29 Ekim 2017 Pazar

VARLIK BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN..


            § Milletimiz, kesin ve gerçek kurtuluşa kavuşabilmek için iki ilkeye dayanmanın farz ve şart olduğunu anladı; büyük ve açık görüşlerle anladı. O ilkelerden birincisi, Misak-ı Milli’nin (Milli. Ant) ifade ettiği temel ruhtur. İkincisi, Anayasa'mızın tespit ettiği değiştirilmesi mümkün olmayan gerçeklerdir. Misak-ı Milli, milletin tam bağımsızlığını sağlayan ve bunu sağlayabilmek için ekonominin de gelişmesini engelleyen bütün nedenleri bir daha ve kesinlikle geri gelmemek üzere ortadan kaldıran bir kanundur.
Anayasa, Osmanlı İmparatorluğunun, Osmanlı Devletinin öldüğünü idrak ve ifade eden ve onun yerine yeni Türkiye Devletinin geçtiğini ilan eden bir kanundur ve bu devletin hayatının da egemenliğin kayıtsız şartsız milletin sorumluluğunda kalması ile mümkün olacağını ifade eden bir kanundur. Egemenliğin kayıtsız şartsız milletin sorumluluğunda kalabilmesi için, halkın geleceğini bizzat kendisinin idare etmesi esasını şart kılan bir kanundur. "Artık Türkiye halkı için tek temsilci, yasama ve yürütme yetkilerine sahip olan kendi meclisidir, Türkiye Büyük Millet Meclisidir." diyen bir kanundur...
            Türkiye Büyük Millet Meclisi ve bunun hükümetinin milletten aldığı direktif, tam bağımsızlık ve kayıtsız şartsız milli egemenlik ilkelerine dayanarak memleketi bayındırlaştırmak ve milleti zengin, varlıklı ve mutlu kılmaktır.
Mustafa Kemal Atatürk 1923


            İşte yukarıdaki Kemalist olgunluğun ifadesiyle, hazmederek sahiplenmek zorunda olduğumuz ve bizatihi sahibinin sesinden tüm nimetleriyle emanet aldığımız CUMHURİYETİMİZİN ve egemenliğimizin, ebede kadar baki kalması temennisiyle, varlık Bayramınızı kutlarım.

         Aynı bağlamda, kendi varlık nedenleri de olan bu bayram, zorunlu olarak yüce Atatürk’ün huzurunda sap gibi kutladığını düşünenlere de kutlu olsun…

                                                                       Serendip Altındal




            

25 Ekim 2017 Çarşamba

OKUYAN..

           Kuranda her ne kadar okuması gerekenin Peygamber olduğu ve Allah’ın ayetlerini okuması için gönderildiği ağırlıklı olarak vurgulanıyor olsa da, Âdemoğlunun çok daha önce okumaya başladığı da bilinir. Çünkü Kurandan önce Tevrat, Zebur, İncil gibi Allah’ın başka kitaplarını okuduğu da bir vakıadır.

Hele yazıyı bulan, onlardan binlerce yıllar öncesi yaşanmaya başlamış Ön Türk tarihine ise hiç girmeyelim, ilk ahidin bile runik Türkçe ile yazıldığından bahsetmeyelim. Ve hiç, okuyan okumayanla bir tutulur mu diyelim sadece, yeterli olur sanırım.

Dünya genelinde dindar dağılımına bakılınca, Müslümanların, Hristiyanlar, Budistler arkasında yer aldığı görülüyor. Demek ki İslam, ahır zaman dini olduğu halde gerektiği gibi anlatılamadığından veya 72 fırkaya zamansız ayrıştırıldığından ve Hz. Muhammed’in de dediği gibi ‘Ehl’i Beyt’den sapan fırkaların hepsinin helak olacağı’ nedeniyle de, Dünya genelinde gerekli ilgi ve alakayı görememiş anlaşılan.

Hal böyle olunca da özeğine dönük reform yapılmadıkça, hele de mevcut din simsarı kafayla bu sayıyı arttırmak için fazla da zorlamanın bir âlemi yok demektir. Çünkü İslam’ın, zorladıkça, hele de çakma ayetlerle ve kaba kuvvete başvurdukça daha da kaybedeceği kesindir. O halde kendi kurtuluşunun ya da en azından ömrünün uzamasının dahi, laik sistemde olduğunu daha fazla gecikmeden kendisi de anlamalıdır.


