30 Eylül 2013 Pazartesi

BAKIŞ AÇISI VEYA ÖZGÜVEN..

Yakın çevrenizde veya ailenizde bile mutlaka vardır. Hatta bizatihen onlardan biri de olabilirsiniz. Hani batıl, nazara, boncuğa, fala inanan, muska yazdıran, kurşun filan döktüren vs. aşırı duygusal, alıngan, kırılgan ve dolayısıyla da genelde kötümser olan insan tiplerinden. Bir halk deyişiyle de "yıldızı zayıf” olanlardan. Yani aslında her tasavvur ve tezahürün kafanızda, kendi şuurunuzun ürünü olduğunu bilmeden veya düşünmeden, falcıları, muskacıları besleyenlerden, şuurunu Şeytana teslim edip, zevkle enselerinde boza pişirmesini sağlayanlardan olabilirsiniz.
            Başınıza gelen her türlü, en küçük sıkıntının bile arkasında, nazar, kötü bakış(!) batılı ile hemen mistik bir ilişki kuruyor olabilirsiniz. Oysa atladığınız sadece, aslında bakış açınızı değiştirmeniz olduğu ve bunun da en ufak gizemli bir desteğe(!) ihtiyacının olmadığıdır. Unutmayın ki kişinin bakış açısı, aynı bağlamda özgüvenini de yansıtan bir aynadır.
            Kendinizde böyle bir revizyonu muhtemelen, kemikleşmiş alışkanlıklarınızdan dolayı kolayca yapamıyor olabilirsiniz. O zaman şöyle de başlayabilirsiniz: Mesela başınıza gelen her türlü tahammül edilebilir neviden aksiliği (bela), aslında koruyucu meleklerinizin, başınıza gelecek çok daha kötüleriyle değiştirmiş olabileceklerini de bir düşünün. O zaman daha fazla mutlu olacak ve ufkunuzun da biranda genişlediğini, önünüzün açıldığını hissedeceksiniz.

            İşte bunlardan ötürü her konuya iki tür bakış açısı vardır, iyimser veya kötümser. Şimdi aşağıda, ismi artık daha da parlayan rahmetli fedaimiz Hablemitoğlu’ndan yaptığım alıntıda, yüce Atatürk'ün, kadim Cumhuriyet hâkimi ve savcılarından neler beklediğini, betimlediği bir konuşmayı okuyacaksınız.

            Şimdi de sadece böyle bir yazıya dahi atılacak olan iki türlü bakış arasındaki farkları görelim:
            A- Pesimist; pekiyi nerede şimdi bu hâkim ve savcılar, adaletin yok edildiği ülkemizde, bundan sonra hangi adalet kurumundan haklarımızı talep edebileceğiz. Diyerek birden umutsuzluğa kapılacak ve kara düşüncelere dalarken, gününü daha da karartacaktır muhtemelen. Üstüne, gününü karartanları da kıs kıs güldürecek, ekmeklerine yağ sürecektir.
            B- Optimist; durumun geçici olduğunu, bahse konu hâkim ve savcıların şimdi daha da bilenmiş olarak mevcut olduklarını ve kendi günlerini beklediklerini bilecektir herhalde. Bu arada tüm Cumhuriyet düşmanlarının, bizim optimistleri hiç sevmediklerini bilmem söylemeye de gerek var mı?
            Öyle ya, daha düne kadar mevcut olan, aynı Cumhuriyetin erdem sahibi tüm hâkim ve savcıları, bugün yer yarıldı da içinde mi kayboldular. Sadece bir kısmı erken emekli edildi, büyük bir kısmı da pasif görevlere atandılar. Ne yapsaydılar yani, ellerine silahlarını alıp dağlara çıkarak Köroğlu dizileri mi çevirseydiler. Şimdi her zamankinden daha da bilinçli ve bilenmiş olarak, yakında yine gelecek olan kendi günlerini büyük bir iştiyakla bekliyorlar. Ne mi yapıyorlar? Adalet kılıçlarını bileyip, parlatıyorlar. Öyle ki, havadan keskin yüzlerine bırakılan kaz tüyü bile ortadan ikiye bölünüyor.
            İyi de, onları böylesine pasifize eden Cumhuriyet düşmanları mı ne yapıyorlar? Bakın çevrelerinizde ki tanıdık olanlarına, yakın geleceklerinin farkında olduklarından, nasıl ellerinin ayaklarına dolaştığını, paçaları tutuştuğu için de nasıl telaşa kapıldıklarını hemen anlarsınız. Esasen bu durum son günlerde, panikleyen iktidar Mormonları’nın, takım taraftarlarına kadar uzanan korkularından, birbirini tutmaz icraatlarından da açıkça belli olmuyor mu?

Şimdi lütfen aşağıda ki yazıyı sonuna kadar dikkatle okuyun ve tarzınıza göre de yorumlayın. Yukarda söylediklerimi, ciddiye alıp almamaksa artık tamamen size kalıyor.

