26 Ocak 2020 Pazar

HEP AYNI SENARYO..


            Kanal İstanbul açmazıyla yine bir anda balansı bozulan, kafaları karıştırılan insanlarımızın kafalarına yeni yüklemeler de yapılırsa durum iyice sarpa sarar. Şöyle ki: Montrö antlaşmasının arkasından dolaşacak bu kanalın, bir de Akdeniz gazına oturduğu yerden sahip çıkmaya kalkan İsrail hırsının, Türkiye’nin de talebi karşısında, Siyonist lobisiyle kanal projesini hızlandırarak, bir an önce USA ve NATO donanmasını Karadeniz de görme tezahürlü bir rövanş mahiyeti taşıdığı da pekâlâ akla gelebilir. Öyle ya akıl torba değil ki yakasını büzesin.

            Analizi daha da derinleştirince; böylelikle bir taşla iki veya daha da fazla kuş vuracak olan İsrail’in, tipik Musevi pragmatizmiyle aslında en fazla kazanan olacağı, fazla kafa yormaya gerek kalmadan da anlaşılır. Ayrıca bir yanda Ege adalarımızda Yunan işgalinin hızla artması – ki adaların sessizce Yunan’a terk edilmesi de anımsandığında – ve herkesle kavgalı olan Erdoğan’ın, tam da bu esnada ne hikmetse İsrail’den hiç söz etmemesi, acaba İsrail ile de sessiz ve derinden bu bağlamda bir antlaşma yapılmış olup olmadığını, nasıl akla getirmez.

            Bizi bu düşüncelere sevk eden ise Erdoğan Reisliğindeki AKP İktidarının 17 yıldır içinde bulunduğu ilkeli Devlet mevcudiyetini inkâr eden ve de Türkiye Cumhuriyeti’ni, kurucu Anayasayı, Atatürk Devrimlerini yok sayan, ikircikli siyasa kültürüdür.

            Türkiye’de Parlamenter sistem işlemediğinde, önceden de bilindiği ve beklendiği üzere hayat duracaktı. Nitekim öyle de olmuştur. Peki Parlamento neden işlemedi? O şaibeli Referandumdan sonra, menfur tek adam Başkanlık sistemine geçildi de ondan. Muhalefetin bu eksikliğin nasılsa farkına vardığı şu günlerde, Akşener’in bir ifadesi ise kulağımı tırmaladı. Basın toplantısında Akşener; Erdoğan’la ilgili olarak, ‘üç defa Başkan seçilmesi Anayasaya göre mümkün olamaz, öyle değil mi’ mealindeki soruya, ‘burası Türkiye, yani ne çıkar bilinmez’ şeklinde bir cevap verdi.

            İşte bu ifade, ileride Cumhurbaşkanı adaylığına da soyunacak hem bir muhalefet Partisi lideri hem de bir kadın siyasetçinin ağzına hiş yakışmadı. Zira bu ifade ancak sokaktaki sıradan bir vatandaşın yorumuna uygun düşerdi. Şayet lider ve en üst siyaset makamına da aday olan bir siyasetçi, böyle bir ifade kullanırsa, daha seçimden önce seçilme şansını kaybeder.

Zira bir siyasetçinin asal görevi, kendi egosunu bir kenara bırakıp, önce her şeyini ortaya koyarak Anayasa yemini ettiği ülkesini, örnek bir konuma yükseltmeye çalışmaktır. Şayet ülkesini daha yolunun başında aşağılıyorsa, o ülkenin seçmeninden nasıl bir seçilme şansı bulacaktı ki?

Akşener gibi aydın bir siyasetçi nasıl bu gafı yapabildi. Yoksa AKP ile olan birlikteliği, onun da mı öz kontrol balansını bozdu. Çünkü en basit ve anlaşılır ifadeyle de bu durum, seçmen de, ‘gitti Gülsüm, geldi Gülsüm’ antipatisini yaratır.

Bu yazıyı hazırlarken vuku bulan, hayli uzakta olduğumuz halde bizi de sarsan Elâzığ Depremiyle korku ve acılarımız bir kere daha depreşirken, AKP İktidarının kayıplarla geçen döneminin, nasıl kadim Devletini yok etmeye yönelik art niyetli Devletçilik örneğinde yaşattığı ilklerle, Dünya Şampiyonu olduğunu, esefle bir kere daha anımsadık.

