30 Aralık 2013 Pazartesi

ZİLLETLE YAŞAM..

            Birileri Abdullah Gül'den sanki medet umuyor gibiler şimdilerde bu ülkede. Oysa biraderlerin hep birlikte içinde bulundukları destansı çürümenin baş müderrisi o hazrettir. Eğitimiyle birlikte başlayan içerde ve dışarıda ki yanardönerli(!) siyasi yaşam öyküsü, aslında bu günlerinin de habercisiydi. Fazilet, Refah sonra da kurucusu olduğu AKP’de, birbirinden 180 derece tutarsız takiye manevralı hezeyanlarıyla, parti içi çürümenin emsalsiz bir örneği olmadı mı, siyasi yaşamında hep.
            Bunu ben söylemiyorum. “Musa’nın Çocukları”nın hayat belgeseli, Ergün Poyraz'a makûs bir talih olmuş olsa da, tanınmasının da önünü açmıştır. Adamcağız eksiksiz belgelemiş doğrusu. Aşağıda kitabından küçük bir alıntıyı okuyacaksınız.

§ Abdullah Gül'de Türklükten Rahatsız:
Tayyip'in danışmanı Mehmet Metiner "Yemyeşil Şeriat" kitabının 481. sayfasında Abdullah Gül’ün "Ne Mutlu Türküm Diyene" sözünden duyduğu rahatsızlığı ve konu ile ilgili bazı açıklamalarına yer veriliyordu:
"...Abdullah Gül: Asıl çözüm İslam kardeşliği o dönemde İslamcı siyasetçilerimizin, yani RP'de siyaset yapan aktörlerin, şiddet sarmalındaki Kürt sorununa ilişkin neler dediğine bakmakta yarar olduğu kanısındayım. O gün söylenenler ile bugün söylenenler arasındaki farkı görmek acısından çok gerekli ayrıca.
Osman Tunç’un yönettiği, DYP'den Baki Tuğ, DEP’ ten Remzi Kartal ve RP'den Abdullah Gül’ün katıldığı "Kürt sorununda şiddet-siyaset çekişmesi" başlıklı açıkoturumda Gül’ün söyledikleri o günkü anlayışına uygun "dini bir söyleme" yaslanıyordu bütün bütüne.
Bugün Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olan Abdullah Gül, o tarihte RP Genel Başkan Yardımcısı ve Kayseri Milletvekili sıfatıyla bakınız neler diyordu:
"Simdi ben bu meseleye farklı yaklaşmak istiyorum. Bunlar benim şahsi görüşlerimdir. Bir ırk asabiyeti içerisinde değil. Çünkü ben Kayseri'de, Remzi Bey Van'da doğarken iradelerimiz dışında olan şeylerdir. Dolayısıyla meseleye biraz daha inanç birliği acısından değinmek istiyorum.(...)
"Ne Trablusgarp'ta savaşırken, ne Medine'yi müdafaa ederken, ne de Çanakkale’de çarpışırken sen Kürt müsün,? Çerkez misin, Türk müsün diye kimse sormuyordu. Bunu sormayı inancına, ahlakına yakıştıramazdı. İslam ahlakından gelen böyle bir kaygı yoktu. Böyle bir birlik, böyle bir yapı içerisinden geldik.(...)
Fakat Osmanlı'dan sonra, yeni Türkiye Cumhuriyeti'nde özellikle tek parti diktatoryası oyle yanlıs politikalar izlemistir ki, burada Kurt orijinli olan arkadaslarımızı, vatandaslarımızı değil Turk olanları da mahvetmistir. Mesela bir Atıf Hoca Kurt değildi ki! Dolayısıyla devletin bu yanlıs politikası, Kürt-Türk'ten cok Türkiye'ye giydirilmek istenen bir elbise olmuştur ki, bu milletin örfüne, âdetine, geçmişine zıt olan bir yapıdır.
Gösterebilir misin, resmi ideolojiyle bütünleşmiş olan Kürt vatandaslarımızın hor görüldüğünü? Ama çok Turk gösterebilirim ki ezilmiştir. Dolayısıyla sunu demek istiyorum. Meselenin ortaya çıkması ırki bir asabiyetten olmamıştır. Ama bu 70 senelik uygulamalar Türkiye’yi şimdiki duruma getirmiştir.(...) (Musa’nın Gül’ü – Ergün Poyraz)


            Çanakkale, Trablus, Medine vs. savunmalarından bahsederken, o savunmaları tek yumruk bütün TÜRK ULUSU’NUN yaptığını unutmuş olmalı herhalde muhterem Gül. Bu eksikliği, ulus devlet kavramının farkında olmadığının da bir göstergesidir aslında. Entelektüel(!) bir Doçent Dr. adına vah ki ne vah! Ayrıca dışarıdan parmak atılmazsa, bir ülkenin milli birliğinin, o ülkenin farklı etnik kökenli – ki her devlette farklı ırklar mevcuttur - vatandaşları tarafından, kendiliğinden bozulamayacağını da bilmez mi pekiyi bu zat. Şayet bilmiyorsa İngiltere’de ne öğretmişlerdir kendisine acaba? Yoksa ABD, İngiliz, Fransız veya Alman vs. ulus devletlerin bütün vatandaşları aynı ırktan mıdır?
            İlave olarak, Avrasya-Avrupa köprüsü olan Türkiye’mizin hayati stratejik konumunun, emperyalist için yüzyıllardır taşıdığı önemin ve bu önem dolayısıyla da esasen her fırsatta içimizde ki azınlıklara oynandığının farkında değilmidir. Hem de ülkenin ne yazık ki Başbakanı da olmuş bir vatandaşı olarak. Anlaşılan Abdullah Gül’ün, asıl kaynağı Cumhuriyet alerjisi olan evrensel İslami(!); ama Ehli Beyt olmayan fırkasal bakışı, ULUS devletlere karşı alerji taşıyan emperyalist kampus devleti ABD için de, biçilmiş kaftan olduğundan, küresel İslam(!) – doğrusu Vatikan İslami -  maskeli çokuluslu soygunun, daha verimli olacağına ABD’yi de ikna etmişti.
            Nitekim İngiltere de okurken, arada sırada yaptığı Kilise ziyaretlerinden döndüğünde, orada ne yaptığını soranlara, Gül’ün “Rahip izniyle namaz kılıyordum”(…) mizahı da belgeleniyor aynı kitapta. Bu bağlamda Okyanuslu senaristin ikisini birden kullandığı “AKP Haramiler Hükümeti” adlı oyunda, baş oğlan ve hamal figüran olan Erdoğan için de bir şeyler söylemek gerekirse; sadece aşağıda ki dörtlüğümün yeterli olacağını düşünüyorum.

                                   Tencere dibin kara   
                                   Seninki alayımızdan da kara
                                   Ulan utanmadan hala
                                   Sallıyorsun makara kukara

                                   Allahım var deme
                                   Şirk koyma tanrına
                                   Salladığın yetmedi mi yıllarca
                                   Şimdi ağlama boşuna
                                              
                                   Nadim ol kandırma daha fazla
                                   Ümmetini yok yere
                                   Zira sende muhtaçsın
                                   Sonda bir arşın peşkire

                                   Kör inadı bırak
                                   Zilletinden utanda biraz
                                   Terk et fitneyi günah çıkar
                                   Etme boşuna niyaz
                                                                                                                                            
                                   Bindiysen de elin sandalına
                                   Kaldıysan da Okyanusta artık tek başına 
                                   Ve boğuluyorken haram denizinde
                                   Nasıl kafadır ki bu ZURNAN hala elinde

                                   Oysa son deliğisin
                                   Bak bu halinle
                                   Ve Musa'nın çocuklarının
                                   Kafadan çürüttüğü partinle

                                   Uyma daha fazla elin aklına
                                   Hiç olmazsa sonunda
                                   Gel artık imana
                                   Kalan aklını kullan da gir adalet denen limana...

            Bu fırsatla, bütün dost ve okurlarımın aileleriyle birlikte yeni yıllarını en içten dileklerimle kutluyor, sağlık, mutluluk ve esenlikler diliyorum aziz vatanlarında ve İnşallah 1914 ile başlayacak – AKP’siz - aydınlık yarınlarında…
                                                                                                         
                                                                                                          Serendip Altındal

Video Kanalım

26 Aralık 2013 Perşembe

MUDANYADAN SEVGİLERLE..

            Dün akşam Mudanya Uğur Mumcu Salonunda, İsmet İnönü anısına CHP ilçe ocağının davetlisi olarak bir sunum yapacak olan sevgili Erol Mütercimleri dinlemek üzere sahilde yürürken, kafamın içinde yuvarlanan topların arasında bu yazı yoktu aslında. Bir köşede Sezar Borjiya ile benzer bulduğum bizim topçu Erdoğan, oyunun son dakikalarında takımı adına bir serbest vuruş yapmaya hazırlanırken, karşı kalede ki Kılıçdaroğlu onu dikkatle izliyordu.
                       