Okumasız geçen, İmparatorluğun hudutları içinde ümmetin okuma oranının ağladığı, başını duvarlara çarptığı kara yüzyıllardan sonra, Atatürk’le birlikte, hele de harf devriminden itibaren, Batılıların – ki bizim tamgaları çeviremediklerinden sadece harflerini alarak dünyaya Latin alfabesi diye pazarladıkları - kendi runik alfabemize de tekrar kavuşunca, güneşimizin yeniden doğduğunu gördük. İlk irfan yuvalarımız olan Köy Enstitülerimizle birlikte umutlarımız da bütünüyle yeşerdi, gönlümüz şenlendi. Geleceğe umutla bakmaya başladık.

Ne ki biz mutlu ve umutlu olurken, aydın geleceğimizin kendisi için karabasan olacağını fark eden emperyalist, hemen melun tuzaklarını, sanal yardım fonlarıyla peş peşe yolumuza döşemeye başladı. Ve neşemizi de kursağımızda bıraktı. Sonrasını da biliyorsunuz artık. Neticede bugün Köy Enstitülerinin yerini alan İmam Hatiplerle ve anti milli, üstüne de bilimsel olmaktan uzak, emperyalist dayatması çakma bir eğitimle gelecek nesillerimiz, son Osmanlılar gibi yine geleceğin emperyalist ümmetine dönüştürülüyorken, birilerinin de bir taraflarına kına yaktığı hallere geldik.

Yetmedi, gerçek İslam’ı bitiren, körpelerimizi zehirleyen fırkaların, Cumhuriyeti de bitirmeye kalkan bağnazlığı ve aleni irticayı teşvik varsılı, artık işi o denli küstahlık derecesinde bir anayasa ihlaliyle, apaçık bir vatan ihanetine de dönüştürdü. Şimdilerde ise Müftü nikâhı uyarlaması ile de İslam Devletine adım adım yol alan bir irticai paradigmanın alıştırmalarıyla, bu hedefin ön hazırlığını yapıyorlar anlaşılan.

Ve her adım kabul gördükçe de arkasındakini atacakları kesindir. Hani bir zamanlar Ağalarının alıştıra alıştıra dediği gibi, hatırlayın! OHAL himayesinde bir oldubitti irtica paradoksuna, şimdiden alışmamızı istiyorlar anlaşıldığı üzere. Ne ki bunun için de önce Sultan’ın, tahtında oturuyor olması gerekir değil mi?

Lakin daha önce Zarrab’ın itirafnamesi, yine gündeme düşen 17-25 tombalasıyla da şaşkına dönen eğreti iktidarın, şimdi mezuniyet sertifikası olacağa benzer. Esasen Başkanları dâhil diğer AKP kurmaylarının son günlerdeki gergin çıkışları, fevri ruh halleri bu durumu da fazlasıyla teyit ediyor.

Bana sorarsanız, anti bilimselliği halkın iradesi algısıyla ve de zorbalıkla hepimize yedirmeye çalışan iktidar, aslında halkın kendisini yok sayıyor. Ve kendi mevcudiyetinin de halkın iradesi olduğunu söylerken, yok olanı temsil eden asal hiçliğini de şaşmaz bir biçimde itiraf ediyor. Lakin nasıl bir idrak, hangi mantık bu kadar gafil olabiliyor ve biz de bunu nasıl kaçırabiliyoruz, şaşırtıcı doğrusu.

Hadi bırakalım bizim kaçırmamızı da, böyle bir enayi kadrodan akıllı geçinen emperyalist, nasıl medet umdu bugüne kadar ve halen de umuyor, bunlara nasıl yatırım yapıyor. İşte anlayamadığım budur. Demek ki bulmuşlar birbirlerini. Şansa bak, bize de bu durumdan öğreti çıkartmak kalıyor artık.

Biz öğretimizi çıkarırken, ömrünü uzatmak üzere Belediyelerden başlayan, parti içinde ve Hükümete kadar da genişleyeceği anlaşılan iflas yolundaki İktidar sultasının, yeni revizyon gayretkeşliği, kimseyi aldatmasın sakın. Çünkü AKP’yi bu saatten sonra kurtarabilecek veya yeni bir Hükümete ancak koalisyon ortağı bile yapabilecek tek şart, önce yanılgılar manzumesi haline gelmiş ve asıl metal yorgunu olan Başkanlarını, yıpranmamış bir yenisiyle değiştirmektir. Çünkü Erdoğan’ın yıpranma kat sayısı yakında Zarrab skecinden sonra tavan yapacaktır. AKP Kurmaylarının da artık kendi selametleri adına, fıtratları olacak olan bu gerçeği anlamış olmaları gerekir. 