Çünkü bugüne kadar birikmiş olması gereken  Milyarlara rağmen, sayısız mesajlarla, vatandaşlardan talep edilen yeni yardımlar; Devletin ne yazık ki bütün kurumlarında yardım sandıklarının içinin boşaltılmış olduğunun da Dünya tarihinde yine bir ilk olduğunu sanki yüzümüze haykıran bir ifadesiydi.

Eh geldik sağlığa: Şimdi de başımıza AIDS gibi bir Corona virüsünü sardı, uluslararası para babası ilaç Mafyasının, Laboratuvar tetikçileri.  Hele Dünya da yeteri kadar hasta oluşsun; ondan sonra milyarlarca Doları ceplerine indirmek üzere bu hastalığın da kökünü kurutacak olan ilaçları, piyasaya süreceklerdir nasılsa yine. Hiç kuşkunuz olmasın.

Hatta ilaç bile çoktan hazır ve stoklarda bekletiliyordur muhtemel. Çünkü zehir bile yapılırken ilk önce panzehri imal edilir. İlaç emperyalisti ise bunu çok iyi bilir. Ve bu yeni yaratığın da şimdi eski laboratuvar virüsü AIDS gibi bir afet haline gelmesi beklenmektedir.

Bakın AIDS’ten bugün tık bile çıkmıyor artık. Ve yeteri kadar cukka kazanıldıktan sonra Corona da yerini yeni yaratıklara bırakacaktır, merak etmeyin. Ne yaparsınız dünyada bu kadar tarihten öğreti çıkarmayan enayi var oldukça ve insan denen genom kaçağı aciz yaratık, ayrı bir türü olan ilkel kanibal Paganların en kolay avı olmayı sürdürdükçe…

                                                                       Serendip Altındal



17 Ocak 2020 Cuma

GARABET..


            Yapay gündem konularına takıldıkça batıyoruz. Çünkü bu çakma konular kasıtlı üretiliyor ve bunlara fazla takılınca da gerçek gündemimizden koparılıyor, asıl gerçeğimizden uzaklaştırılıyoruz. İşsizlik, açlık, parasızlık ve hepsini bastıran pervasızca bağımlı bir emperyalist dominyonu olma yolunda hızla yol aldırılmakta olduğumuzu gözden kaçırıyoruz.

Bakmayın siz karşılığı olmayan şikayetlere, serzenişlere, başımıza oturttuğumuz mehdinin ruhu bile duymuyor. Aslında şikayetler arttıkça yeni ve içi boş gündemler birbiri peşine havada uçuşuyor. Verecek cevapları da olmayınca sorular kâbusları oluyor ve ha babam yeni gündem yaratıyorlar elbirliğiyle.

            Ergenekon’dan, Balyozdan, FETÖ iftiralarından geriye kalan Ordu bakiyemiz dahi konu mankeni gibi seçilmiş ve donatılmış yeni personeliyle dış podyumlarda dolanırken, ne yazık ki ve nedense içeride daha fazla Şehit ve Gazi veriyoruz. Bu da içinde yardımcı oyuncu olduğumuz küresel oyunun, bir lütfu olmalı bize herhalde.

Bu garabete eski Kurmay Başkanı yeni Savunma Bakanı muhterem ne cevap veriyor acaba, her resepsiyonda, davette sivil takımlar içinde boy boy poz vermekten başka. Türk Silahlı Kuvvetleri üniforması da zaten üstünde eğreti duruyordu, iyi ki çıkardı. Çeşitli sıkıntılarla içeriği sürekli karıştırılan beyinlerde, sonunda idrak mefhumu da kalmıyor demek ki. O halde çakma Emeviler doğru yolda anlaşılan. Peki ya bu Vatanın sahibi olan biz Türkler!

            Gücü elinde tutan tek adamın sonunda varacağı son nokta salt diktatörlüktür. Hani birisi Allah verdikçe veriyor diyordu ya! Bir diğeri de aldıkça alıyor; ama yine de aldıkları hudutsuz hırsına, doymaz ihtirasına yetmiyor. İşte bu doğrultuda, insan mefhum olarak ele alındığında Dünyanın bugüne kadar gördüğü tüm liderler arasında sadece Atatürk liderler lideri olarak bir kere daha temayüz ediyor. Şafak huzmeleri içinde uyusun.