            Mütercimlerin konuşmasının başlarında, Mudanya Mütarekesini, İstiklal Zaferinin sonrasında kazanılan ve aslında bu tarihi Zaferi perçinleyen, Lozan antlaşmasının da dönüm noktası yapan önemini, bilmeyenlere anlatırken tarafımdan da kuvvetle alkışlanıyordu hiç şüphesiz.
            Bu bağlamda birinci adamların en büyük şansının, arkalarında iyi bir ikinciye sahip olmak, gerçeğini vurgularken ve üstüne CHP milletvekillerinin, hükümeti Demokrat olmayan, dolayısı ile de şansların eşit olmadığı bir mecliste, işlerinin çok zor olduğunu ifade ederken de çok haklıydı kuşkusuz.
            Hele Mudanya Mütarekesi olmasaydı, bir Lozan Zaferinin de olamayacağını, Mudanya'nın bizim ve dış güçler için dünyada bir tane olduğunu; bu ilçede aslında uluslararası sempozyumlar düzenlenmesinin de gerektiğini betimlerken de, yerden göğe kadar haklıydı. Hele de bu şerefli tarihi mirası, taşımak ve savunmak zorunda olan bütün CHP milletvekillerinin, Cumhuriyet tarihini ezbere bilmek zorunda olduklarını, 36 yıllık bir eğitim görevlisi olarak söylerken de, sanki bir adalet abidesi olmuştu. Ne yazık ki ancak yarısı dolu olan salonda.

            Ne var ki Amerika ziyaretinde yaptığı kişisel görüşmelerinde, herkes tarafından beklenenin de üstünde aydın bir kişiliğe sahip olduğu söylenen, mütevazı Kılıçdaroğlundan bahsederken, kıvanç duyup alkışlamadığımızı söylemesem haksızlık etmiş olurum. Bir yandan da yasam yürütücü kuvvetlerin bile savcılara hükmetmek rolüne tersyüz edildiği bir sanal demokraside, içinde bulunduğu adil olmayan durumda, siyaset yapması gereken bir adamcağızın, siyasi(!) zorluğunun da farkında olmak zorundayız.

            İşte o zaman Mudanyalının bu bağlamda ki duyarsızlığını ve yetersizliğini, CHP ocağının çok daha fazla çalışması gerektiğini, doğma büyüme İstanbullu: ama sonradan olma zorunlu bir Mudanyalı olarak içimde hissettim. Ve iki sokak ötede oturduğu halde böylesi hem de beleş(!) bir sunuya iştirak etme zahmetine bile katılmayan; ama aslında kişiliklerini bütünleyecek böyle bir belgesele bile tahammülleri olmayan insanlara, bundan sonra nasıl vatandaşım diyebileceğimi de sorguluyordum doğrusu artık.

            Atatürk'ün Mudanya'yı, haritada yerini bile bulamayan ihtilaf kuvvetlerine, nasıl mütareke noktası olarak kabul ettirebildiğini, neden Lozan heyetinin de başına İsmet İnönü’yü tensip ettiğini, öyle bir iki satırla ifade etmeye kalkmak bu yazının harcı değildir. Bu tarih kronolojik olarak CHP tarafından, bilhassa da genç kuşaklarına en azından bir parti içi semineriyle, ezberletilmelidir.

            Yukarda ki ve son yaşadığımız gerçeklerin ışığında; yurdumun bütün vatanseverlerine, başlarında da yeni hükümet adayı olan CHP ye, itidal, ahde vefa, daha bir dik duruş (tam bağımsız ve her riski göze alan) tavsiye etmekten başka da bir şey kalmıyor artık bize, bundan sonra milli birlimiz adına...

                                                                                  Serendip Altındal



21 Aralık 2013 Cumartesi

KAN KAYBEDİYORUZ, YETER!!..

            Son dışkılarından sonra, 11 yıldır taşıdığı maskesi paramparça olmuş ve artık iğrenç yüzü de ortaya çıkmış olan bu devşirme iktidarın, başımızda süregelen mevcudiyetinin her geçen günü, ülkemiz için aşırı kan kaybına sebep olmaktadır.

            Adam içinde bulunduğu ruhsal davranış bozukluğu ile açıkça diyor ki; ortanızdan ikiye de çatlasanız, iktidarı bırakmaya hiç niyetim yok. Daha başka türlü de nasıl ifade etsin ki. Hal bu ise, böylesini kulağından tutup sandalyesinden fırlatmaktan başka da ne kalıyor ki bu millete, milli müktesebatı adına. Durumun başka bir izahı olabilir mi? Olursa da yalan ve riya olur artık bundan sonra.
            Bu işi yaparken de hemen, bağımsız bütünlüğümüz adına, milli bir hükümetle, daha eskilerden sarkan emperyalist bağımlılığın - Menderesten beri böyle olmasaydı, bir Erdoğan hükümeti asla oluşamazdı bu ülkede - çakma hükümet tasviriyle(!) son 11 yıldır da iyice harap ettiği ülkemizi, yeniden kendi ayaklarının üstüne dikerek onarmaktan başka bir aciliyetimiz mi var başka da acaba? Akla gelen diğer ekonomik çıkmaz, çapsız dış siyaset, milli savunma, bölücülük vs. gibi sorunlarsa, bu resmin içinde yer alan; ama bağımsız Türk Ulusunun yine kolayca üstesinden geleceği zahiri olgulardır sadece.

            Demek oluyor ki ilk yapılacak iş, bu kokuşmuşlardan ne pahasına olursa olsun biran önce kurtulmaktır. Bunun için de en akılcı tutum, tam da seçimler öncesi Amerika’yı yeniden keşfetmeye kalkarak daha da ufalmak yerine, eldeki mevcut CHP muhalefetinde tek yumruk olarak birlikte büyümektir. Ve kesinlikle unutulmamalıdır ki, neresinden bakılırsa bakılsın, gelecek hükümet, mevcut olan gibi asla çürük ve anti milli olmayacaktır.

            Pekiyi ordumuzun pasifize edilmiş görüntüsümüdür(!) bu herifleri bu kadar cesaretlendiren. Pekiyi halkı, milleti, ulusu da yok mudur bu devletin ki, beyzadeler onu ciddiye almamaktadırlar. İşte işin en utanç veren yanı da budur aslında. Şayet bunun da doğru olmadığını biliyorsak, o halde daha ne bekleniyor diye sormak gerekmez mi cümleten. Yoksa seçimlere kadar dişimizi sıkalım, bir yanlış yapmayalım mı diye düşünülmektedir. Bu bağlamda, demokrasiyle gelen iktidar kisveli tramvaycılar cemaatinin, demokrasiyle de gitmeye hiç niyetleri olmadığını da artık anladıktan sonra, hala bu saçmalıkta ısrar niyedir o halde. Yoksa işin arkasında, halktan gizlenen başka göbek bağları mı oluşturulmaktadır.

            Seçim beklentisi görüşümüzü esas alırsak; pekiyi bir seçim garantiniz mi vardır efendiler. Sorusu akla gelecektir hemen o zaman. Öyle ya Allah ile aldatılmış torbacı bir seçmen güruhu, bu pisliği (pardon hükümeti) başımıza getirmedi mi? Şimdi sormayalım mı o zaman, ansız ve kaygısız Başbakanınızın; 1- TSK’nin eliminasyonuna, 2- evde tuttuğu torbacılarına güvenmekte haksız olduğundan, nasıl bu kadar emin oluyorsunuz efendiler diye. Bilin ki bugünlerde sadece bu soruyu sormaktan başka da hiç bir şey yazmak gelmiyor bizatihen içimden. Bu kısa ve sorulmazsa olmaz soruyu sormak yerine, hala uzun uzun bir şeyler anlatmaya kalkanları ise hayretle izliyorum desem yanlış olmaz.
           
            Lütfen inanınız ki; bütün olan bitenden sonra, 'polisin namussuzlar için var olduğu' senteziyle büyümüş ve 'sadece benim polisim namusludur' yalanıyla da kafası iyice karışmış bir ortaokul çocuğunun, bütün bakir saflığı ile soruyorum bu soruyu. Bu soruyu sormaya da, bugün emekli paşalarla bir söyleşinin gerçekleştiği Ulusal kanaldaki programı, iştirakçilere bazı sorular soramadığım için de içim cızlayarak izlerken karar verdim.

            Zira son sözümle de; kadını erkeğiyle asker doğmuş Türk Ulusunun, zemin, zaman, güç faktörlerini de gerektiğinde asla tanımayacağını, her zaman, her zeminde ve sahip olduğu son gücüyle, yeni mucizelere hazır olduğunu, bilhassa belirtmelerini de isteyecektim o emekli Atatürk askerlerinden.