§ Türkiye’de hâlâ “kadı”lık sisteminin özlemini çeken, hâkimleri “kiralanacak bir meta” olarak gören ve nitelendiren benzeri şeriatçı sapkınlara karşı, Büyük Atatürk, 9 Ekim 1925'de, sanki bugünü görerek, Cumhuriyet Savcılarına şöyle sesleniyordu:
"Her uygar ve çağdaş devlette olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti Adliyesi'nde de,
Cumhuriyet Savcılarını yüksek ve son derece önemli bir görev ve makamın temsilcileri olmak üzere tanırım. Devrim savcılarının, kendilerine verilen bu büyük görevin önemine uygun olarak gayretli ve çalışkan olmaları konusunu, adliyemizin başarı ve üstünlüğünün en önemli etkenlerinden sayarım. Laik Türk Devrimi, çağımızın uluslara yaşama ve yükselme yeteneği veren en son ve en uygar ilkelerin bir ifadesi ve Türk Ulusu'nun büyük fedakârlıklarıyla sürdürülen ve kazanılan büyük mücadelenin eseridir. Devrimlerin gerçekleşmesi, kararları ve kanunlarıyla, ulusal irade ve ulusal egemenliğin bir görünümü; bütünü itibarıyla da Türk Ulusu'nun bütün haklarıdır. Devrimlerin her biri, ulusun emeği ve hakkı ile gerçekleşmiştir. Cumhuriyet Savcılarımızın, DEVRİM GEREKLERİ ETRAFINDA, EN KISKANÇ VE UZAKLARI GÖREN HASSAS NÖBETÇİLER OLMALARINI, ASIL GÖREVLERİNDEN SAYARIM.... YÜKSEK AMA YÖNELİK HERHANGİ BİR SUİKAST FAİLİNİN DURMAKSIZIN KOVUŞTURULMASI VE KOVUŞTURMANIN, ULUSUN BÜTÜN HAKLARI TATMİN VE TAZMİN EDİLİNCEYE KADAR, HÂKİM ÖNÜNDE DE KAYGI VE ISRARLA SÜRDÜRÜLMESİNİ VE SONUÇLANDIRILMASINI İSTERİM.... YAKIN TARİHİMİZDE VE ESKİ ZAMANLARDA, DİNLERİN; ZORBA HÜKÜMDARLARIN, RAHİPLER VE ÇIKAR SAĞLIYANLARIN ELİNDE BİR BASKI ARACI OLMASI GİBİ, ÇAĞIMIZDA KESİNLİKLE İZİN VERİLEMEZ VE HOŞ GÖRÜLEMEZ. DEVRİME KARŞI KOYAN MUHALEFETİN ÖZGÜRLÜKTEN VE YASADAN YARARLANMAYA HAKKI YOKTUR. BİREYİN DEĞİL, BİREYLERİN TAMAMINI İFADE EDEN TOPLUMUN VE DEVLETİN YARARI, HER DÜŞÜNCE VE KAYGIDAN ÖNCE GELMELİDİR. SINIRSIZ BİREYSEL ÖZGÜRLÜK VE KİŞİSEL ÇIKAR PEŞİNDE OLANLAR, KENDİ EMELLERİNİ, ÇIKARLARINI ULUSUN YÜKSEK ÇIKARLARI VE ÖZGÜRLÜĞÜNDEN ÜSTÜN TUTANLARDIR. SINIRSIZ KİŞİSEL ÖZGÜRLÜKLER, KİŞİSEL ÇIKARLAR, UYGAR VE DÜZENLİ TOPLUMLARI, DEVLETLERİ YIKARAK ANARŞİYİ VE ÇOĞUNLUKLA DA ZORBALIĞI YARATIR..." (Köstebek – Necip Hablemitoğlu)

Serendip Altındal
Video Kanalım

26 Eylül 2013 Perşembe

YAŞAM ALGISI..

           Kapitalist ve Politikacısından oldum olası tiksinti duyarım. Çünkü tenyanın kancalısıdır bu parazitler. İstediğiniz kadar ıkının, ola ki müshil dahi almış olsanız dışarıya atamazsınız tamamen. Hatta tenya alerjimden, çiğ köfte bile yiyemem; ama başka yiyeceklerden bulaşması yine de olasılıdır. Bakın iç ve dış çevrenize, sizi kimlerin yönettiğine, başka seçeneğinizin olmadığına ve neden ısrarla aynı seriden partnerlerle dans etmek zorunda bırakıldığınıza akıl yürütün. Ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Ve çok iyi düşünün ki, sadece bu güruhun yaşam algısı yüzünden, içinde hep birlikte bulunduğumuz bu açmazda değilmiyiz aslında.
Bu ikiliden başka sizi hasta eden, kendi yaşamınıza bile küstüren, başka da iğrenç bir mikrop türü daha var mı çevrenizde acaba. Şayet bu mikroplar olmasaydı dünya denen bu muhteşem mavi planet, daha yaşanılır olmazmıydı, çoğunluğu kalender, aklı başında, doygun ve içinde esnafları da olan insan toplulukları için. Çünkü esnaf kendisine işveren emekçi demektir gerçekte. Dolayısıyla da ayrı tutulmalıdır. Tarih öncesinde liberal kapitalist ve tetikçisi (ekonomi-politikacı) belki bugünkü kadar müptezel seviyede değildiler; ama bugünde olduğu gibi gönlü tok, kazancıyla yetinmesini bilen esnaf ve küçük ticaret erbabı her zaman vardı. Ki Peygamberiniz bile onlardan biriydi.

Dininden, eğitimine, sağlığından, sporuna, etniğine vs. her sahaya el atıp toplumların yaşamını, ahretten önce daha yeryüzünde şirazesinden çıkarıp cehenneme çeviren,  hep bu aynı mikroplar değil mi? (BK,  c1-m1). Bu bağlamda küresel hastalık olan emperyalizmin nedeninin de bu mikroplar olmadığını söyleyebilirmisiniz?
Demek ki kendilerine liberalist diyen bu mayası bozuklar olmasaydı, toplumsal afetlerin hiç biri yaşanmayacak, insanlık huzur bulacaktı. Şimdi bu durumda ise, neresinden bakılsa insanlığın geleceği adına, faiz ve tefeciliği yok eden, sadece emeğin karşılığını, işveren ve alan seviyesinde adilce karşılayan, komşumuz Rusya’da da hanidir uygulanmaya başlayan, Prof. Dr. Haydar Baş’ın Milli Ekonomi Modeli (oku. MEM), hemen elimizin altında ki tek çözüm olarak gözüküyor.