Başımızdakilerin en sıradan bir yandaş beslemesinin bile Rahmeti Atatürk’ün malının, mülkünün birkaç katına sahip olduğunu, artık ana sütünden yeni düşmüş bebeler bile biliyor. Lakin malın, mülkün insanı adam yapmadığını da biliyorlar elbette.

            Doktor hastayı açar, ameliyatını yapar ve sağlık servis personeline havale eder. Hastayı ondan sonra asıl hayatta tutacak olan eğitimli sağlık personelidir artık. Sağlık personelinin hatta taşıyıcı, temizlikçi gibi hizmet personelinin bile sorumlulukları bazı hallerde Doktordan bile fazladır.

            Bu bağlamda da Devletin sırtında kambur oluşturan Özel Şehir Hastahanelerinin yetersiz durumu ise geçtik acımayı da artık endişe verici bir konumdadır. Esas sorun ise Şehir Hastahanelerinin bütçe açıklarını da yok halimizde sadece nafakalarımızla değil; ama sağlığımızla da karşılıyor olduğumuzdur.


            Rusya ile aşık atmaya kalkıyor birileri. Oturun da sırtınızdaki Rus’un kaya gibi mevcudiyetine dua edin, toprağına yüz sürün. Çünkü arkamızda Rus olmasaydı şayet, şimdi çoktan küreselci emperyalist tarafından ham yapılmıştık ve Texas çiftliğine de dönmüştü Anadolu’muz. İstiklal Harbimizde bile Rus yardımlarıyla ayakta kalabilmiştik. O halde dikkatli olun da Kanal meselesi yüzünden onlarla da papaz olmayın. Yani çok akıllı olun az değil hani.

Yoksa ayağında yırtık çarığı, elinde çakar almaz eski Osmanlı hurdalığından toplanmış karabinalarıyla, yarısı patlamayan eski mermileri ve bazlamalardan yapılmış süngüleriyle ne kadar dayanabilecekti. Yakası bağrı açık, yırtık üniforması dahi üstünden akan, maaş alamayan, ayaklarına bile giyecek kundura bulamayan ve o yoklukla bile düşmana dalan yiğit Mehmetlerimizin, sadece aslan yürekleri kurtarabilir miydi, üstlerine kükreyen modern düşman mitralyözlerinden canlarını.

Ki aslan bile açken önce vahşidir. Daha fazla acıkıp ta yiyecek et bulamayınca, bitkinlikten yere uzanıp artık ölümü beklerken, önüne biraz et uzatılınca, bir hamlede yutup devamını da almak için hemen munis bir kediye dönüşür. Yoksa aslan hiç kafese kapatılabilir miydi? Ayrıca aç ayı oynamaz der Ruslar.

Hele de yüce Atatürk ne yapsındı, elinde tabancasıyla tek başına harp meydanında kalınca. Lakin son noktaya kadar gidip, son mermisini de kendisine değil, düşmana sıkarak orada Şehit olacağını da hep biliyoruz, bütün Dünya gibi elbette. İşte bizim aslan da öyle noktayı koyardı kendi hayatına. Ama asla komşudan et bekleyen bir kediye dönüşmeden. O zaman bugünkü Devletimiz olmayacaktı, lakin biz onu yine sevecek ve minnetle anacaktık. İşte bu da yine herkese nasip olmayandı.


Trumph daha önce de bahsettiğimiz çaresizliğini NATO’dan yardım isteyecek bir noktaya taşımıştır şimdi. Bu durum ise USA açısından bir ilktir. AB’ne gelince; tarihi aidiyeti olduğundan ve daha fazla aklı başında Parlamenter, muhafazakâr, desisyonist fertlerden oluşan yönetimlere de sahip olduğundan, Ortadoğu’ya daha mutedil bakmak zorunda olduğunun bilincindedir.

Çünkü Ortadoğu’da bardağın taşması, önce kendi SOSYO-Ekonomik varlığına zarar verir. Amerika nasılsa eski Türkler gibi göçerdir, tutunamazsa çeker gider. Dolayısıyla da AB Ortadoğu’da bir arabuluculuk dışında başka bir fevri davranıştan azami kaçınmaya mecburdur. Çünkü dönem eski Cihan Harpleri dönemi asla değildir artık. Ve en küçük bir siyasi yanlışın bile altından kalkılamayacak maliyetleri olacağının ise herkes bilincindedir.