                                                                                  Serendip Altındal



18 Aralık 2013 Çarşamba

SONA DOĞRU..

            Sonun başlangıcı mı, yoksa bacamızdan düşen karanın çöp kutusunda ki kaçınılmaz sonu mu diyelim. Ama karşımızda sırıtıp duran resme baktığımızda, tek gözümüze çarpan, ülkesindeki hukuksuzluğun, utanmadan bir de savcısı olduğunu iddia eden muhteremin, aslında yüz surat taşımadığının da bir kere daha ortaya çıkmasıydı. Adamlarda ki yüz, surat değil sanki plastik duvar kâğıdı sil sil kullan. Neme lazım, seçen iyi seçmiş valla! Adam hala ağzını açtıkça cart curt, arada bir de zart zurt çıkıyor içinden. Yani bildiğiniz gibi Erdoğan cephesinde elan bildik görüntü bu. Hani hikâye de ki inatçının, boğulurken bile eliyle makas göstermesi de, kendi durumunu tamamen tasvir ediyor. Böylesi değil yakın, uzak tarihimizde bile görülmemiştir.

            Empati kurmaya çalışıyorum. Yerinde olsaydın ne yapardın diye kendi kendime soruyorum. Bana fırsat bırakmayan içimde ki ses, SEN kendi dokunla istesen de, ortandan ikiye ayrılsan da onun yerinde olamazdın diyor bana. Anlayacağınız empati bile kuramıyorum muhteremle. Hiç kuşkusuz birçoğunuz da benimle aynı durumdadır. Yani adam nevi şahsına münhasır özel bir imalat veya bir kaza ürünüydü anlaşılan.

            Ender olsa da, tarihte de görülmüştü böyle Tiranlar. Ne var ki hepsinin sonunun, birbirinden ürkütücü ve birbirinin kopyası görüntüler verdiğini yazıyor aynı tarih. İşte şimdi de böyle bir sona doğru yaklaşılıyor. Yapılan birbiri peşine tutuklamalar, bize Ergenekon oyunundan; ama şimdi de senarist cephede cereyan eden tanıdık sahneleri anımsatıyor ve adeta bir misilleme yapılıyor. Birinin de ağzımızdan çalarak kullandığı gibi, 'men Dakka duka' değil mi Erdoğan efendi. O zaman da kastettiğimiz buydu işte. Her zaman da böyle olmuştur. Rüzgâr eken hep fırtına biçer. Bu değişmez kuraldır. Yakında sen de bunu daha iyi anlayacaksın, hiç kuşkun olmasın.

            Demek ki artık filmin sonu göründü. Ve birilerinin ülkenin başına diktikleri kişileri, şimdi de benzer yöntemlerle götürmeye kalktıkları anlaşılıyor. Yani haydan gelen yine huya gidiyor ve tekerrür gerçekleşiyor. Böyle olacağı biliniyor ve bekleniyordu aslında. Ne var ki beklediğimizden daha erken yola çıktı. Durum kendi adıma asla sürpriz değildir. Bundan sonra olan ve olacakları ise ülkeyi kendilerinin sananlar dert edineceklerdir. Biz ise tam bağımsız olabilmenin ve yeni tufalara gelmemenin, önümüzde ki yapısal olgusuna odaklanacağız artık.

            Tayyipler demek istemiyorum. Bu lafı hiç kullanmak istemedim aslında. Çünkü kullanırken de inanın midem kabarıyor. Bu ismi dahi tarif edilmez itici buluyorum. Oysa mazlum ve gariban diğer Tayyiplerin ne günahı var değil mi? Görüldüğü gibi, etrafında ki çemberi yavaş yavaş daralan mahut zat, beklenen en son darbeyi en az bir Ergenekon mağdur’unun acılı keyfiyle(!) yaşamak üzere gün sayıyor artık. Bundan sonra da artık ona kolay gelsin, başka ne diyelim ki!!!

            İtiraf etmem gerekirse; bu olaylar genelinde yine de vicdanımı tek sızlatan, kanı kokuşmuş babalarının zehirleyerek, gençliklerini yaşayamadan geleceklerini kararttıkları evlatlarının durumu oluyor, bir baba ve bir dede olarak benim için. Ayrıca ilave etmeliyim ki; başlarındakilerin kuyruğuna yapışarak ve göze batmadan sinsice nemalanan, bir sürü her kategoriden yandaş cukkacı epikürist de var bu ülkede. Hiç merak etmeyin yakında hepsi yine ortaya çıkar ‘biz biliyorduk’ der ve yeni menfaat odaklarına yönelir bu sütü bozuklar, hiç kuşkunuz olmasın.

            Sözün özüne gelince; adamlık yine de biz de kalsın diyerek, bu cinsi bozuk vatansızların derdest – vatan evladı günahsızlara yaptıkları gibi, ne bir eksik, ne bir fazla – edilip ellerinden bütün manipülasyon araçları alındıktan sonra, yapılacak yeni manüel bir genel seçim sonunda, yüce Türk Ulusu'nun tokadıyla, esasen tarihin çöplüğüne gömüleceğini bildiğimizi de belirtmek istiyoruz. Hem bu sayede yedi düvelin o sanal Demokratlarının da ağızları kapanmış olur...

                                                                                              Serendip Altındal



15 Aralık 2013 Pazar

ATOM İBRANİ..

            Amerikalı, Türk'le bir değildir. Türk, arada bir tutan hıyarlığı yüzünden tufaya gelip, kazara bir devleti kapatırsa, daha da büyüğünü nasıl olsa tekrar açabilir. Dünya medeniyet tarihi de kendisiyle başladığına göre, bu bağlamda ki fazla deneyimi, hiç kimseninkiyle tartışılamaz bile. Oysa alternatifi giderek kendi kaderi olmaya başlayan Amerikalı, aynı durumda değildir.

            Çünkü Avrupa ağırlıklı olmak üzere, dünyanın her bölgesinden çulsuz çapullar, asosyaller kopup gelmiş, güneşte bronzlaşmış göçerler (rençper) oldukları için kendilerine Kızılderili dedikleri, muhtemelen de kıtaların henüz birbirlerinden ayrılmadıkları jeolojik dönemlerden beri – veya batan Mu kıtasından kurtulan - sahipleri ön atalarımız olan Şamanist kardeşlerimizden gasp ettikleri topraklarda, kazara da Ulus olmadıklarından bir kampus devlet kurmuşlar ve kendilerine Amerikalı deyivermişlerdir. Şimdi ise bu kampuslarından da olmak durumundadırlar. Yani haydan gelen, huya gidecektir yakında.

§ Amerika’da ikili bir yönetim var. Birinin ak dediğine ötekisi kara diyor. Amerika’daki Yahudi zenginler Cenevre anlaşmalarına karşı koydu. Anlaşma yapan Amerikan devletini verdiği sözden geri çevirmiş oldu.
Bir anlamda, ABD’nin içindeki iktidar kavgası Cenevre üzerinden, İran halkının içine, başka bir çelişki olarak aktarılmış oldu. (Alıntı – Bülent Esinoğlu 14.12.2013)

            Görülüyor ki, daha önce de yazdığım gibi, eli kolu bağlanarak teslim olduğu içindeki Siyonist’i, giderek sonunu getirecek ve yakın bir gelecekte bizim Coni Volkırı devletsiz bırakacaktır. Hâlbuki kendisinin başını yiyecek Yahudi’nin böyle bir derdi de yoktur. Çünkü Yahudi aslında devletsizdir. Bir devlet kurmaya da ihtiyacı yoktur esasen. Nasıl olsa bütün devletler onundur. Her ülkeye hemen uyum sağlar ve ülke elitinde yerini de alıverir kısa bir zaman sonra. Siz, içinde ağır Yahudi’den (atom İbrani veya Siyonist) başka her milletten Lejyonerin yaşadığı İsrail’e aldanmayın.

            İsrail şimdilik Orta Doğuda, Yahudi paravanı arkasında ki bir Amerikan kalesidir sadece. Pekiyi Tevrat’ta vaat edilen(!) mukaddes topraklar mı? Geçiniz, o da mevcudiyeti ön Trükten çalıntı ve komplo üstüne kurulu Yahudi ezoterizminin günlüğüdür. Ve biz balıkları avlarken, bizi uyutup öteden minareyi götürmek(!) için kullandığı bir balık yemidir.

