikleri kişileri, şimdi de benzer yöntemlerle götürmeye kalktıkları anlaşılıyor. Yani haydan gelen yine huya gidiyor ve tekerrür gerçekleşiyor. Böyle olacağı biliniyor ve bekleniyordu aslında. Ne var ki beklediğimizden daha erken yola çıktı. Durum kendi adıma asla sürpriz değildir. Bundan sonra olan ve olacakları ise ülkeyi kendilerinin sananlar dert edineceklerdir. Biz ise tam bağımsız olabilmenin ve yeni tufalara gelmemenin, önümüzde ki yapısal olgusuna odaklanacağız artık.

            Tayyipler demek istemiyorum. Bu lafı hiç kullanmak istemedim aslında. Çünkü kullanırken de inanın midem kabarıyor. Bu ismi dahi tarif edilmez itici buluyorum. Oysa mazlum ve gariban diğer Tayyiplerin ne günahı var değil mi? Görüldüğü gibi, etrafında ki çemberi yavaş yavaş daralan mahut zat, beklenen en son darbeyi en az bir Ergenekon mağdur’unun acılı keyfiyle(!) yaşamak üzere gün sayıyor artık. Bundan sonra da artık ona kolay gelsin, başka ne diyelim ki!!!

            İtiraf etmem gerekirse; bu olaylar genelinde yine de vicdanımı tek sızlatan, kanı kokuşmuş babalarının zehirleyerek, gençliklerini yaşayamadan geleceklerini kararttıkları evlatlarının durumu oluyor, bir baba ve bir dede olarak benim için. Ayrıca ilave etmeliyim ki; başlarındakilerin kuyruğuna yapışarak ve göze batmadan sinsice nemalanan, bir sürü her kategoriden yandaş cukkacı epikürist de var bu ülkede. Hiç merak etmeyin yakında hepsi yine ortaya çıkar ‘biz biliyorduk’ der ve yeni menfaat odaklarına yönelir bu sütü bozuklar, hiç kuşkunuz olmasın.

            Sözün özüne gelince; adamlık yine de biz de kalsın diyerek, bu cinsi bozuk vatansızların derdest – vatan evladı günahsızlara yaptıkları gibi, ne bir eksik, ne bir fazla – edilip ellerinden bütün manipülasyon araçları alındıktan sonra, yapılacak yeni manüel bir genel seçim sonunda, yüce Türk Ulusu'nun tokadıyla, esasen tarihin çöplüğüne gömüleceğini bildiğimizi de belirtmek istiyoruz. Hem bu sayede yedi düvelin o sanal Demokratlarının da ağızları kapanmış olur...

                                                                                              Serendip Altındal



15 Aralık 2013 Pazar

ATOM İBRANİ..

            Amerikalı, Türk'le bir değildir. Türk, arada bir tutan hıyarlığı yüzünden tufaya gelip, kazara bir devleti kapatırsa, daha da büyüğünü nasıl olsa tekrar açabilir. Dünya medeniyet tarihi de kendisiyle başladığına göre, bu bağlamda ki fazla deneyimi, hiç kimseninkiyle tartışılamaz bile. Oysa alternatifi giderek kendi kaderi olmaya başlayan Amerikalı, aynı durumda değildir.

            Çünkü Avrupa ağırlıklı olmak üzere, dünyanın her bölgesinden çulsuz çapullar, asosyaller kopup gelmiş, güneşte bronzlaşmış göçerler (rençper) oldukları için kendilerine Kızılderili dedikleri, muhtemelen de kıtaların henüz birbirlerinden ayrılmadıkları jeolojik dönemlerden beri – veya batan Mu kıtasından kurtulan - sahipleri ön atalarımız olan Şamanist kardeşlerimizden gasp ettikleri topraklarda, kazara da Ulus olmadıklarından bir kampus devlet kurmuşlar ve kendilerine Amerikalı deyivermişlerdir. Şimdi ise bu kampuslarından da olmak durumundadırlar. Yani haydan gelen, huya gidecektir yakında.