Bizde ise Erdoğan harıl harıl demografik yapımızı değiştirmekle meşguldür. Çünkü gelecek seçimde hiçbir şansının kalmadığını iyi bellediği için kendisine seçmen yandaş yaratmaya ihtiyacı olduğunun farkındadır. Irak, Suriye derken şimdi de Libya’dan gelecek zorunlu vatandaşlarımızla, seçmen yapısını lehine değiştirme gayreti içine girmiştir. Herhalde Abdülhamit’inki gibi uzun bir iktidar dönemi hesabı yapıyor olmalıdır. Abdülhamit seviciliğinin de nedeni bu olsa gerekir.

İşte kendisi için ana mesele de budur. Diğeri ise emperyalistten zoraki üstlendiği, küresel eyaletlere dönüşecek Türkiye misyonudur. Bir diğeri de yeni Bizans İstanbul’u projesiyle İstanbul ile birlikte Montrö anlaşmasının da rafa kaldırılması meselesidir. Ki işte bu son mesele Türkiye’nin bağımsızlığını da jeopolitik-stratejik olarak yok eder. Muhterem bunun dahi farkında değildir. Onun için durum, milli mutabakatı da olmadığından, tipik bir kazan kazan meselesidir. Ve gerisi ona vız gelir, biline!

Yalnız örtülü bütçe Erdoğan harcamalarına yetmiyorken, durumun bize verdiği ise yarın milli müktesebatımızı tehlikeye sokacak belki de toprak kaybımıza sebep olacak, kurmakta olduğu özel orduya, örtülü ödenekten yapılan; ama yarın yine bizim başımıza bela olacak harcamaların, yine bizim cebimizden yapılmakta olduğudur. Vaktiyle Menderes de İktidarda zorla kalabilmek uğruna, Vatan Cephesini – ki hangi Vatandan bahsediyordu acaba- milletin vergilerinden hayata geçirmiş ve kendi sonunu da getirmişti.

İşte muhalefet Partilerinden bile ekonomik ve idari baskı ile vekil alınması, yukarıdaki gidişin açık bir göstergesi değil midir? Eh artık İnşallah anlamışızdır hali pür melalimizi. Bu da adamlar; insanları evsiz, barksız bırakıp göçlere zorlayarak ve ekleme, çıkarmayla yeterli seçmen çoğunluğunu sağlayamadan, seçimlere de geçit vermeyecekler demektir anlaşıldığına göre. Bilmem yeteri kadar açık oldu mu?

                                                                       Serendip Altındal



8 Ocak 2020 Çarşamba

KABARAN DOSYALAR..



            Özel kuvvet kullanmadan Süleymani’nin uzaktan kumandalı hava aracı füzeleriyle öldürülmesi, USA’nın sorumsuzluğunu azamiye taşırken, aslında aşağıdan almakta olduğunun da göstergesiydi. Mademki USA Dev bir güçtü ve bir rövanş peşindeydi, o halde bu cinayeti ordu malı özel kuvvet elamanlarıyla göstere göstere yapması, kendi gücü adına daha büyük ve ses getiren bir gösteri olmaz mıydı? İşte Trumph bunu yapamadı. Çünkü Dünya ne o eski Dünya ne de USA o eski Amerika’ydı artık. Demek ki Trumph da bol keseden sallayarak, blöften blöfe sarkarken yine de kendi gerçeğinin farkındaydı.

            Ve bu aksiyonla da işi, blöfle idare edeceğinin açık işaretini de veriyordu. Elbette eski tüfek İran bu davranışı iyi analiz edecek ve anlaşmasız, zahmetsiz, senetsiz, sepetsiz ilk önce de bir nükleer güç olduğunu bütün Dünya ya kabul ettirecektir nihayet. İşte sadece bu dahi İran’ın, oluşan yeni şartlar gereği, engellenemez haklı bir kazancı olacaktır. Anlamında ise USA’nın bundan böyle Ortadoğu’da, istediği bir Devletin toprağında, Texas çiftliğinde olduğu gibi at oynatmasına, yerleşip üs kurmasına da olanak kalmayacaktır.

Neticede baş provokatör USA’nın kendisi provokasyona gelmiş ve BOP, MOP derken Ortadoğu’da BOK çukuruna kendisi düşmüştür. Türk ordusuna istihbarı güçlerle, askeri malzemeyle de danışmanlık yapmak kendisini kurtarmaz. Ki Erdoğan’ın ‘içimizde olacak yabancılar’ mesajından bu anlaşılmaktadır. Dünya savaşı filan çıkaramadan - ki bu onu aşar- yine uzak denizin arkasına savuşacaktır sonuçta, ne ki arkada faturayı toprak sahibi olan bizler öderiz bu defa.