            Yahudi budur da, ne var ki tarihi müktesebatsızlığında inadı nedeniyle, yeni bir Dünya harbinin tek sorumlusu da olacaktır bu gidişle. İşte Hitler bu genetik tehlikeyi daha o zaman tespit etmişti. Pekiyi bu gerçeği hala göremeyen ve ısrarla artık devletin alternatifi haline gelmiş Siyonist (Yahudi) tabanın kucağında, kendi sonuna doğru koşar adım yaklaşan beyaz Amerikalı, yarın devletsiz ve dımdızlak ortada kaldığında ne bok yiyecektir. O da sonunda, yaratıp başımıza sardığı kripto Kürtleri gibi, bizden toprak mı dilenecektir(!) acaba? Ondan sonra da malum terane gelir artık, herhalde akla. 'Ha sana ha bana, sakalım(!) kaldı Hasana'...
           
                                                                                  Serendip Altındal



10 Aralık 2013 Salı

POPÜLİZM..

            Hayatımda hiç bilardo oynamadım. Istakanın nasıl tutulacağını bile bilmem. Oyunu görsel olarak izlerim sadece. Ne var ki, bazen heyulamda fikirler, sanki masadaki bilardo topları gidi delikler arasında gezinip dururlar. Bugün de öyle oldu. Dönüp duran toplardan birini kaptım. Baktım üstünde DİN yazıyordu.

            Demek ki yine dinle başlayacağız. Bakıldığında beş milyon yıllık Homosaphien tarihinde, sadece üçbin yıl evvel kitaplı dinler ve peygamberlerle tanışılmış. Demek ki dört milyon dokuz yüz doksan yedi bin yıl haybeye(!) yaşamış bizim Âdem babalar. Ne var ki tarihe göre öyle bir şey yok. Mesela bütün kitaplı dinlerden çok önce, ön Türklerle birlikte sahneye giren Gök tanrı (Tengri) ve sonrasında Şamanizm'in ne kitabı ne de bilinen bir peygamberi mevcut değildir.

            Oysa bugün bile Şamanist ritüeller, Türk halk kültüründe yaşatılıyor. Buna göre bilardo topları yuvarlanırken akla gelen, "tanrı kadın mı yoksa erkek mi", "acaba kendisini kimin ya da neyin yarattığını, o da merak etmiş miydi" veya "acaba kendisinden önce ne vardı" vs. gibi sorular da başka bir göreli anlam kazanıyor. Bu bağlamda varılan tek gerçekse, maneviyatı bütünleyen salt din ve iman nedeniyle peygamberlere, fırka, dergâh ve cemaatlere ihtiyaç olmadığı ve kişilerin aslında dinsel özellerini üçüncüsüz, sadece kendi ve tanrı ikilemleri arasında halletmeleri gerektiğidir. Esasen bu husus ayetler, sureler bazında kutsal kitaplarda da farklı ifade edilmemiştir.

                       
            Güncelin sorusu ise; çoğunluğu mütedeyyin bir toplumla, çağdaş ve evrensel bir refah toplumuna nasıl ulaşılır olsa gerekir. Buna cevap ararken de yine topların bir tanesi, "bilinç değeri itibarıyla zor da olsa, böyle bir toplum bile her şeyden önce bağımsız olmalıdır" diyor. Bunun için de ilk önce, milli kaynaklarını satan, imanını istismar eden epikürist siyasilerden biran evvel kurtulmalıdır önerisinde bulunuyor. Bu da bizim için Kemalist doğruyu, yine bıraktığımız yerden tekrar sahiplenmemiz gereğini çağrıştırıyor. Gerisi de nasıl olsa kendiliğinden gelir diyoruz.

            Toplara teşekkür ederiz. Bundan sonrasını bizde kurgularız artık. O halde bir soruyla başlayalım. Pekiyi acilen ihtiyaç hissedilen bu zorunlu mental revizyonu, hangi siyasi lider ve kadrosu gerçekleştirebilecektir. Burada hiç kuşkusuz önce CHP akla geleceğinden, hemen objektife alıyoruz. Objektiften baktığımda da, CHP adına ne yazık ki içimi karalar bağlıyor. Kılıçdaroğlu’nun yine rahmetli Ecevit’in tufasına düşerek eski Amerikan oğlanı Dervişle flörte başladığını görüyorum. Bu yeni Amerikan yumuşakçalığı ise, çizgiye başlamadan önce noktanın konduğunu gösteriyor bize. İşte bu da midemi bulandırıyor.

            Bu durumda artık kendi kendimize soracağımız, "pekiyi şimdi ne yapalım" sorusuna da; her şeye rağmen yine de CHP'yi desteklemeye devam edelim ivmesi ağırlık kazanıyor. Çünkü dört bir koldan, içimizdeki AKP adlı Truva atından kurtulmak zorundayız bir an önce. Bu nedenle de, bir süre daha geleceği karanlık ABD' ile ihtiyar Lejyoneri Derviş aracılığı ile nikâh tazeleme olumsuzluğuna rağmen, ister beğenin, ister beğenmeyin; ama yine de en güçlü muhalefetin CHP olduğu anlaşılıyor. Her ne kadar, belki de ABD ile olan göbek bağı nedeniyle, yine kısa sürecek bir koalitif iktidar adına, bazı öznel değerlerinden vazgeçiyor görünse de.

            Ee ne yaparsın, soğancı komutanından Osmanlı tokadı yiyen, Dolmabahçe sırdaşıyla da iyice sersemleyen, asil şehitleriyle, Silivri’de, Hasdal’da gerçek vatan evlatlarını kilit altında tutan ve bir zamanların aslan yatağı olan TSK; şimdilerde gölge boksuyla uğraşıyor, başında ki de sadece bol bol resim veriyor, boyun eğmekten de muhtemelen boyun fıtığı da çekiyorsa, o zaman da böyle işimiz Allaha kalıyor işte.


            Ne var ki, yerel seçimler şayet ülkenin kaderi olacaksa, popülist çizgide CHP'nin de acilen revizyona ihtiyacı vardır. Her halükarda AKP'nin en güçlü silahı olan popülizm elinden alınmalıdır. Mesela Sarıgül ile İstanbul’da yapılan ilk prezantasyon, yeterinin de üstünde ses getirmiş ve karşı tarafta endişe yaratmıştır. Böyle devam edilmeli ve diğer anakentlerde de benzeri adaylar tercih edilmelidir. Ve asla unutulmamalıdır ki, Erdoğan da salt belediye popülizmi ile bugün ülkenin başına bela olmuştur. O halde popülizm, nohut, makarna, kömür seçmenleri toplumunda, ne yazık ki hala en geçerli modeldir.


             Ve yine unutulmamalıdır ki, bu son şans da olabilir. Zira TCK’nin yeni 53 cü maddesi yoldadır. Buna göre de, sanki bugün mecliste mebzul miktarda yokmuş gibi, sabıkalı hırsız ve tüm sahtekârlara meclisin yolu yasayla da açılacaktır. Konu sadece Apo katilini meclise taşıma meselesi de değildir. Siz anlayın artık gerisini...

                                                                                              Serendip Altındal



27 Kasım 2013 Çarşamba

RÜZGAR FISILDADI..

            Dokuz gün evvel (19.11.2013) yitirdiğim kardeşimle, kendi bahçemizin henüz olmaya başlamış meyvelerini, kıvırcık Aytun’un minicik, benim biraz daha büyük ellerimizle, bahçıvandan gizli aşırdığımız günlerden başlayan ortak geçmişimizin anılar sarmalında, her adımda adeta dayak yediğim duygularımla sahilde yürümeye çalışıyor ve hüznümü bağrıma dolan Poyrazla paylaşıyordum sadece.
            Karmaşam içinde yalnızlığımı yudumluyor ve acılarımı dağıtmak için dikkatimi çekmeye çalışan ortak rüzgârımızın fısıltılarını da dinliyorken, sayfalar oluşabilirdi. Rüzgâr diyordu ki; hayatınızı alt üst eden kahrolası günceliniz, şimdi seküler dünyanızın elinizde kalan tek gerçeğidir artık. Ve bıraktığınız yerden birlikte, her şeyi unutup, kafalarınız yukarıda yine hemen ona dönmeli ve çocuklarınızın, torunlarınızın ortak müktesebatını yine birlikte sahiplenmelisiniz. O halde şimdi seküler dünyamıza yine dönelim…

§         Kürede ki mevcudiyetlerini, bundan böyle klasik tek yanlı sert politikalarla (vurdum kaçtım) artık sürdüremeyeceklerini nihayet benimsemek zorunda kalan Obama hazret, meşhur beysbol zokasını(!) canı istediğinde kullanmak üzere, münasip bir yanına yakın bir yere koymakla, yeni hayatına başlayabilir mesela.

            Şu anda çaresizliğinin dayanılmaz sıkıntısını, sömürgeleri gibi kendi bünyesinde de hissetmeye başlayan eski dost maskeli Coni Volkır, şimdilerde bir yanda yeni yaşam iksiri arayışı içindeyken, diğer yanda artık yeni bir imaj yakalamak zorunluluğunun da buz gibi farkındadır. Bu bağlamda da nasıl olursa olsun her şeyden önce Türk’ün analar toprağında (Anadolu), tutunmak zorunda olduğunu da iyi anlamıştır. Bunu da son yıllarda AKP hükümeti ve çuval hikâyesiyle birlikte, ana politikası haline getirmekle de ziyadesiyle ortaya koymuştur aslında.