§ Amerika’da ikili bir yönetim var. Birinin ak dediğine ötekisi kara diyor. Amerika’daki Yahudi zenginler Cenevre anlaşmalarına karşı koydu. Anlaşma yapan Amerikan devletini verdiği sözden geri çevirmiş oldu.
Bir anlamda, ABD’nin içindeki iktidar kavgası Cenevre üzerinden, İran halkının içine, başka bir çelişki olarak aktarılmış oldu. (Alıntı – Bülent Esinoğlu 14.12.2013)

            Görülüyor ki, daha önce de yazdığım gibi, eli kolu bağlanarak teslim olduğu içindeki Siyonist’i, giderek sonunu getirecek ve yakın bir gelecekte bizim Coni Volkırı devletsiz bırakacaktır. Hâlbuki kendisinin başını yiyecek Yahudi’nin böyle bir derdi de yoktur. Çünkü Yahudi aslında devletsizdir. Bir devlet kurmaya da ihtiyacı yoktur esasen. Nasıl olsa bütün devletler onundur. Her ülkeye hemen uyum sağlar ve ülke elitinde yerini de alıverir kısa bir zaman sonra. Siz, içinde ağır Yahudi’den (atom İbrani veya Siyonist) başka her milletten Lejyonerin yaşadığı İsrail’e aldanmayın.

            İsrail şimdilik Orta Doğuda, Yahudi paravanı arkasında ki bir Amerikan kalesidir sadece. Pekiyi Tevrat’ta vaat edilen(!) mukaddes topraklar mı? Geçiniz, o da mevcudiyeti ön Trükten çalıntı ve komplo üstüne kurulu Yahudi ezoterizminin günlüğüdür. Ve biz balıkları avlarken, bizi uyutup öteden minareyi götürmek(!) için kullandığı bir balık yemidir.

            Yahudi budur da, ne var ki tarihi müktesebatsızlığında inadı nedeniyle, yeni bir Dünya harbinin tek sorumlusu da olacaktır bu gidişle. İşte Hitler bu genetik tehlikeyi daha o zaman tespit etmişti. Pekiyi bu gerçeği hala göremeyen ve ısrarla artık devletin alternatifi haline gelmiş Siyonist (Yahudi) tabanın kucağında, kendi sonuna doğru koşar adım yaklaşan beyaz Amerikalı, yarın devletsiz ve dımdızlak ortada kaldığında ne bok yiyecektir. O da sonunda, yaratıp başımıza sardığı kripto Kürtleri gibi, bizden toprak mı dilenecektir(!) acaba? Ondan sonra da malum terane gelir artık, herhalde akla. 'Ha sana ha bana, sakalım(!) kaldı Hasana'...
           
                                                                                  Serendip Altındal



10 Aralık 2013 Salı

POPÜLİZM..

            Hayatımda hiç bilardo oynamadım. Istakanın nasıl tutulacağını bile bilmem. Oyunu görsel olarak izlerim sadece. Ne var ki, bazen heyulamda fikirler, sanki masadaki bilardo topları gidi delikler arasında gezinip dururlar. Bugün de öyle oldu. Dönüp duran toplardan birini kaptım. Baktım üstünde DİN yazıyordu.

            Demek ki yine dinle başlayacağız. Bakıldığında beş milyon yıllık Homosaphien tarihinde, sadece üçbin yıl evvel kitaplı dinler ve peygamberlerle tanışılmış. Demek ki dört milyon dokuz yüz doksan yedi bin yıl haybeye(!) yaşamış bizim Âdem babalar. Ne var ki tarihe göre öyle bir şey yok. Mesela bütün kitaplı dinlerden çok önce, ön Türklerle birlikte sahneye giren Gök tanrı (Tengri) ve sonrasında Şamanizm'in ne kitabı ne de bilinen bir peygamberi mevcut değildir.

            Oysa bugün bile Şamanist ritüeller, Türk halk kültüründe yaşatılıyor. Buna göre bilardo topları yuvarlanırken akla gelen, "tanrı kadın mı yoksa erkek mi", "acaba kendisini kimin ya da neyin yarattığını, o da merak etmiş miydi" veya "acaba kendisinden önce ne vardı" vs. gibi sorular da başka bir göreli anlam kazanıyor. Bu bağlamda varılan tek gerçekse, maneviyatı bütünleyen salt din ve iman nedeniyle peygamberlere, fırka, dergâh ve cemaatlere ihtiyaç olmadığı ve kişilerin aslında dinsel özellerini üçüncüsüz, sadece kendi ve tanrı ikilemleri arasında halletmeleri gerektiğidir. Esasen bu husus ayetler, sureler bazında kutsal kitaplarda da farklı ifade edilmemiştir.