            Büyük emperyalistin bu trajikomik durumuna, inanıyorum ki Avrupalı sözde yandaşı küçük emperyalistler, kıs kıs gülüyor ve durumdan derhal yeni çıkarlar kazanma hesaplarına başlamış bulunuyorlardır. Önceki yazımda bahsettiğim İran gibi bir provokasyon da bizim başımıza gelirse, Türk’ün damarına basınca ne olduğu iyi bilindiğinden, bizim ordumuzda kendisini, ateş topuna dönen Ortadoğu’da bir anda alev denizinin ortasında buluverir.

Ve ne olduğunu bile Millet anlayamadan, muhtemel bir Kore tipi yeni bir Amerikan emperyal savaşının ortasında, Amerikan askerinin yine kıçını kollayan Lejyoneri durumuna düşürülmüş evlatlarının, sağlık haberlerini umutla bekleyen, Şehit ve yaralılarına canhıraş feryatlarla ağlayan anaların, babaların evlat ve eşlerin avazları, yüreklerimizi yine kanatır. O zamanda bize ‘ey Erdoğan muhtemel bir ayarlı provokasyonda ordumuzu, Amerikan yanlı bir tarafgirlikle Amerikan menfaat savaşına dahil edersen; bil ki Türk ulusunu karşında bulursun’ demek farz olur.

1950 de yeni Hükümet kurmuş Menderes’in, dostluk yaftası altında Amerika’dan kredi almak hesabıyla, Meclise bile danışmadan ordumuzu, Kuzey-Güney Kore arasındaki 1953 yılına kadar süren Savaşa, hiçbiriyle ilgimiz ve hiçbirinden menfaatimiz olmadığı halde; Güneyi tutan Amerikalı askerlerin arkasını kollamak üzere Kore’ye yollaması ile bugün yine ordumuzun Erdoğan marifetiyle, daha Suriye kanı kurumadan 2000 Km uzaktaki Libya’ya yollanması, aynı sorumsuzluk bileşkesindedir.

O dönem kredi numarası tutmamış ve Menderes, Mehmetlerimiz sayesinde hezimetten kurtulan Amerika’dan, istediği kredileri dahi alamamıştı. Bugün Erdoğan’la Trumph arasında, yine kredi ve/veya dış borçların affı konulu bir gizli anlaşma olduğu var kabul edilmektedir. Çünkü Hükümet Hazineyi sıfırlamıştır ve genel seçimlerden önce içi boş bir hazineyle de havlu atmak üzere, Cumhuriyet tarihimizin bir ilkini yaşamak tehlikesiyle karşı karşıyadır. Menderes’in kabaran sorumsuzluk dosyasının sonda kendisini nereye götürdüğü ise malumdur.

Nereden bakılırsa bakılsın Erdoğan dosyası da artık hayli kabarmış ve aynı yolda devamdadır. Öyle ki Menderese bile rahmet okutmaktadır. Çünkü Menderes’in dosyası Erdoğan da klasöre dönüşmüştür. Tek adam yetki ve ihtirası, kendi silahlı ordusunun bile olması, hiçbir muktediri bugüne kadar koruyamamıştır. Tarih benzer emsallerle doludur. Ve aynı bağlamda bir eksik veya fazla da hiç fark etmez.

İnanın kimsenin kılı bile kıpırdamaz, insanlar farkında bile olmaz. Yalnız muktedire bütün sorumluluğu yıkarak, arkasında yükünü tutmuş olan uyanık yandaşları, bir süreliğine daha arazi olabilirlerse olurlar. Sonra onların da hesabı nasıl olsa kesilir. Valla bilmem, bu anlattıklarım sadece tarihten alıntılardır.

Aslında asla unutulmaması gereken bir gerçek, bu koca evrende varlık bile olamayan bir Âdemoğlu olarak ihtirasların, arzuların ve sahip olduğu zannedilen gücün, fazla abartılmamasıdır. Çünkü insanın kendisinden sonra sahip olduğu her şeyin artık başkalarının olacağı ve sahip olabileceği tek değerin, aslında insan olarak anılabilmesi ve arkasından ‘İNSANDI’ denilebilmesi olduğudur.