            Şimdi bu uyumlu(!) ikilinin al birini çak öbürünün üstüne, sonra da Allaha emanet ol. Yani bunların eline kaldıysan ya Tanrın ya da ELOHIM yardımcın olsun artık. Ki hâlihazırda ki durumumuz da budur.

§ Küreselleştirmeciler nerede sorusu abes sorusudur. Suriye’ye saldıralım, İran’a ambargo koyalım, Rusya ile aramızı açalım, Açılım yapalım diyenlerin hepsi, eski küreselleşmecilerdir. Ulusal pazarların yabancılara satılmasını ve özelleştirmeleri hazmettirdiğine inanan siyasi iktidar, şimdi bölünmeyi hazmettirecek girişimleri sürdürüyor. Halkın, daha önce yediği yalanlardan ötürü midesi bozulduğundan, demokratikleşme yalanını mideleri almamaktadır. Tunceli’nin adını Dersim yaparak, Mustafa Kemal’e karşı yeni bir cephe açmanın peşindedirler. Dersim Mustafa Kemal’i yargılamanın başlangıç salvolarıdır. (Bülent Esinoğlu)
Yukarda taşı gediğine tam isabetle oturtan, Sayın Esinoğlu’nun yazısından yaptığım alıntıyı okuyunca da anlamış olacağınız gibi, kanımızı emen şu meşhur küresel soygunun mimarları da bu ikili ve tıpkı bizde olduğu gibi diğer sömürgelerde ki çömezleridir.  

Şimdi soyuta inip de, hakkolar, vakkolar(!) vs. gibi hadlerini aşan bazı şaşkın tefecileri muhatap alıp da adam sınıfına sokmamak için, olayı somut olarak alalım. O halde mademki hepimiz İbrahim oğullarıyız, yani “Türk” veya “Törük” Tanrı soylu, töre ve ata bağımlısı  (Türk sözcüğünün aslı, Törük” tür. Bunun iki anlamı vardır. Birincisi; örgütlü topluluk demek, ikinci anlamı ise “Ök” ten(gökten, Tanrı’dan) doğma bir “tür” demektir. Ök, ise “Tanrı” ya da “Baba” demektir(öksüz: babasız) (1 oku. Ön Türkler - Haluk Tarcan), kendilerine uzaylı da denilen bir soydan geliyoruz, o zaman siz ne diyorsunuz bu işlere bakalım, Musevi akrabalarımız. Esasen Hıristiyanların Musevilerden aşırdığı ve İsa’yla özdeşleştirdikleri baba, oğul, kutsal ruh üçleminin ki, Tevrat ve İncil’in de ön Türkçe olarak yazıldığını, bu dinlerin de ilk ibadetlerinin ön Türkçe yapıldığını bilimsel olarak da kabul etmek gerekince (1 oku.), aslında nereden gelmiş olabileceğinin de belki bir açıklamasıdır bu.

Oysa sizleri de tarihler boyu dümensiz bir gemi gibi sahilden sahile savuran bu ezeli ikili değilmiydi. Sizde bu Şeytan tohumlular yüzünden asırlardır çile çekmediniz mi? Elçisi Musa ile atalarınızı Firavun’un şerrinden kurtaran ELOHIM (aslı ön Türkçe ILAHIM – sonra da AL-ILAH’ tan değişerek Allah olmuş (1 oku.)), sonrasında içlerinde ki bu doyumsuzların ihaneti yüzünden onları cezalandırdığı için, vatansız kalmadınız mı aslında.
Şimdi de aynı oyunlarla bizi yok etmeye kalkan bu kanı bozukları, eski Ahit öncesinden beri ayinlerinizi ön-Türkçe yaparken, bütün tarihimizi kendilerine kopya ederek intihal yapan bu çakma tarihçileri ve neden Türk tarihini yok etmeye kalktıklarını, kendi tarihiniz de yok edileceğinden, herkesten önce sizler sorgulamalısınız.
Ne var ki bu çapsızların gemi daha da azıya alıp, aynı soydan gelen ve dili bir olan Türkleri, anavatanlarında bile etnilere ayırma küstahlığına kalkıp, bilinen 39 Türkçeden bazılarına göre de eğitmenler yetiştirerek, bölmeye kalkmalarının muhtemel sonucu, hepinizi yakar. Çok dikkatli olmalısınız kardeşler, mademki hepimiz Türküz.

O halde aranızdan, arada sırada çıkan yukarda belirttiğim türden, kendilerini kuyruklarından yemeye başlamış toplum kemirgenleri, bir matah olduklarını sanarak, aslında oturup hallerine şükredecekleri yerde, aksine toplum içinde limuzinleriyle böyle aşırı hız(!) yaparken, gerçekte hepinize zarar veriyorlar. Çünkü uzakta belirmiş olan kara bulutların, yine azgın bir fırtınaya dönüşerek, dümensiz kalan bu eski ‘Yĕhovah’ adlı gemiyi nerelere savuracağını hiç bilemezsiniz. Onun için birlikte yaşadığınız ve nemalandığınız, biz diğer kardeşlerinizle kenetlenmeye bakın. Zira bundan sonra kendi sorunlarıyla tarumar olacak Amerikalıya güvenmekse, Kabala labirentlerinde onunla birlikte yok olmak demek olacaktır. En iyisi, tek kurtuluş yolu olan hepinizin Türk vatanında birleşerek ebedileşin. Eski gemiyi ve fırtınaları da unutun. Bunu sadece bir hatırlatayım istedim.

Bu paragrafı beğenirsiniz, beğenmezsiniz; ama yine de delikanlı olduğunu düşündüğüm Fatih Terime ayırmak istiyorum. Derbi maçı sonunda takımından ayrıldığına bakınca: “Ne haliniz varsa görün. Beni şerefsizliklerinizin içine daha fazla çekemezsiniz” dediğini, duyar gibi oldum sanki. Belki de bana öyle geldi. Nedense bu duruşu ona yakıştırıyorum. Bunun da bir nedeni vardır herhalde. Eski artistlere(!) bir sormalı. Onlar kendilerini ve bu nedenleri iyi bilir.