            Klasik Coni Volkır kimliğiyle, özellikle de Türk'ün bölgesinde bu işi tek başına beceremeyeceğine nihayet küçük aklı bastığı için, Orta Doğuda ki beslemeleri içinde en stratejik önemde olan "bizim oğlan" Erdoğan’a ise, sonuna kadar oynayacağı açıktır. CHP liderli muhalefeti de bu nedenle parat tutmaktadır aslında. Nedenini sorarsanız, bana göre;

1)      Provoke ederek Erdoğan'ı daha da bağımlı kılmak.
2)      CHP, MHP ve kelebeklerini kafaya alarak (ön programlamalı), aynı paralelde milli seçmeni de motive ederek (yavaş yavaş alıştırma), tamamen kontrolü altına alacağı, muhtemel yeni koalisyon hükümeti alternatifi olarak hazırlamaktır.
3)      Ülkesinin CHP, MHP küskünü Kemalistlerinin de ister istemez karargâhı haline gelerek kendisini, Kemalist – tam bağımsız, Kuvayi militer - AKP sonrası Türkiye’sinin de tek alternatifi konumuna taşımış olan İşçi Partisini, dışarıda tutarak da, bu işleri halledebileceğini sanmaktadır ki, işte bu da ayrı bir büyük yanılgı olarak özetlenebilir. Bu üçüncü nokta ise bizim Coni Volkırı, Türkiye macerasında en fazla rahatsız eden bölümdür aslında.
  
            Tam da hepsi takım halinde topun ağzına sürüldüğü günlerde, Arınç sizce neden Coni Volkır’ın yanına apar topar paketlendi acaba. İnce yontulup, ayar çekilmek üzere herhalde. Nitekim gitmeden önce Erdoğan’a apaz girerken, döndükten sonra yine pupadan esmeye başlaması da bu yüzdendir. Öyle ya, cart curt çekerken, aniden yine gözyaşlarını akıtmaya başladığına göre, ağırlık mağırlık nerede kaldı. Haydi, canım geçiniz. Bırakın gramı, kilogramı, bu epikürist adamların topunun bir arada özgül ağırlıkları bile yok ki, biz de nelerden bahsediyoruz.

            Ayrıca Erdoğan, cemaat kavgası Coniyi kaşır mı? Belki çaktırmadan ona da bir ayar çekmeye kalkar; ama fazla da üstüne gidemez. Esasen Arınç’a acele bir ayar çekerken, bu aralar AKP içi bir sürtüşme istemediğini de ortaya koyup, sıradakilere de gözdağı vermiş olmadı mı aslında. Çünkü yeni Wikileaks kutuları açılıyorken, bu aralar titizlikle sakladığı kendininkini de birileri açsın istemez.
            Sürtüşmenin cemaatle olanı, sidik kavgasıdır ve nasıl olsa ikisinin de ipi kendi elinde olduğuna göre de fark etmez. Bu sahte gündemin asıl muzdaripi ise, dolaylı olarak yine millet olacaktır ve istediği de budur aslında. Oysa Coni, Erdoğan ve cemaat cürufundan kurtulmadan bu millet iflah olmaz. Toplu arınma işlemleri için de şayet bilinen temizlik araç ve gereçleri yetersiz kalırsa, gerekirse dişleri, tırnaklarıyla bile olsa bu temizliği yapmak zorunda olduğunu da çok iyi biliyor artık, yüce Atatürk’ün Türk Ulusu.
           
            Ayrıca İblis çocukları, Şeytanla daha fazla dans etmemeleri gereğinin de farkındadırlar. Çünkü tanrıyı kızdırmaya da gelmez, zira Şeytanı yok edip gerekirse yerine yenisini yaratabileceğini de bilirler. Ve bakarsınız, arada sırada bu neviden cezalandırmalar için kendi suretinden askeri olarak yarattığı TÜRK’e, bu doğrultuda yine ve yeni bir havale çıkarıverir.

            Tüm bu nedenlerden dolayı da Erdoğan'ın ipi henüz çekilmemektedir. Yani Coni'nin zaman kazanmaya ihtiyacı vardır. Yoksa Erdoğan’ın ipini hemen çekmesi daha akılcı olurdu aslında. Çünkü Erdoğanlı her geçen günü, kendi sonunu da hazırlamaktadır. Demek ki işler yukarıda gösterildiği gibi açık değildir ve Coni Volkır'ın da arzu ettiği sıralamaya uygun gelişmemektedir. Biliyor musunuz ki; henüz kendi çarkımızı, lidersizlik nedeniyle Atatürk döneminde ki gibi tek başımıza döndüremediğimizden ve otokontrolümüzü kendi elimize alamadığımızdan ötürü, bizim için aslında işte en önemli ve sevindirici tek husus da budur. Çoğu gitti azı kaldı. O halde biraz daha bekleyelim ve sona doğru enteresanlaşan bu filmin, birileri için trajik, diğerleri için komik ve bizim için de beklenen “The End” sahnesini de görelim.

                                                                                              Serendip Altındal





18 Kasım 2013 Pazartesi

HIRSIZLIĞIN MUHASEBESİ..

            Şeriatın Kemalizm karşısında hiç bir şansı yoktur. Ancak Kemalist maskeyi takar ve Kemalist cephede bir şekilde saf tutarsa, vaktiyle de bulduğu gibi yine yaşam şansı bulabilir. Yani Kemalizm’e karşı değil ancak yandaşı olursa yaşama tutunabilecektir. Çünkü Kemalizm Ehli Beyt İslami’dir yani laik ve sosyaldir. Oyunu kurallarıyla oynayan herkes, kendinden olmayanların kurallarına saygılı kaldığı sürece ancak, içinde barınabilir Kemalizm'in. Tıpkı Atatürk'ün Osmanlı ümmetinden, Cumhuriyet Türkiye'sinin çağdaş Türk Milleti yaptığı; ama o zamanlardan sarkan şeriatçıları da bugüne kadar birlikte taşıdığımız gibi. Ve anlaşıldığı üzere, içimizde ki ortaçağ hastalıklı aymazlar, bu sarsılmaz gerçeği ister istemez, şimdi yine anlamış görünüyorlar.

            Ne var ki gözü uyku tutmayan, yurdumuzdan kovduğumuz eski emperyalist düşman, yine içimizdeki bildik nifak asosyallerini kaşıyarak, içlerindeki şeriat ve bölücülük tohumlarını yeşertti. İşte bugün Cumhuriyetin kuruluşunda yaşadığımız ve dönüp dolaşıp yine vardığımız nokta budur. Neymiş, demek ki Kemalizm de içinde ki bu yaban tohumlarını, aslında daha yolun başında yok etmeliymiş. Siz bakmayın Barzani, Erdoğan flörtüne, son Fetullah tuluatına bakıldığında, varlık nedeninin(!) geç de olsa farkına varan cemaatin, bir de okullarının kapatılması sürtüşmesinin itilaf doruğuna oturttuğu Erdoğan’ı, artık terk ettiği de görülüyor. Bu durumda ise kendiliğinden anlaşılacağı gibi, yeni Kemalizm’in içinde Erdoğan, yaşama şansı bulamayacak demektir. Zira kendisi, en uçuk taahhütle dahi iflahı olmayan hıyanet hastalığının şifa bulmazıdır.

            Bırakın kripto Kürtlerle buluşsunlar, isterlerse birlikte hamama da girsinler. Eskiden İngiliz, Fransız oynuyordu bölücülere, şimdi ise ABD ve Lejyoneri İsrail oynuyor, bir şey değişir mi? Karşı safta yine biz Türkler varsak. Yine paketleyip derdest ederiz alayını nasıl olsa. Yeter ki, kendimiz gibi olalım ve öyle de davranalım. Nasıl olsa hepimiz Atatürk değilmiyiz. Veya Atatürk bizden biri değilmiydi? O halde demek oluyor ki bütün varlığımızı, bizatihi tek favori olan kendi üstümüze oynayalım, evvel Allah yine alayına yeteriz.

            Bu tespitlerimin, bazılarına ters oturduğunu iyi biliyorum. Bunlar bırakın din iman öğelerini, ilkelerini, vatan müktesebatlarını bile siyasi rantları adına, pazara çıkarmış zavallılardır. Bu adamların ortama göre açıp, kapayan ikinci sınıf vatandaşları olarak kabul ettikleri cariye kumaşlı kadınlarını ise, tenzih etmeye gerek bile yok aslında. Bu seriden sapkınlıkları onaylayanlardan olmadığım için, bunları söylemeye hakkım olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bilhassa da böyleleri iyi bilmeliler ki bugün 6 milyar insanoğlunu barındıran bu planette, 6 milyar tanrı, bir o kadar da Şeytan tasviri var demektir. Bu durumda mütevazi tespitlerimi de bana çok görmesinler. Öyleyse kendilerinin, mevcut 6 milyar seçenekli böylesine zengin bir tezgâhta, neyi pazarlayabileceklerini de daha iyi planlamaları gerekmektedir en azından.