Tarihse bir tekerrür değil; ama birbirine benzeyen lakin kendi içinde farklı sonlarla biten spiral dönemler devinimidir. Bana, sen nereden biliyorsun diye sorabilirler. O zamanda bu soru, 60 yıl önce bugün öğlen yemeğinde ne yemiştin sorusuyla eş anlam taşır. Öyle ya mevcut şartlar gerçeği, en ümmi olanımıza bile anlatmıyor mu?

                                                                       Serendip Altındal



2 Ocak 2020 Perşembe

SON KAVGAM..


Sözcü olayı ile 2019 yılını kapayan en son yargı ihlali; ister istemez Türkiye’mizde 70’li yıllarda sinsi ve çok organize bir irticai örgütleşme ile başlayan ve gelişerek ülkeye yakın günlere kadar çok zarar veren Fethullah cemaatine tekrar bir anımsatma gerektirdi.  Şöyle ki; büyük ve yapay bir işgüzarlıkla FETÖ temizlenmesine başlayan AKP iktidarı, anti FETÖ’cu olarak bilhassa özel bir profil sahibi olan Emin Çölaşan gibi Atatürk milliyetçisi bir yazarı, Sözcü gazetesinde aynı çizgideki diğer arkadaşlarıyla birlikte yandaş yargısına mahkûm ettirirken, FETÖ örgütüne bilhassa arka çıkan bu davranışıyla, aslında arınmak istediği eski FETÖ’cülüğüne, yeniden bürünmekte olduğunu teyit eden bir görüntü veriyordu.

Bu bağlamda ise aşağıda son sözleriyle Rahmetli Hablemitoğlu’nu Rahmetle anmak, yine bize farz oldu. Hükümet Vekaletlerinin ileri karakollarına, ışık evlerinden, Kolejlerden itibaren Polis ve Milli İstihbaratın başat pozisyonlarına, Ordunun yönetim kadrosuna, YÖK’ün, Üniversite Rektörlüklerine, STKB’na kadar sızma yaparak neredeyse Cumhuriyetin bütün resmi ve sivil kurumlarına yerleşen FETÖ örgütüne karşı, daha başından beri sonunda da canı pahasına büyük mücadele veren Türk vatanının has evladı Hablemitoğlu, yılmaz yüreği ve ahde vefa sahibi yüce kişiliğiyle bütün övgülere layık milli aydınlarımızdan biriydi. Son mekânında Nurlar içinde uyusun.
                       