Bir not daha düşmek gerekirse; yaklaşık 100.000 kişinin bilfiil iştirak ettiği Pazar günkü Derbiden, bu satırları yazarken gözüme ilişen bir TV haberine göre, suçlu olarak sadece 20 kadar tutuklu varmış. Şimdi koyun gerçek müsebbip olan çakma BJK’lı 1453’cüleri (ki neden 1903 değil, bu da ayrı bir itiraftır) bir kenara, tutuklananların muhtemelen hepsi, aslında sahaya fizik kanunlarına göre de girmesi mümkün olmayan Çarşı grubundan seçilmişlerdir kesin(!)…

Serendip Altındal





23 Eylül 2013 Pazartesi

AH BE ÇOCUKLAR..

Ah be çocuklar; ne güzelde başlamıştınız. Önce Gezi duruşu, birbirinden yaratıcı toplum mesajları, aslı özgürlük demek olan gerçek demokrasiyi, yedi düvelin bile gözüne sokan emsalsiz profiliniz vs. En sonunda da, rakipleriniz olan GS ve FB'nin bir arada dolduramadıkları Olimpiyat stadını bile tek başınıza, bayram şölenleriyle taşırarak, rekorları da paramparça ederken aynı bağlamda, rakiplerinize hem kalitatif hem de kantitatif dersler verdiğinizi ve gerçek taraftarın nasıl olması gerektiğini gösterdiğinizi, kim unutabilecektir ki bundan sonra.

            Ah be çocuklar; bütün bu güzellikleri, içinize sokulan bazı cemaat beslemesi iki ayaklı hayvanlardan oluşan provokatörler, hadlerini aşarak gölgelemeye kalktı. Hatta aşırı salak olduklarından, verilen görevi başarıyla yapmış olmanın zafer gülücüklerini de fotoğraf karelerine arşivlediler. Bunu yaparken de olaya önceden hazır olduklarını adeta itiraf ettiler. Oysa bu karelerin devran döndüğünde nasıl kendi başlarını yiyeceğini düşünemediler bile. Daha fazla da salak olunamaz ki.

            Ah be çocuklar; gerek cemaatin, gerekse Mason kulübünün kolluk kuvveti haline gelmiş TFF ve Hakemler Kurulunun yeni bir oyununa yine getirildiniz. Kiminle dans ettiğinizi hala öğrenemediniz. Böyle bir ortamda özellikle GS ile oynarken bir değil en az iki defa dikkatli olmak zorundasınız. Başınızda ki sömürge hükümetinin sözcülerinin konunuzla ilgili verdikleri demeçlere bakın ve dikkatle analizini yapın, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Ben o konuşmalardan bir Gezi revanşı kokusu da aldım mesela. Ve size sulh yürüyüşlerinizde bile Tomalar, gaz fişekleri, plastik mermiler hatta sopalı, palalı sivilleriyle göz açtırmayan kahraman(!) polisiniz, asıl çapulcular sahayı işgal ederken nerelerdeydi acaba diye sorgulayacaksınız da muhtemelen.

            Ah be çocuklar; şayet topçularınız birinci devredeki ve beş haftadır taşıdıkları tempolarını oyunun sonuna kadar sürdürselerdi ne olurdu GS'nin hali acaba? Pekiyi ne oldu da ikinci devre bir sihirli değnek operasyonuyla takımın el freni çekildi. Bu soruyu öncelikle de kendinize sorun. İki tarafın bazı büyükleri arasında acaba nasıl görüşmeler yapılmıştı bilemezsiniz. Tıpkı aslında sizi satanın, size önderlik yapan saydığınız bazı büyükleriniz olabileceğini de bilemeyeceğiniz gibi. Ne var ki, devre arasında işler GS adına hal yoluna girdiği halde, uzatma dakikalarından önce gelen kırmızı kart, daha önceden hazır kıta tutulan provokatörlerin paniklemesini sağlayarak, onları sahaya hemen fırlatmış; ama aynı zamanda önceden hazırlanmış olduğu çok açık olan tertibin de maskesini düşürmüştür.

            Ah be çocuklar; hâkimine, savcısına, polisine güven kalmadığı ülkenizde,
Federasyona, bazı yöneticilere, antrenörlere vs. nasıl güvenelim diye de hiç sormuyor musunuz kendinize. Örneğin saha kenarında yanına yanaşan ve ne söylediği kendince bilinen tipi bozuğa, Fatih Terim'in tavır koyması bir ipucudur aslında. Bunu da hocanın bizatihen açıklaması gerekmektedir. Size güvensizlik aşılamaya kalktığımı sakın ola düşünmeyin. Aslında aranıza girenleri veya bir şekilde sokulanları, bir değil beş defa sorgulamak zorundasınız; size, sizden olduğu ambiyansını satmaya kalkanları derhal merceğinizin altına yatırmalısınız, diyerek bizatihen kendi özgüvenlerinizi daha da pekiştirmenizi arzuluyorum sadece. Öyle ya BJK'nız ve sizler hele bu zor günlerinizde aslında hiç de hak etmediğiniz cezaları pisipisine alırsanız, sadece arkada ki esas oyuncu olan Şeytanı(!) mutlu etmiş olmazmısınız.