Yani AKP’de MHP den de önce baştan ayağa bir revizyon şart görünüyor artık. İsmini bile değiştirmesinde fayda vardır. Ve bundan sonra milli siyasa da yoluna devam etmek istiyorsa, bütün günah keçilerinden arınmış temiz bir kadroyla ve tamamen Kemalist bir merkezi duruşla, günah çıkarıp muhalefet içinde yerini almalıdır. Çünkü Demokrasi isteniyorsa, o zaman da yürünecek yol budur. Bu belki de uluslararası arenada bozulan imajımızın yeni kozmetiği olacak tek çıkış yoludur. 

Ne ki bu dediklerimiz bütün lekelerin gerçekten temizlenebilmesi şartıyla olabilir ancak. Belki o zaman yenilenen Partinin kendi seçmeniyle de barışması söz konusu olabilir. Ki şimdilik buna imkân görünmüyor. Hiç unutulmamalıdır ki Atatürk Güneşinin mübarek huzmelerinin aydınlattığı Türkiye’miz, 100 yıl öncesinin son Osmanlısı değildir artık.

Ve uçuk, kaçık siyasi formüllere, gayrı meşru yaslanışlara, yanılgılara, gelgitlere, anayasası dâhil bütün temel haklarını kaybetmeye, hepsinden öte de artık boşa vakit sarf etmeye ve bundan sonra da Kemalist kalkınma hedefinden ödün vermeye ise hiç tahammülü yoktur. 

Koca devenin kulağı küçüktür. O yüzden ‘devede kulak’ deyimi vardır. Ne yazık ki bugün ortalıkta dolaşan o kadar iki ayaklı deve var ki bu salt gerçeklerin bile farkında değiller. Kabararak, dolanıp duruyorlar, sonra da, arkalarında nokta bile bırakamadan göçüp gidiyorlar sadece.

Bir ülkenin başındaki, suçluluk kompleksi de taşıyan megaloman bir yapı, bunun korkusuyla sonunda brutal bir tiranizmle buluşarak, ülkesinin başını da yakacağı için, böyle bir zihniyete asla güvenilemez. Ve hiçbir yüce ulusun kaderi, aslında bir aşiretinki bile böyle bir liderliğe asla teslim edilemez…
                                                                       Serendip Altındal



14 Ekim 2017 Cumartesi

ORSA-PUPA..

           Anlaşılıyor ki; ABD Erdoğan’ın salt müstevli postunu çıkarıp, şimdilerde vatan kurtaran aslan imajı milli formayı giydirerek Türk Milletine yeniden pazarlıyor. Kendisi ‘Yeni Kurtuluş Savaşı içindeyiz’, ‘Türk milleti’ gibi yeni, bir türlü kurtulamadığı ‘silah tırları’, ’17-25 Aralık’, ‘Gezi’  başlıklarıyla da eski gündemleri tazelerken, onları Amerikancılık ve FETÖ ile de ilişkilendirme gayreti içine de girdi birden.

            Yalnız Milli kurtarıcı postuna bürünürken, Ege de unuttuğu ve Yunan’a adeta eliyle hediye ettiği veya gizlice sattığı adalarımızdan hiç bahsetmiyor nedense. O zaman bu nasıl bir Milli kurtarıcılık oluyor, anlaşılır gibi değil. Uygun gördüğü her rüzgâra orsa yatan ve gittiği yönü hiç ciddiye almayan Erdoğan’ın ciddiyetine ise ne yapsa inanmak mümkün olamıyor bir türlü.

            Çünkü her normal akıl nasılsa yeni bir rüzgârla, bir anda U dönüşüyle Doğudan Batıya pupa yelken tekrar dalar diye düşünüyor. Erdoğan bu, hiç belli olmaz hani. Ve şimdilerde üstlendiği pozu, bildik, alışıldık Erdoğan imajına hiç oturmuyor, yani üstünden akıyor. Bir yanda Türk Milletinin Cumhuriyet Devletini yeni bir çapraz ateşe sokarken, öte yanda misyonunu hatırlıyor ve bir anda sol gösterirken sağ çakıp, karambole getirerek ‘Müftü Nikâhını’ hemen araya sokuveriyor.