§        Fethullahcılar cemaate ait en az 25 milyar dolarlık mal varlığı, milyarlarca dolarlık ciro, yüz milyonlarca dolarlık Himmet geliri ile hemen herkesi ve her şeyi satın alabilecek dev bir organizasyona dönüşmüştür. Yurt içindeki Üniversiteleri, liseleri, ilköğretim okulları, dershaneleri, hastaneleri, poliklinikleri, yurtları, ışık evleri, vakıfları, Dernekleri, hemen her alanda faaliyet gösteren şirketleri, fabrikaları, pazarlamacıları, devlet ve vakıf Üniversitelerinde görev yapan on binlerce öğretim elemanı, alternatif silahlı kuvvetleri (emniyetçi müritler), kamu görevlileri ile Fethullahcılar, organize bir suç örgütü halinde çalışmaktadır. Yurt dışındaki güçleri, en az yurt içindeki güçleri ölçüsündedir. Son yaşadığımız iki ekonomik krizde. Alman Bankalarının dahli kadar, Fethullahçıların dahli de bulunmaktadır. A.B.D.'n de Fethullah Gülen'e yakın olabilmek için binlerce Fethullahcı işverenin, “yeşil karttan kurasız faydalanabilmek için kişi başına en az 3.000.000 $ para transferi gerçekleştirdikleri; Kanada’ya yapılan transferlerin ise çok daha fazla meblağlara ulaştığı duyumları alınmaktadır. Türkiye’de fabrikalar sökülmekte. Balkan ülkelerine. Orta Asya Cumhuriyetleri’ne, Azerbaycan'a ve Rusya Federasyonu’na bağlı Özerk Cumhuriyetlerine: aynıca da cemaatin okullarının bulunduğu tüm ülkelere götürülmektedir. Fabrikalarla birlikte sermaye götürülmesi, Türk ekonomisine önemli darbe vurmuştur. Hiçbir devlet kurumu, bu konu ile ilgilenmemektedir. CIA, MI6 ve BND gibi batılı istihbarat servisleri ile iş birliği örnekleri sergileyen, taşeronluk yapan Fethullahçıların özde yurtsever, milliyetçi-Alperen olduklarını iddia etmek mümkün değildir. Türk Devletine, laik hukuk sistemine büyük kin duymakta ve her fırsatta bu kinin gereğini yerine getirmektedirler. İşte, bu dev organizasyonla mücadelede, sayıca bir- elin parmaklarını geçmeyen Cumhuriyet aydını ve birkaç sivil toplum örgütü, savunmasız ve korunmasız konumdadır. Bunları koruyacak, destekleyecek, güç eşitliği sağlayacak bir- devlet desteği de maalesef yeterli değildir. Mumcu, Üçok, Aksoy, Kışlalı gibi yitirilen aydınlardan sonra, bunlarında çekilmesiyle, meydan yani kamuoyu, Fethullahçıların eline kalacaktır. T.S.K.'nın bu durumu değerlendirmesi, ama geç olmadan değerlendirmesi gerekmektedir. Niye T.S.K. diyenlere, yoksa Mesut Yılmaz mı, sorusuyla karşılık vermek yerinde olacaktır.
Sizler, bu satırları okuduğunuzda, eminim ki hakkımda bugüne kadar açılmış yüz milyarlarca liralık manevi tazminat davalarına, yenileri eklenecektir. Her zaman olduğu gibi kimi siyasiler devreye girerek Üniversite Rektörü'nü hakkımda yasal işlem yapmaya zorlayacaktır. Tehditler ve hakaretler hız kesmeyecek, aileme de yönelecektir. Peş peşe gıyabımda kesilen trafik cezaları gelecektir. Gelen duyumlara göre. Emniyet ve M.İ.T. bünyesinde, gerektiğinde aleyhimde kullanılmak üzere dezenformasyon çalışmaları kapsamında olumsuz bilgi notları ve olumsuz dosyalar hazırlanmıştır. Telefonlarım bir şekilde dinlenmeye devam edilecektir. Büyük bir olasılıkla, hakkımda imzalı-imzasız suç duyurusu yapılacak: T.B.M.M. de aleyhimde soru önergeleri verilecek: bütün bunları dikkate alan savcılık evimde arama yaptıracak: en azından “İçişleri Bakanlığı'nı ya da Emniyet güçlerini tahkir ve tezyiften” veya hiç ilgisiz bir iftira ile hakkımda Ağır Ceza Mahkemesi’nde ya da DGM’de dava açılacaktır, Halen, İzmir, Ankara, Burhaniye, İstanbul gibi merkezlerde yürüyen davalara, yurdun farklı yerlerinde açılacak yeni davalar da eklenince, maddi-manevi darbenin yanı sıra, mücadeleye zaman yetiştirememe gibi bir durum da ortaya çıkacaktır. Sonuçta, belki de ödeyemediğim tazminat hükümlerinden dolayı evime haciz gelecektir. Almanlardan Fethullahçılara, Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter- ve laik yapısına göz diken tüm unsurlara karşı bunca zahmete ve mihnete değer mi, diyorsanız. Atatürk’ün manevi mirasçısı olarak evet değer, diyorum. Çünkü Türküm ve başka Türkiye yok!.. (Köstebek s. 105 – N. Hablemitoğlu)

            Gelelim Libya geyiğine: Libya’ya giden askerimizin caydırıcı olacağı düşünülerek davete icabetten yollandığı söyleniyor olsa da seni zehirlemek üzere masasına davet eden adamın davetini kabul etme ahmaklığını bırakalım da lakin kaçınılamaz risk faktörünün büyüklüğü ise, asla göz ardı edilemez. Çünkü araya sızdırılan bir kontra ajanın herhangi bir Komutanımızı vurması üzerine oluşacak provokasyonla, durum bir anda caydırıcı olmaktan çıkacak ve askerimizin zorunlu olarak silahına davranması, sonuçta yeni bir emperyalist Ortadoğu savaşına dönüşecek bir askeri müdahaleyi, ister istemez tetikleyecektir. O zamanda caydırıcılık konseptiniz istemeseniz de büyük bir milli ihanete dönüşecektir. İşte o zaman, acaba bu ihanetiniz ve sorumsuzluğunuzun açıklamasını, tarih önünde Türk milletine, nasıl yapmayı düşünüyorsunuz Efendiler…

                                                                            Serendip Altındal