                       
            Güncelin sorusu ise; çoğunluğu mütedeyyin bir toplumla, çağdaş ve evrensel bir refah toplumuna nasıl ulaşılır olsa gerekir. Buna cevap ararken de yine topların bir tanesi, "bilinç değeri itibarıyla zor da olsa, böyle bir toplum bile her şeyden önce bağımsız olmalıdır" diyor. Bunun için de ilk önce, milli kaynaklarını satan, imanını istismar eden epikürist siyasilerden biran evvel kurtulmalıdır önerisinde bulunuyor. Bu da bizim için Kemalist doğruyu, yine bıraktığımız yerden tekrar sahiplenmemiz gereğini çağrıştırıyor. Gerisi de nasıl olsa kendiliğinden gelir diyoruz.

            Toplara teşekkür ederiz. Bundan sonrasını bizde kurgularız artık. O halde bir soruyla başlayalım. Pekiyi acilen ihtiyaç hissedilen bu zorunlu mental revizyonu, hangi siyasi lider ve kadrosu gerçekleştirebilecektir. Burada hiç kuşkusuz önce CHP akla geleceğinden, hemen objektife alıyoruz. Objektiften baktığımda da, CHP adına ne yazık ki içimi karalar bağlıyor. Kılıçdaroğlu’nun yine rahmetli Ecevit’in tufasına düşerek eski Amerikan oğlanı Dervişle flörte başladığını görüyorum. Bu yeni Amerikan yumuşakçalığı ise, çizgiye başlamadan önce noktanın konduğunu gösteriyor bize. İşte bu da midemi bulandırıyor.

            Bu durumda artık kendi kendimize soracağımız, "pekiyi şimdi ne yapalım" sorusuna da; her şeye rağmen yine de CHP'yi desteklemeye devam edelim ivmesi ağırlık kazanıyor. Çünkü dört bir koldan, içimizdeki AKP adlı Truva atından kurtulmak zorundayız bir an önce. Bu nedenle de, bir süre daha geleceği karanlık ABD' ile ihtiyar Lejyoneri Derviş aracılığı ile nikâh tazeleme olumsuzluğuna rağmen, ister beğenin, ister beğenmeyin; ama yine de en güçlü muhalefetin CHP olduğu anlaşılıyor. Her ne kadar, belki de ABD ile olan göbek bağı nedeniyle, yine kısa sürecek bir koalitif iktidar adına, bazı öznel değerlerinden vazgeçiyor görünse de.

            Ee ne yaparsın, soğancı komutanından Osmanlı tokadı yiyen, Dolmabahçe sırdaşıyla da iyice sersemleyen, asil şehitleriyle, Silivri’de, Hasdal’da gerçek vatan evlatlarını kilit altında tutan ve bir zamanların aslan yatağı olan TSK; şimdilerde gölge boksuyla uğraşıyor, başında ki de sadece bol bol resim veriyor, boyun eğmekten de muhtemelen boyun fıtığı da çekiyorsa, o zaman da böyle işimiz Allaha kalıyor işte.


            Ne var ki, yerel seçimler şayet ülkenin kaderi olacaksa, popülist çizgide CHP'nin de acilen revizyona ihtiyacı vardır. Her halükarda AKP'nin en güçlü silahı olan popülizm elinden alınmalıdır. Mesela Sarıgül ile İstanbul’da yapılan ilk prezantasyon, yeterinin de üstünde ses getirmiş ve karşı tarafta endişe yaratmıştır. Böyle devam edilmeli ve diğer anakentlerde de benzeri adaylar tercih edilmelidir. Ve asla unutulmamalıdır ki, Erdoğan da salt belediye popülizmi ile bugün ülkenin başına bela olmuştur. O halde popülizm, nohut, makarna, kömür seçmenleri toplumunda, ne yazık ki hala en geçerli modeldir.


             Ve yine unutulmamalıdır ki, bu son şans da olabilir. Zira TCK’nin yeni 53 cü maddesi yoldadır. Buna göre de, sanki bugün mecliste mebzul miktarda yokmuş gibi, sabıkalı hırsız ve tüm sahtekârlara meclisin yolu yasayla da açılacaktır. Konu sadece Apo katilini meclise taşıma meselesi de değildir. Siz anlayın artık gerisini...

                                                                                              Serendip Altındal