            Hele, çok varlıklı bir ömür sürüp sonsuza göçen Tolstoy gibi olgunlaşıp da aklımız başımıza geldiğinde bizde düşünürsek, yaşamın ve mülkiyetin sadece sonlu aptallar için bir anlam ifade ettiğini anlamış oluruz. Aslında tam da bu noktada bir elimizi vicdanımıza, diğerini alnımıza koyup, mal varlığımızın muhasebesini yaparak aslında ne kadar hırsız olmuşluğumuzu düşünmemiz gerekir. Öyle ya bir Fransız düşünür de “mülkiyet hırsızlıktır” demişti bir zamanlar. Ama ne yapsak, aşık atamayız AKP ağalarıyla. 

             Bu optikten seyrederken de, ülkeyi bölmeye kalkanlar ve daha bölünmeden alıcısı olanlarla halay çeken ve aslında benim yerime bu tespitleri yapması beklenen, yurdum Başbakan'ının(!) hıyanet özlü ansızlığını takip ederken, bir başka kanalda yıllarca liberal demokrat bir kimlikle tanıdığımız Sayın Ufuk Söylemez'in, kendi kulvarında en yürekli duruşu sergileyip, sahip olduğu Kuvayi Milleyici ruhunun yüceliğini, takdir ve yüreğimi dolduran bir sevgiyle izliyordum. Aynı vatanın aslında kader birliği etmesi gereken iki evladı arasında, böylesi acımasız bir fark nasıl olabilirdi tanrım.
           
            Yüce yüreğinle sağ ol Sayın Söylemez, temsil ettiğin kampta en delikanlı sen çıktın. Ve aynı bağlamda, bir zamanlar yüce Atatürk'ün, gururlu başları yukarıda vatandaşlarıyla birlikte, sayısız şehitlerimizin kanlarıyla yıkanmış şerefli toprağını onurlandırdığı, bugün ise tüm satılmış onursuzların aynı toprağı birlikte kirlettiği Diyarbakır’ımızın yürek yakan hazin görüntüleri, o aynı yüreği acıyla dağlıyordu. Ama çok iyi biliyordum ki, her batışın yepyeni ve apaydınlık bir doğuşu olacaktı. Hele de konunun başlığı, her zaman küllerinden yeniden doğmuş TÜRK ise…


                                                                                              Serendip Altındal



9 Kasım 2013 Cumartesi

TOLSTOY'UN SAKLI CENNETİ..

           Her şeyi var eden tek bir tanrıya (yaratıcıya) inancın sadeliği, basitliği ve akılcılığı, insanlık tarihinde ön Türklerin Gök Tanrılarıyla (Tengri) başlayıp Şamanizm’le devam ederek ve çeşitli ara istasyonlarda (diğer dinler) kalıptan kalıba girdikten sonra, nihayet Muhammedî din olan İslam’la buluştu. Mekânımızla birlikte sonsuz sayıda ki evrenlerin var oluş nedenlerinin, acaba bir komplodan ibaret olup olamadığını, acaba gerçekten var olup olmadığımızı zaman zaman düşünmezmiyiz?
            İşte bunları düşünürken, ister istemez içlerinde çıkış yolu aradığımız tüm bu dinlerin, uzay zaman devinimleri esnasında, en başında ki ile sonuncusu arasında ki ortak olguya, şimdi kendisinin hiç bilinmeyen özelliği ile ışık tutan ve ölmeden önce Müslüman olan Lev Tolstoy'un, kendi kalemiyle bir bakış atalım ve bu görüşümüzün teyidini kendisinden de alalım o zaman.

            Önce Tolstoy'un gizlenen ve Rusya’da uzun yıllar, İslama övgüleri nedeniyle basımı yasaklanmış, pek tanınmayan, “Hz. Muhammed” (Kuranda olmayan hadisler) adlı kitabından seçtiğim bazı hadislerle başlayalım:


§  'Muhammed her zaman Evangelizm'in (Hıristiyanların) üstüne çıkıyor. O, insanı Allah saymıyor ve kendini de Allah ile bir tutmuyor. Müslümanların Allah'tan başka ilâhı yoktur ve Muhammed onun peygamberidir. Burada hiçbir muamma ve sır yoktur.'
Lev Nikolayeviç TOLSTOY


“O kimse ki, bizi zulmetmeye çağırır, o bizden değildir. Kendi halkını cehalette, yalan içinde bırakanlar da bizden değildir. Kendi halkını zorluğa ve sıkıntıya maruz bırakanlar da bizden değildir."

“Kendisi için istediğini, mü'min kardeşi için de istemeyen gerçek mü'min değildir."

“Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir. Mü'min de, halkın, can ve mallarını kendisine karşı emniyette bildikleri kimsedir”.

“Allah'ım, beni miskin (fakir) olarak yaşat, miskin olarak ruhumu kabzet, kıyamet günü de miskinler zümresiyle birlikte haşret."
Hz. Ayşe ileri atılarak sordu: "Niçin ey Allah'ın Resulü?" "Çünkü dedi, onlar cennete, zenginlerden kırk bahar önce girecekler. Ey Ayşe! Fakirleri sev ve onları (rivayet meclisine) yaklaştır, ta ki kıyamet günü Allah da sana yaklaşsın." "Allah'ım! Beni fakirlerle yaşat, fakirlerle öldür ve fakirlerle birlikte haşreyle".

“Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz".

“Allah Teâlâ buyurur: "Ben, gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim ve insanı yarattım".

Hz. Muhammed'den sordular ki: "Dinin esası ne üzerine kurulmuştur?" O da şöyle cevap verdi: "Kendiniz için istediğinizi başkaları için de isteyin; kendiniz için istemediklerinizi başkaları için de istemeyin".

Her Müslüman'ın sadaka vermesi gerekir" buyurdu. Kendisine: "Ya bulamayan olursa?" diye soruldu. "Eliyle çalışır, hem şahsı için harcar, hem de sadaka verir" cevabını verdi. "Ya çalışacak gücü yoksa?" diye soruldu. "Bu durumda, sıkışmış bir ihtiyaç sahibine yardım eder" dedi. "Buna da gücü yetmezse?" dendi. "İyiliği veya hayrı emreder" dedi. "Bunu da yapmazsa?" diye tekrar sorulunca: "Kendini başkasına kötülük yapmaktan alıkoyar. Zira bu da bir sadakadır" buyurdu.

Vâbisa İbni Ma'bed diyor ki, Resul-i Erkem'in huzuruna varmıştım. Bana: "İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?" dedi. "Evet" dedim. O zaman şunları söyledi: "Kalbine danış." "İyilik, kalbin uygun gördüğü ve yapılmasını onayladığı şeydir. Günah ise içini tırmalayan ve başkaları sana yap diye nice nice fetvalar verse bile içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir".

“Mülayimlik ve itaat, imanın alâmetleri; boşboğazlık ve cerbezeli konuşmalar ikiyüzlülüğün alâmetleridir".

"Zalimlerle birlikte olmaktansa, kendi başına, yalnız kalmak daha iyidir. Kendi kendine olmaktansa hayırlı insanlarla birlikte olmak daha iyidir. İlim öğrenmek isteyene ilim öğretmek susmaktan iyidir. Boş konuşmaktansa susmak iyidir".

“Tevazu ve anlayış olmadan iman olmaz”.

“Allah'ın en büyük düşmanları, mü'min oldukları halde haksız yere zulmedip cana kıyanlardır".

“Fakirliğim, benim övünç kaynağımdır".

“Allah Teâlâ, kendi kazancıyla geçinenlere merhamet eder, dilenerek geçinenlere değil".

“Kadın erkeğin ikinci parçasıdır".

“Allah'ın en büyük düşmanları, mü'min oldukları halde haksız yere zulmedip cana kıyanlardır".

“İlim öğrenmek her Müslüman'a farzdır. İlmi, ehil olmayana öğretmek, domuzların boyunlarına cevher, inci ve altın takmaya benzer".

“Herkes için yaratılan bir şeyi yalnız kendi hesabına kullanan kimse, suçlu ve kanun karşısında sorumludur" .

“İşçinin hakkını alnının teri kurumadan (yorgunluğu geçmeden) veriniz".

“Kardeşine karşı göstereceğin tebessümün bir sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yolu gösterivermen sadakadır; gözü sakat kimse için görüvermen sadakadır; yoldan taş, diken, kemik (gibi şeyleri) kaldırıp atman sadakadır; kovandan kardeşinin kovasına su boşaltman sadakadır".