            TFF ve Hakemler Kurulu, bilindiğine göre bugün maalesef cemaat ve Mason derneklerinin ortak rant lobisi haline dönüşmüştür. Bugün sizin başınıza gelen yarın diğerlerinin başına da gelecektir. Bu cemiyetler rüzgârgülü gibidirler, kimi ne kadar destekleyeceklerini asla bilemezsiniz. Çünkü sadece rüzgârın yönünü göstereceklerdir her zaman. Hele malum cemiyetlerin kolluk gücü haline gelmiş, TFF sözcüsü, şike ve rüşvetin babası, ön sabıkalı, fazilet yoksunu suratlarını seyretmekten ikrah duyduğumuz bazı eski tüfeklerin, utanmadan kalkıp, küçük beyinleriyle birde sizin gibi erdemli gençlere fazilet dersleri vermeye kalkmaları, yüreğimi nasıl acıtıyor, tahmin bile edemezsiniz.

            Ah be güzelim çocuklar; başka ne yazayım bilemiyorum. Belki de son söz olarak; başınızı hep en yukarda taşıyın, taşıyın ki sizin gibi olmayan şerefsizler, altınızda ufala ufala yok olacaklardır nasıl olsa diyerek bitirelim.

Serendip Altındal



21 Eylül 2013 Cumartesi

YURTTAŞ DEĞİL ZORAKİ VATANDAŞ..

Sokağa çıktığımda etrafıma bakınıyorum; çevremde farklı ya da düşmanca bakan, bizden olmadıklarını adeta suratlarımıza bağıran, hatta farklı kokan bir sürü adam, kadın çarpıyor gözüme. Acaba bu çevrenin yabancılaşması değil de, yoksa bende asosyal paranoidal bir kişilik bozukluğu mu başladı diye kendi kendime soruyorum. Fakat sonra çevremdeki dostların çoğunluğu da görüşlerimi paylaşınca, içim rahatlıyor. Hele aynı görüşleri statiksel rakamlardan da alınca, doğru yolda olduğumu bir kere daha anlıyorum. Yalnız İstanbul'umuz da 400.000 den fazla Suriyeli olduğu düşünülürse, buna tüm yurt genelinde ki diğer yabancıların sayısının dâhil olmadığı da temel alındığında, endişe duymamak mümkün olabilir mi?

            Ülkesinin ve vatandaşlarının en zor günlerinde yurdunu terk eden adama, adam denir mi? Ne oldukları ortada. Çoğunluğu militan yaftalı yamyam cürufu ile göbek bağı olan paralı askerler, bir kısmı aktif ajanlar, belki küçük bir kısmı da amatör transferler. Yani neresinden baksanız iki ucu boklu değnek. Bizi ilk önce alakadar edense, sanki bizdekiler yetmiyormuş gibi, çoğunluğu kanı bozuk olan ve yakın vadede bir kaç milyonun üstünde zorunlu yurttaşımız veya yeni seçmenimiz de olacak demektir ki, vay başımıza gelenler. Ve bu çürüğün faturası sandık başında, yine bu aziz yurdun gerçek sahibi misak ı milliyeci ve gururla Türk olduğunu haykıran, Atatürkçü vatanseverlere yazılacaksa kötü ki, öyle de gözüküyor.
           
            Yüzde on barajı, oynak seçmen sayıları, parmak boyası, çakma dijital veriler, mükerrer oylar vs. gibi AKP seçim klasiği olmuş açmazlara takılıp kalırken, esas bomba olan zorunlu yurttaş seçmenler (ZYS) konusuna nasıl bakıyor acaba, sayın muhalefet. Çünkü yeni modamız bu oldu artık. Ve bu güruhun da seçim hakkı olursa, her ne kadar bizim sırtımızdan besleniyor olsalar da, velinimet sultanlarına oy verecekleri kesindir.
 Allah korusun; ama yine oldubittiye getirilip bir seçim süresi daha AKP'ye tahammül etmek zorunda kalırsa, ne olur bu ülkenin hali? Bu soruyu, özellikle de Erdoğan belasını başımıza musallat eden, şimdi ise gölgeye yatmış, bir gözünü kuma dayarken diğeriyle kurnazca etrafı kesen Baykal cevaplamalı diye düşünüyorum.
            Öyle ya, kendisi bir zamanlar Erdoğan'ın en fazla korktuğu ve ciddiye aldığı bir muhalefet lideriydi. Baktılar ki kendisiyle baş edemeyecekler, hemen cemaat militanlarını devreye sokarak, bilgisayarlı arcade(!) oyunlarıyla kendisinde, kısa devre oluşturup havlu atmasını sağladılar. Koca Baykal bu kadar ucuza gelmemeliydi.
Ve o gün bugündür ne yazık ki, zamanında bizi iyi yediği(!) ideallerini de artık bir kenara bıraktığı gözüküyor. Rahmetli Hablemitoğlu, aslında hepimize bulaşan cemaatin bütün herzelerini belgelerle (oku. Köstebek) ortaya koyunca ve kendisiyle baş edemeyeceklerini de anlayınca, ışığını söndürdüler; ama ne oldu, kendisi bugün herkesten fazla delikanlı olduğunu da ispat etmiş oldu. Yani daha fazla yaşayan, daha fazla adama dönüşüyor da, yoksa biz mi bilmiyoruz…

Çakma Ergenekon mahkemeleri ile devre dışı bırakılan ve siyasi potansiyeli olan asker, sivil diğer vatanseverlerimizi saymazsak, şimdi ortada kala kala bir gariban, deneyimsiz; ama sapına kadar iyi niyetli, dürüst ve insan evladı Kılıçdaroğlu kaldı artık. Bahçeliye ne hikmetse fazla güvenemiyorum. Başka da zikredecek isim yok esasen ortada. Yoksa biz mi görmüyoruz...

Şimdi böylesi bir ortamda, artık ülkemizin tahammülünün de kalmadığı, muhtemel yeni bir seçim başarısızlığının faturasını da kimse, bunu en son hak edecek Kılıçdaroğlu’na yazmaya kalkmasın. Çünkü bu sadece haksızlık değil; ama hepsinden öte de büyük bir günah olur. Ona göre! Haksızlık yapmak yerine kendi yüreğinizi ortaya koyun. Şikâyeti olan partiye sahip çıksın. Herkes şapkasını önüne koysun, durum değerlendirmesi yapsın ve kendi katkı payını objektif olarak yorumlasın o zaman. Henüz daha vakit varken Beyler.