            Yani ABD’nin, eline tutuşturduğu Vatikan İslam’lı yeni Osmanlı eyalet Devleti projesinin kilometre taşlarını, çaktırmadan; ama ‘cambaza bak’ diyerek, döşemeye devam ediyor. Böylece para babalarına sadakatini de ispat ediyor. Anlaşılan ABD’nin de Osmanlı Türkiye’si eyaletler projesini yeni bir vadeye ertelemek zorunda kaldığı da anlaşılıyor bu hengâmede.

            Bu arada Erdoğan nasılsa kaybedecek bir şeyi olmadığı güvencesiyle, iktidarına öyle veya böyle devam edeceği rahatlığını taşıyor. İktidardan ne pahasına olursa düşmek istemediği için ki esasen amacı da bu değil miydi? Bu durum ise uluslararası bir vodvilin göstere göstere oynandığını ortaya koyuyor.  Ne ki kendisinden, fazlasıyla beklenti içinde olan emperyalistlerin ve Erdoğan’ın, birlikte son kozlarını oynadıkları da anlaşılıyor artık.


            Yakasını asla kurtaramayacağı anayasal suçlarla dolu sicilinin hesap gününü sonuna kadar geciktirmeye kararlı değil miydi? Belki de tabii bir ölümle iktidarı terk etmeyi, kulağından tutularak kapının önüne konmaya her halükarda yeğliyordur mutlaka.

‘Konu Türk Milletinin misak davası ise gerisi teferruattır’ Atatürk özdeyişini bile Erdoğan’laştırıyor. ABD büyükelçiliğine FETÖ’cilerin nasıl sızdığını soran zihniyet, şayet meclisteki AKP Milletvekilleri arasındakileri tasfiye etmeye kalksa, meclis azınlığına düşeceğini bildiği için belki de, bunu aklına bile getiremiyor.

           
            Şimdi sizinle sorulu cevaplı bir sanal röportaj yapalım. Siz soruyorsunuz ben cevaplıyorum:

Siz: Neden Erdoğan’a güvenemiyorsun.

Ben: 15 yılın 360 derecelik dönüşlerine fazlasıyla aşina olduğum için, aynı el tarafından tekrar çarpılmayı, normal akılla doğru bulmuyorum.

Siz: Neden böyle düşünüyorsun.

Ben: Çünkü ben basit düşünüyorum ve kafamı da lüzumsuz karıştırmıyorum. Biliyorum ki basit olan, aynı zamanda kestirme olandır da. Ve kestirme ise karşıda görünen köye beni ulaştıracak en kısa yoldur. Bilimin olmazsa olmazı olan matematik bile en verimli olanı hesaplar önce.

Siz: Ya artık değişmişse?

Ben: Bak bunu önce de duymuştuk. Ve aynı gölge boksuna bıraktığı yerden devam ederken, her şeyin daha da beter olduğunu görünce, haliyle huylu huyundan vazgeçmez diye düşünüyorum.

Siz: Doğru yolda olduğunu düşündüğümüz Erdoğan’ı desteklemezsek ülkemizin bölünebileceğini düşünmüyor musun?

Ben: Tam aksine Erdoğan’ların misyonu bellidir. Bundan vazgeçtiklerini mi sanıyorsunuz. Esasen AB + ABD emperyalist bloğunun bizi elbirliği ile Erdoğan’ın arkasında kümelenmeye zorlayan bu ustaca hazırlanmış tuzağın da farkında olmamız bir aciliyettir. Çünkü arzuladıkları eyaletler sistemi ancak bu sayede gerçek olabilecektir. Şayet Türk Ulusu bu tuzağa düşmezse, dışarıdan içimize sokulan ve sokulacak olan göçmenlerle bunu realize etmeye çalışacakları da kesindir. Ne ki Türk Ulusu buna da vize vermeyecektir kuşkusuz.

Siz: AB+ABD ile ilişkileri koparmak doğrumudur?

Ben: Şayet Atatürk bugün yaşıyor olsaydı herhalde bu ilişkinin Kemalist çerçevede nasıl olması gerektiğini, kuşkusuz en doğru şekilde yine kendisi söylerdi size. O halde Atatürk gibi düşünelim daha iyi değil mi? İyi ki bizi bu kafayla AB’ne almadılar. Yoksa çoktan eyaletlere ayrılmıştık. Almamalarının esas nedeni, Türk Ulusunun tam bağımsız Kemalist özeğinden korkmalarıdır. Çünkü biz onlar gibi kamplar, aşiretler devletlerinden biri değiliz. Belki de Allah seçme kulları olduğumuz için çaktırmadan yardım ediyor bize. 

Siz: İçinde bulunduğumuz durumun çok vahim olduğunu düşünüyor musun?