“Bir insanı güzel bir sözle teselli etmek, başkasına hak ve adaleti sevdirmek, yazılı talimatlara, istemeyerek ve isteksizce riayet etmekten iyidir".


            Şimdi de Tolstoy’un, bir Türk ve Müslüman Rus Generali’nin, babaları gibi Müslüman olmak isteyen oğulları karşısında, nasıl davranması gerektiğini kendisine soran, çaresiz bir Hıristiyan anneye yazdığı cevabi mektubu okuyalım:


§         Yelena Yefimovna (Vekilova)'ya

            Sizin oğullarınızın Tatar(Azeri Türk)  halkının bilgilenmesine yardım etme arzusunu takdir etmemek olmaz. Böyle olduğu halde Muhammed'in dinini kabul etmenin de ne derece lâzım olduğunu da anlatamam. Genellikle size demeliyim ki, hükümete itiraf etmeden, insanın hangi dine mensup olması hakkında kime olursa olsun artık kendinin bilgi vermesini gerekli sayıyorum. Buna göre de sizin oğullarınızın Muhammed'in dinini Hıristiyanlıktan üstün tutarak kabul etmeleri yani bir dinden başka bir dine geçmeleri hakkında kimseye bilgi vermeleri gerekmez. Belki bu zaruridir. Fakat ben bu konuda bir şey diyemem. Ona göre de sizin evlâtlarınız bu konuda hükümet organlarına haber verip vermemeleri hakkında kendileri karar vermelidirler.

            Müslümanlığın Hıristiyanlık karşısındaki üstünlüğüne ve özellikle sizin evlatlarınızın hizmet ettikleri maksadın âlicenaplığına gelince, bu konuya bütün kalbimle katılıyorum. Hıristiyan ideali ve öğretisini, onun hakiki manasında, her şeyden üstün tutan bir insan için bunu söylemek ne kadar garip olsa da demeliyim ki, Müslümanlığın kendine has dış görünüşüne göre Kilise Hıristiyanlığından kıyas kabul etmez derecede üstün durması, bende hiçbir şüphe doğurmuyor. Eğer ki, bir kimsenin karşısına kilise Hıristiyanlığı veya İslâm dinine girme hakkında bir tercih koyulsa, o zaman her bir akıllı adam, mürekkep ve anlaşılmaz ilâhiyatın üç sıfatlı Allah'ın, günah çıkarma merasiminin, dinî ayinlerin, İsa'nın anasına yalvarışın, mukaddeslerin ve onların resimlerine sayısız hesapsız ibadetlerin yerine, hükümleri bir Allah'ı ve peygamberi olan İslâm dinini, şüphesiz ki üstün tutar. Bu başka türlü de olamaz.

            Ayrı ayrı fertlerin, bütün insanlığın ve bütün insanların hayatının esasını teşkil eden dinî şuurun mükemmelleştiği (olgunlaştığı) gibi, hayatta her şey gelişir ve mükemmelleşir. Dinin gelişip mükemmelleşmesi ise, onun sadeleşmesinden, anlaşılmasından ve onu anlaşılmaz yapan her şeyden kurtulmasından ibarettir. Dini hakikatlerin, onu anlaşılmaz yapan her şeyden kurtarılması en eski zamanlardan beri dinlerin esasını koyan düşünürler tarafından hayata geçirilmiştir. Böylelikle bize malum olan bütün dinlerin hepsinden önce böyle yüce ve yüksek din anlayışı, Veda'nın (Veda-Hinduizm) kitaplarında, daha sonra Musa'nın, Buda'nın, Konfüçyüs'ün, Lao Tzu'nun, Hıristiyanlık ve Muhammed'in Öğretilerinde verilmiştir. Dini, onun eski kaba manasından kurtarıp, daha derin, sade ve akla uygun hakikatlerle değiştiren bütün yeni din hadimleri (hizmetçileri/tebliğcileri) büyük adamlar olmuşlardır. Fakat sırf büyük adam olduklarındandır ki, hakikati olduğu gibi, bütün aydınlığı, derinliği ve sadeliği, saflığı ile eski yanlış fikirlerinden kurtarılmış şekilde ifade edememişler. Bu kimselerin hata yapmayacakları, onların bütün söylediklerinin tekzip edilmez asıl gerçekler olduğu farz edilse bile, onların kendisinden çok çok aşağıda bulunan şakirtleri(öğrencileri), hakikati bütün derinliği ile anlamadan, onu daha gösterişli ve herkes için uygun hale getirme arzusu ile ona pek çok gereksiz eklemeler, özellikle acayip şeyler karıştırdıklarından, herkesin gerçeği görmesi oldukça zor olur.

            Gerçeğin din tarafından böyle tahrifi ne kadar çok itiraf edilmişse, bu tahrifler o kadar çok artmış, neticede dine hizmet edenler tarafından keşfedilmiş asıl hakikat karanlıkta kalmıştır. Buna göre de en eski dinlerde gerçeği gizleyen mucize ve uydurmalar her şeyden çoktur. Bu, en çok en eski dinde, Brahman dininde, ondan az Yahudi dininde, ondan az Buda, Konfüçyüs, Taoizm dinlerinde, onlardan daha az Hıristiyan dininde ve nihayet en az, en son din olan İslâm dininde vardır. Bu bakımdan Müslümanlık en elverişli durumdadır.

            İslâm dini, onda harici, tabii olmayan ne varsa, hepsini atsa ve öz temeline Muhammed'in dinî -manevi öğretilerinin esaslarını koysa- tabiidir ki, bütün büyük dinlerin esasları ve özellikle, gerçeği itiraf eden Hıristiyan öğretilerinin esasları ile birleşir.

             Size böyle uzun uzadıya yazıyorum ki, siz benim fikirlerimi oğullarınıza ulaştıracaksınız ve bu fikirler de onların güzel düşüncelerini hayata geçirmeye yarayabilirler. Dinin mahiyetini teşkil eden büyük hakikatlerin, onu karanlıklaştıran her şeyden temizlenmesine yardım etmek, insanın yapabileceği en güzel işlerden biridir. Eğer sizin evlâtlarınız bu işleri ailevi bir görev hesap etseler, o zaman hayatları dolu ve tam olacak.

             Bilmiyorum, Müslümanlıkta benim bildiğim, yüksek esaslı hakikatleri gizleyen yanlış fikirlerden ve mevhumlardan kurtarılmasına hizmet ettiklerini iddia eden iki öğreti sizce ve sizin evlatlarınızca biliniyor mu bilinmiyor mu?

             Buna göre söz konusu her iki grup, araştırılmış ve hâlâ da araştırılmaktadır. Bunlardan biri İran'da çıkmış sonra Türkiye'ye geçmiş olan ve orada yerleşmeye çalışan Bahaîlik'tir. Bahâilik, Akka'da yaşayan Bahaullah'ın oğlunun adından yola çıkılarak kurulmuştur. Ancak bütün insanlık için bir olan sevgi dinini kabul eden bu dinî mezhep, ibadetin hiçbir şeklini kabul etmiyor!

            İkincisi, Kazan'da ortaya çıkmış, taraftarları, kendilerini kurucularının adıyla adlandırıp kendilerine "Allah'ın ordusu" veya "Vaisovçular" diyorlar. Bunlar da inancın aslını sevgide görürler ve sevgiye zıt olan her şeyden uzak dururlar. Bu mezhep veya tarikat da takip edilmekte, rehberleri yakalanıp hapse atılmaktadır.

            Eğer benim düşüncelerim hiç olmasa bir şeye yarasalar, siz veya oğullarınız kendi faaliyetleri hakkındaki kararlarını bana bildirseler çok memnun olurum."

Lev TOLSTOY 


            Hiç şüphesiz ki Tolstoy’u da Müslüman olmaya ikna eden en mühim özellik Hz. Muhammed'in su gibi duru, berrak ve adil kişiliği yanında, Allahtan başka bir tanrısı olmayışı, ona biat ederken, teslis (baba, oğul, kutsal ruh) saçmalıklarından ve hurafelerden uzak olması, İsa gibi tanrı statüsünde değil; ama onun hizmetkârı bir fani olması ve her imana saygı duyan Ehli Beyt kişiliğiydi.
            Şayet tanrı ve peygamber kabul edilen havas dışında ki üçüncüler, egosantrik tefsir ve yorumlarıyla dinleri temel esaslarından saptırıp, yeni mezhepler (fırkalar) ve cemaatlere dönüştürmemiş olsalardı; müritler de bu fırkaları bir şey sanıp, karanlıkta mum ışığına uçuşan kelebekler gibi etraflarında toplanarak, esastan sapmamış olsalardı, dünya mükemmel olacak ve bütün dinlerin aslında İslam’da buluşmuş olacaklarını da söylemiştir Kendisi. Ayrıca dini duyguları istismar ederek üstünden kazanç sağlayanların da aslında imansız olduğunu da ifade etmiştir.