Serendip Altındal



13 Eylül 2013 Cuma

HANGİ TEKERRÜR..

Dünya geneliyle kıyaslandığında, Hazar’dan Karadeniz’e, kaşık kadar bir Kafkasya da bile sayısız millet(etnik) yapısının yaratıldığını(devşirildiğini), Avarlar, Darginler, Kumıklar diye anılan ana grupların altında yaklaşık 41 adet mantar gibi alt kimlik oluşturulduğunu da görürsünüz. Yapılan son sayımlarda, üç kişiden bile bir etnik grup oluştuğu görülüyor.

Tabii bunu ne kadar ciddiye aldığınıza bağlı artık. Beyaz Rusya’nın (Çarlık Rusyası) kurulmasından çok daha eski dönemlerden beri tek budun olan, gelişen teknolojiyle birlikte medeniyet yaşı çok daha da derinlere inecek olan ve çok büyük imparatorluklar kuran, Rusya’nın bugünkü topraklarının eski sahipleri de olan Türkler, Rusya’nın kurulduğu dönemlerde, artık büyük imparatorlukları çözülmüş beylikler halinde yaşıyorlardı.
Önceleri hem Osmanlıya karşı bir duvar örmek, hem de kâbusları olan büyük Türk korkusuyla, içlerindekilerin karşı ayaklanmalarını önlemek ve onları tek merkezden yönetebilmek için, Türklerin sayılarını fazla büyütmemek amacıyla onları defalarca tehcirler ve soy kırımlara uğratarak dış dünyanın bile tanımadığı etnik gruplara ayrıştırmışlardır. Mesela Adige (Çerkez) ve Abhaz  (Abaza) topluluklarının büyük bir kısmı, Çarlık dönemi sonlarında 1876 Osmanlıya sürülmüşler ve Rusya’da kalan mallarına da el konulmuştur.
Hele Stalin zamanının Sovyet ordularının, yüzde 65’inin ağırlıklı olarak Müslüman olan Türklerden teşkil edildiğini düşünecek olursanız, bir karşı ayaklanmaya kalkacak Türklerin yaratacağı korkunun ne boyutta olacağını tespit eder, böl ve yönet politikasının önemini daha da iyi anlarsınız.

Şayet, neden ışığının söndürüldüğünü iyice öğrenmeniz gereken, gerçekçi ve rahmetli Necip Hablemitoğlu’nun bugün ne hikmetse piyasadan çekilmekte olan eserlerinden “Kırımda Türk Soykırımı” adlı yapıtını da okuyabilirseniz, hele de Kırım Türklerinin nasıl Tatar denen aslı olmayan bir ırka dönüştürüldüğünü ve yurtlarından sürülen Kırım Türklerinin lideri İsmail Gaspıralı'yla zorunlu olarak kuracağınız empatiyle de, bu konularda ufkunuzun bayağı genişlediğini hissedeceksiniz.
Tehcir, etnik grup yaratmak, genosit gibi kavramlar insanoğlu için sadece son çağın emperyalist hastalıkları değildir. İnsan tarihiyle birlikte başlamışlardır aslında. Aynı bağlamda taraflı tarafsız objektif aydınların genel tespitine göre, insanlık tarihinin başlangıcında nasıl ki tek budun(kavim) Türkler kabul ediliyorsa, Adigeler, Abhazlar, Kürtler ve sayısız diğerlerinin Türk olmadıklarına(!) bakılırsa, Uzaydan veya da paralel Evrenden gelmiş olmalarını kabul etmek zorunda kalacağız demektir. Neyse ki hiç olmazsa Avarların Oğuz Türkleri olduğunu, her ne kadar zorlansalar da Ruslar da kabul ediyor. Akrabaları olan diğer adı geçenlerin kimler olduklarını ise onlara sormak gerekiyor.
Bu sayılanlar bugün hayatta kalan etnisitedir, tarih içinde birçoğu da telef olup gitmiştir. Oysa hepsinin atası, birçok objektif Avrupalı, Amerikalı aydınların da tüm bulgulara dayanarak kabul ettiği gibi Türk’tür. Çünkü aklın yolu bir, özü matematiktir. İnsan beyni budur. İşletirsen hiç olmazsa altında kalırsın; ama işletmezsen diğer ataların gibi altında sende yok olursun. Aslında etnik gruplara ayrılmak, kendisine ayrıcalık vermek isteyen benmerkezci insanoğlunun da işine gelmiştir. Çünkü insan olmak bir avantaj ise de,  diğer yanda insanoğlu, Şeytan-Tanrı ikileminden ötürü dezavantaj da olabiliyor ne yazık ki.

Türk atalı olma gerçeğinizden de hicap değil, bilakis kıvanç duymalısınız. Budunlar tarihine, temeli emperyalist bölücülük ve tehcir olan çakma ulusların medeniyetleri zırvasına, özü zihin olan matematiği bir kanara koyup, başka gözle bakma şansım da, niyetim de yok esasen. Bugün başınızdakilerin nasıl, nereden geldikleri yorumunu kendilerine bırakın. Ama bacadan düştükleri kesindir. İşte bacadan düşen de hep tarihte olduğu gibi yine, kapıdan kovulacaktır nasıl olsa.
Kaynağı insan olunca, beylik verdiğinde değil budunu, anasını, avratını bile satanlar hep bulunacaktır her dönemde nasıl olsa. Önce başınızda ki mevcutlara bakın, yeni gelişmeleri de çok dikkatle izleyin, tarihi daha iyi anlayacaksınız. Sizler Türkiye’mizin en değerli varlıklarısınız. Ancak hep parladıkça önünüzü görebileceğiniz için, bir geleceğiniz olacaktır. Şayet sönerseniz önce günün, sonra da tarihin karanlığında yok olursunuz, sakın unutmayın.
Şimdi kapatın gözlerinizi; ama zihin gözlerinizi açık tutun. Seyredin önünüzde resmigeçit yapan Oğuz, Temun, Atilla, Cengiz, Osman, Atatürk gibi sayısız yiğitlerimizin muhteşem ordularını. Arada yakaladıklarınıza sorun, böyle nerelere doğru gittiklerini, alacağınız cevapları bende çok merak ediyorum. Acaba kendi güncellerini nasıl yorumlarlardı. Ve acaba yüzlerimiz kızarırmıydı onları dinlerken.

 Gençlerimize şimdi özel olarak bir iki öneride bulunalım o zaman:
Herhangi bir etnik guruba ait olduğunuzu düşünüyor olabilirsiniz, unutmayın ki büyük büyük babanız ve anneniz Türk’tür. Hem de bu iş Âdemle Havyaya kadar da uzanıyor haberiniz olsun. Dolayısıyla da bunu sizlerden çok daha önce bilmiş olan dahi Atatürk’ünüzün yolundan asla ayrılmayın. Çünkü tek doğru onun yoludur. Aslında bunu anlamak için, etrafınıza yorumlayarak veya daha alıcı bir gözle bakmanız da yeterlidir. O zaman kendi fazlalıklarınızı daha iyi tespit edebileceksiniz gibi geliyor bana. Bilmem haksızmıyım?
Şimdi bu gerçeğin dışında kalan tüm mistik ve ezoterik kurgularınızı, fantezilerinizi, bazı yanlış bilgilerinizi bir kenara bırakın, dört elinizle Türk kimliğinize sımsıkı sarılın ve sadece onu yüceltin ki, birlikte siz de yücelin. Çünkü bu, gelecekte var olabilmeniz için tek nedeniniz olacaktır gençler.

·         Sadece Türk olmak ve elinizde olanı yaşatmakla ancak özgün ve özgür başı yukarıda bireyler olabilir ve öylede kalabilirsiniz.
·         Emperyalist tufasına gelmeyin, bölünerek emperyalist piçlerine emzik olmayın.
·         Yol yakınken bu asalınızı pekiştirin. Acabaya, çaresizliğe benliğinizde asla yer vermeyerek özgüven yoksunu kalmayın.
·         Çok iyi bilin ki özgüveniniz, başınızın üstünde taşıdığınız bayrağınızla özdeştir. Yani biri olmazsa diğeri de olmaz.
·         Gezilere devam edin, sabırlı; ama daha da kararlı olun. İhtilalı yola çıkardınız artık ve ihtilal önce kendi öz evlatlarının canını yakar. Bunu da sineye çekin; ama sonuç arzu ettiğiniz ve yüreğinizi huzura erdirecek olan mutlak zaferdir.
·         Ve asla unutmayın ki; tarih sadece aptallar için tekerrürdür.

Serendip Altındal



6 Eylül 2013 Cuma

G20 SONRASI..

G20 den ne çıkar sizce. Kuşunu, civcivini meraklısına bırakalım; ama bizim için önemli olan, Türkiye'mizi etkileyecek olan olasılıklardır. İlk olasılık, kuşkusuz beklenildiği gibi küresel para krizinin devam edip, sonunda ülkemizi çıkmaza sokarak, aylık ödemelerimizi bile yapamaz(!) hale gelince, aynı küresel baskı altında tek çıkış yolunun, Suriye ile savaştan geçtiği çaresizliğine tüm yurttaşlarımızı ikna(!) etmek ve hem de Obama'nın Lejyoner ordusu pozunda, savaşı tek tabanca üstlenmektir. En kötü ihtimal de budur.

Bu durumda ise, muhtemel bir yeni Dünya savaşının da tek sorumlusu olarak,  altından kalkamayacağımız konvansiyonel bir bölgesel taarruzla helak olup, yeni Osmanlı bile olamadan, Yeni Haçlıya mabedimizin (Anavatan) anahtarını teslim ederek, tarihin çöplüğüne zorunlu olarak savrulmaktır. Küresel baskı bağlamında söylediklerimizin bir ön habercisi olarak, PKK’nın çekilmeme kararını da gösterebiliriz. Şimdilik sessiz ve hareketsiz, sadece sonucu beklemeye odaklanmanın dayanılmaz acısını çekmeye devam edelim bakalım.
            Zorlamayla giyeceğimiz savaş gömleğinin karşılığı ise bütün parasal sorunlarımızın çözüleceği, belki de devasa AKP borçlarının bir bölümü affa uğrarken, diğer bölümlerinin de uzun vadeye taşınacağı çocuk masalıdır. Esasen heriflerin istediği de bu değilmidir. Kendi adıma da en büyük korkum; ama beklentim de budur. Yani tedbir alamazsak, yakında işin bu kerteye getirileceğini de göreceğimizdir. İşte o zaman serbest liboşlar buna göbek atarken, seyreyle sen bizim aslan Twitter'cileri. Bakalım neler sallayacaklar oturdukları yerden. Genelde ise, aslında Erdoğan ve haramilerine meydanı asla boş bırakmamak zorunda olduğumuzu artık anlamış olmalıyız.