            Temanın ruhu olan mektupla uzayan ve özür dileyerek uzattığım yazıyı yazmamın asıl amacı; dahi yazar Tolstoy’un yanında Prens Bismark, Goethe, Puşkin ve dünya genelinde birçok entelektüelin tercihte Muhammedî olmalarının ana nedeninin, İslam’ın sadeliğinin yanında, Ehli Beyt özelliği olduğunu vurgulamak ve onlardan eksiği değil fazlası olan dahi Atatürk'ün de, adil kişiliğinden ötürü, neden bir Hz. Muhammed hayranı ve hepimizden daha özde bir Müslüman olduğuna atıfta bulunmak içindir.
            Bu bağlamda, yukarda tasvir edilen cennet bahçesinin dışında ki bizim olmayan bir dünyadan özenle seçilmiş ve bugün bizi yöneten, başa bakanından, ayağa bakanına kadar tüm zevatın gerçek kimliklerinin artık farkına varın. Aynı zamanda bütün varlığımızın üstüne oturmayı hedefleyen ortak; ama aslında kendilerinin de düşmanı olan emperyalistin, bilhassa(!) bu seriden, yani gerçek Muhammedî olmayan yapay Müslümanları, neden seçmiş olabileceğine de odaklanabilmeniz ve onların maskelerini düşürebilmeniz içindir.

            Tolstoy’un bilemediğini de biz söylemeye çalışalım. Çünkü insan her şeyi bilmeye muktedir değildir, ancak birbirini tamamlar. Her şeyi bilip düşünmüş olmaksa, sadece ön yaratıcıya (Tengri) mahsus bir husustur. Eğitim nedir dersek. Aslında canlı ve maddeyi (ki maddenin de ruhu vardır) belirli çağdaş yasalar ve kurallar kalıbına sokmak işidir. Bırakın her şeyi, içinde oturduğunuz eviniz bile maddenin eğitilmiş bir hali değilmidir? Esasen insanın din ve imana ihtiyacını bile kazanç unsuru haline getiren imansızlar, aynı sebeple onun mekân ihtiyacını bile,  çevresinden solunumu olan yeşil alanlarını kazıyarak yaşanamayacak beton yığınlarına dönüştürmediler mi? Ne ki, insan ve hayvana şekil verirken onu kırmamalısınız. Yoksa bir daha iflah etmez.

            Bizim Atatürk’ümüz de dahi bir önder olarak insanlarını eğitirken kimseyi kırmamıştır. Sadece biçimlendirmeye, onlara sosyal birey kalıbına uygun bir kimlik vermeye çalışmıştır. Şayet kendisine bütün yüce fedakârlığına rağmen, zamanında yapılmaya çalışılan suikastların etkisinde kalıp, çileden çıkan bir tiran olsaydı, fırsatı yakalamışken, bütün asosyallerin belini kırar, neslini bile kuruturdu bu ülkede.
           
            Her insan, bastırılmış hisler ve bükülmüş duygularla dolu bir Pandora kutusudur. Onu iyi tanımak için kapağını kaldırmak gerekir. İşte esas tiran Erdoğan’ın da artık kapağı açılmış ve içinde ki eski hurda yığını ortaya saçılmıştır.
           
                                                                                             
                                                                                              Serendip Altındal



5 Kasım 2013 Salı

SEÇİM ŞAİBELERİ..

            2002 seçimlerinde AKP’nin aldığı oy sayısına, Başbakanın bile inanamadığını söyleyerek, eski bir bilişim profesyoneli olarak seçim sonuçlarında ki, şüphe duyduğum bilgisayar manipülasyonuna dikkat çekip, kuşkularımı dile getirdiğim makalemin üstüne 11 yıl geçmiş. İlişikte mutlaka okumanız umuduyla yolladığım, bir evladımızın konuyu nihayet bir doktora tezi haline getirmiş olduğu araştırma yazısı, bana kıvançtan öte, ülkem adına umut da verdi. Buradan kendisine teşekkürlerimi yolluyorum. Ne var ki aslında ödüllendirilmesi gereken bu ciddi çalışmayı, bizlerden ziyade, şayet ilgisiz kalırlarsa yine taşın altında kalacak olan, belki de ülkenin bölünmesine de neden olacak muhalefet okuyup yorumlamalıdır bence.

            Muhalefet, yüce Atatürk'ün ve Türk Ulusunun, laik 90 yılın mabedine, türbanı sokmaktan, kendisini aslında iktidar yapmayacak bir kaç oy fazlası ummak yerine, ilişikteki seçim şaibelerinden korunma kriterlerini okuyup önlemini alırsa, kendi geleceğini de belki kurtarmış olur. Yoksa sonuç yine hüsran olacaktır ve bu defa gelecek seçimleri görebilecekleri veya bir daha seçim olup olmayacağı bile tartışılır hale gelecektir bu ülkede. Biz bir kere daha altını çizerek hatırlatalım da.

            11 yılda hükümetin yaptığı bütün seçim uyarlamalarına, ilişikte ki yazıda dikkat edilirse, AKP seçimlerde belden aşağı çalışacağının sanki önceden sinyalini vermişken, muhalefetin de derin bir uyku içinde olduğu kendiliğinden anlaşılır. Bu nedenle de hezimetin durumu ve nedeni açıkça ortadadır. Hadi bu defa da almasınlar bakalım seçim önlemlerini. Daha ilk Tandoğan’da ki gelincik mitinginde, avazımız çıktığı kadar “birleşin başka şansınız yok” diye haykırdığımızın üstüne de bir 10 sene geçti. Ne var ki bizim beyler daha yeni uyandılar. Artık bundan sonrasını da paşa gönülleri bilir muhteremlerin, başka da ne diyelim ki, sözün bittiği noktaya gelmişken.

            İlişikte ki tez çalışmasını okuyup üzerinde biraz beyin fırtınası yapacak olursanız, YSK'nın acınacak durumunun yanında, Amerikan güdümlü Mernis projesinin, 11 yıldır çakma seçim galibi AKP ile bize nasıl kan kusturduğu hakkında; belki benim 11 yıldır adım gibi emin olduğum sinsi olgunun, siz de farkına varırsınız. Daha o gün bunların, gerçek oylarının aslında %20 – 23 den yukarıda asla olamayacağını söylemiştim. Sakın ola diğer %50 maskaralığına inanmayın. Öyle ya akıl var, yakın var. Hesap yapmanın yanında, bilgisayarla da neler yapılabileceğini, mesleğimden ötürü hem de çok iyi bilen bir insanım. Hem de bilgi hırsızı Amerikan gerçeği karşımda apaçık sırıtıyorken. Nitekim ilişikte ki kapsamlı araştırmada da göreceğiniz gibi, 11 yıl sonra bile o zaman tespit ettiğim aynı rakamlar telaffuz ediliyor.

            Siz de okuduktan sonra anlayacaksınız. 40 sayfa da olsa lütfen hepsini okuyun.  11 yıl kaybınız olduysa da ne yapalım, zararın neresinden dönseniz o da kârdır. Nihayet öğrenip, anlamış olmak da bir şeydir. Zira bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olunamaz. Doğru eğitimin özü de, doğru bilgidir. Yani emperyalistin, işbirlikçi AKP’nin, satın alınmış medyanın, yargının ve cemaatlerin dezenformasyonu değil. Seçim sonrası kuşkularımı NSA, CIA vs. gibi Amerikan milli güvenlik birimlerinin, konu hele bilgi manipülasyonu, olunca neler yapabileceklerini ve mutlaka bağımsız, ülke genelinde milli bir sistem - ki Atatürk bugün yaşasaydı, ilk isteyeceği de bu olurdu -  kullanılmasını kısaca açıklamaya çalıştığım makalemi, seçim sonuçlarını aldığımız gün Sayın Çölaşan’a da yollamıştım.

            Ve aynı bağlamda Microsoft gibi yazılım firmalarının, Amerika’da milli güvenlik ajanlarına lüzum gördükleri her noktaya, şayet PP (noktadan noktaya gizli erişim) bağlantı olanakları sağlamazlarsa, ruhsat bile alamayacaklarını yazmıştım. Kendisi o zaman Hürriyette yazıyordu. Aslında yazımı da cevap beklediğim için değil, sadece toplumu uyarmak için yollamıştım. Herhangi bir cevap alamamış olsam da, kendisinin ve diğerlerinin bugün gecikmeli de olsa, benimle aynı noktada buluşmuş olmaları, yine de memnuniyet vericidir. Demek ki öğrenmenin yaşı yoktur ki ne kadar doğru.

                                                                                                          Serendip Altındal