            Bu durumu başımızdaki hükümetin de bir çıkmazı olarak görmekse, normal bir çocuk zekâsının bile sıfırladığı noktadır. Çünkü Erdoğan hükümeti zaten bu küresel oyunun baş aktörüdür. Ve AKP hükümetinin figüran kadrosu, baş aktör Erdoğan'ın  tam bir özveriyle götürdüğü ve izlemekte olduğumuz Amerikan senaryolu filmde, halen işsiz kalmadığı için de halinden memnundur esasen. Ama vatandaş için aynı şeyleri söyleyemeyiz.
            O batmış çıkmış kimin umurunda ki. Çoğunluğu başına geleceklerin farkında bile olmayan, günlük yaşayan, torbacı yandaşları bir kenara bırakırsak, çalışan beyni ve yüreği vatanıyla çarpan, ahde vefa yüklü, hissedebilen özgün vatandaşlarımıza oluyor olan sadece. Diğer saf canlı ansızlar, başlarına gelenlerin Tayyipler değil, Allah'ın takdiri olduğunu söyleyeceklerdir nasıl olsa yine.
Ne var ki Allah'ın bir şey yaptığı yok kimseye, ne geliyorsa, çalıştırmadığınız, tembel beyinleriniz yüzünden geliyor başınıza, yoksa Allah'ın takdirinden değil. “Size akıl verdim daha ne yapsaydım” diyen Allah'a aptallıkta ısrarcı olmakla aslında şirk koyarken günahkâr olduğunuzu, sadece namaz ve niyazla günahlarınızdan arınamayacağınızı da bilmeniz gerekir.

            Şimdi açık soruma cevap verin dostlar. Artık iyi tanıdığınız Erdoğan'ın, böyle bir nimete(!) — aslında tarihimizin faciası olur - balıklama dalmayacağını söyleyebilir misiniz? İster evet, ister hayır deyin; ama bu ihtimale de kuvvetle hazırlayın kendinizi diyor ve tüm Allah adıyla aldatanlar için bir dizeyle bitiriyorum.


                                    Seni daha güçlü buluyorum
                                    Düşünürken bir damla olduğumu
                                    Okyanuslarında günahlarının
                                    Değişmezdi
                                    Bir avuç toprakta olsam
                                    Dağlarında sevaplarının.


Aslında bu dizem, Erdoğanların İblisine değil, bize tarih yazdıran kendi GÖK TANRIMIZA ithaftır.

Şimdi ritüeli bir kenara bırak, kafanı kaldır, gözlerini aç ve etrafına yorumlayarak bak. Gezi Parkı ile başlayan Halk hareketinin tek nedeni, Atasının kendisine bahşettiği bağımsız birey olma hakkına duyduğu minnet ve vatan sevgisi olduğunu teşhis et.
                       
                        VE SON ŞANSINI İYİ KULLAN
                                            TAYYİP ERDOĞAN.

Serendip Altındal



2 Eylül 2013 Pazartesi

HAMASET MESELESİ..

Bugünlerde Suriye’ye bir askeri müdahaleyi, ağzında çam sakızı haline getiren Erdoğan’a bir sormak gerekiyor.  İşler sarpa sarınca, şayet ulusal bir seferberlik de farz hale gelirse, askerlikten bile kaçırdığı muhterem oğullarını da, delikanlı gibi cepheye yollar mı acaba? Bu soru partisinde ve himayesinde ki tüm yandaş mızıkacıları için de geçerlidir. Aslında bunu umut etmek dahi abestir.

Yoksa – nasıl olsa sadece bu işler için var saydığı - bizim çocukların ve eli silah tutan vatandaşların sırtına binerek, tek yaptığı iş olan hamaset şovunu, bu defa can derdinde ki vatandaşlarını da figüran yaparak bedava maliyetli, yeni bir seçim kampanyasına mı dönüştürmeyi kurguluyor.
Yukarda ki görüş, aslında işine yarayacağını düşündüğü olasılıklarından biriydi. Ne var ki, saldırgan tarafta olan emperyalist’in bu riski taşıyamayacağını veya kendi kitabına uyduracağını da elbette hesaplamıştı. Fırsatı kaçırmayarak derhal bu durumdan da nemalanmaya baktı. Ve Obama’yı netice alamayacağını bile bile, Esad'ı devirmek amacıyla bir Suriye saldırısına gaza getirmeye kalktı.
 Amacı, bak biz aslan gibi ortadayız; ama dünya devi panikliyor imajı yaratmaktı kamuoyu önünde. Bu şovu da kullandı esasen. Veya düşündüğü gibi olmasa da, kullanmadığını da söyleyemeyiz. Şimdi soralım o zaman. Obama’nın, kendi imajının da çizilmesi tuzağına düştüğü Erdoğan hakkında ki, en son yorumu nedir acaba?

Sözün özüOsmanlı'nın son yüz yılı da dâhil olmak üzere, devletimizin başına hiç bu kadar Şeytani kurguda ve melanet simsarı bir Âdemoğlu gelmediğini, şimdi gelin samimi olarak itiraf edelim. Adam Ahitte, Havva’yı baştan çıkarıp Âdemle birlikte cennetten kovduran, yetmiyormuş gibi onu tekrar iğfal ederek, günah çıkarmasını bile engelleyen İblise, neredeyse külahını ters giydirecek.
Muhtemelen Satan sülalesinden geliyor olmalı; ama İblisi Âdem yüzünden cennetten kovan tanrıyla hiçbir ilgisi olmadığı ve böylesinden normal yolla aranılmayacağı da kesindir. Atatürk ve bağımsız Cumhuriyeti bahane, belki de Satan atasından tevarüs ettiği (miras aldığı), Âdemoğluna karşı hissettiği müthiş kindir içini kaplayan, kim bilir.

O halde Şeytan çıkarma zamanı da gelmiş demektir. Ve ciddi olarak artık bu beladan nasıl kurtulacağımızın veya da sadece yazıp çizmekle kurtulamayacağımızın hesabını da iyi yapmak gerekiyor biran önce. Şeytan ruhlarımızı da mundar etmeden, çok Sayın muhalefet! Bilmem anlatabildim mi?
                                                                                              
                                                                                  Serendip Altındal