Ben: Hem de nasıl. Aslında ‘Mevzu Türk Milletinin misak davası ise gerisi teferruattır’ öz deyiminin Erdoğan’cası bile durumun vahametini ortaya koymuyor mu?

Siz: Pekiyi çözüm sence nasıl olmalıdır.

Ben: Atatürk mentalinde bir lider arkasında ancak, bir milli beraberlikle pekişmiş yeni ve tam bağımsız – ki bütün bağımlılıkları terk etmiş - bir Kuvayı Milli dik duruş sağlanmalıdır. Bu sağlanabilirse ancak çözüm kendiliğinden gelecektir. Yoksa sathı müdafi bir çözümden bahsedilemez. Ne ki Erdoğan’ın arkasında da, lidere güvensizlikten asla böyle bir milli dik duruş oluşturulamaz.

Siz: Pekiyi senin liderin kim olmalıdır.

Ben: Maalesef şimdilik bunu söyleyemiyorum. Ne ki şartlar oluştuğunda, sıkıştığında defalarca özüne layık liderler çıkarmış olan yüce Türk Ulusunun yeni Atatürk’ünü de elbette yine çıkaracağına bütün kalbimle iman ediyorum.

            Şimdi ben söylüyorum, siz dinliyorsunuz:
           
            Perinçek ve Bahçeli perspektifinden sinsi ve alışıldık bir Erdoğan yandaşlığı ile bana sorular sorup duruyorsunuz. Oysa Türk Milletinin Misakından bahseden, ertesi gün ‘istemeseniz de Müftü Nikâhını kabul edeceksiniz’ diyen biri, aynı Türk Milletine düstur çekiyor. Saray Meclisinde maiyeti ile Padişahça aldığı kararları, Atatürk Meclisinde kaldır/indir oldubittisiyle Türk Milletine yediriyor. 

            Ve siz bana hala Türk Milletinin Lideri Erdoğan demeye kalkıyorsunuz. Lider dediğin herkesin seveceği, itirazsız benimseyeceği, altı okuyla ve her şeyden önce de Türk Ulusunun milli özeğine sahip biri olmalıdır. Pekiyi siz o Türk Milletini tam tekmil, saydıklarımıza sahip olmayan bir kafanın arkasında nasıl bir araya getirebileceksiniz? Sahiden buna inanabiliyor musunuz?

            Efendim! Ne buyurmuştunuz, duyamadım…

                                                           Serendip Altındal


11 Ekim 2017 Çarşamba

YAPAY KÜLTÜR..

           Yoğun bir baskı altında olduğumu hissettiren günlük gerçeğim o denli canımı sıktı ki, yeter deyip biraz gönlümü dinlendirmeye karar verdim. Şiir ve şarkı ile hiç olmazsa biraz terennüm dünyasına dalayım istedim. Nedense önce Rahmetli Neşet Ertaş geldi aklıma. Ve Net üzerinden otomatiğe bağlayıp, önce de Shirley Bassey’in üstüne, dolu dolu Neşet Ertaş dinledim. Diğerlerine de artık zamanım kalmamıştı.

            Birbirlerinden ekstrem uzaklıktaki iki müzik dünyası arasında ben duygulanırken, bazı okurların ne alaka diyeceğini de düşünmedim değil. Lakin konu bağımsız ve ön yargısız salt duygusal terennüm olunca, klasik Batı müziği orkestrasyonlarından, ağır Dede efendi klasiğine kadar hepsinin tat, haz ve kapsam itibarıyla bizim olduğunu düşünüyorum aslında. Çünkü müzik de bütün güzel sanatlar gibi evrenseldir. Ve her nota her kulağa ayrı bir haz, ayrı bir tat verebilir.

Vaktiyle Almanya’da yaşadığım dönemde tatilden dönüşte, bazı Alman arkadaşlarımın benden Türkçe klasik müzik parçaları kayıtlı kasetler istedikleri geldi aklıma. Tatillerde tanıştıkları Türk müziğinden onların da zevk aldıkları aşikârdı anlayacağınız. Yani işin püf noktası, müziği sadece kulağınızla değil, ama ruhunuzla da dinlemenizdedir.

Mesela, o zaman 9 yaşındaki bir Amira Willighagen’i dinleyin. Bu küçük kızın canlı izleyicileri ile beraber, muhteşem sesin büyüsüyle siz de birlikte gökyüzüne yükselin.  Bırakın baskı altında olduğunuz bağnaz, yetersiz, aslını büyük sanan küçük adamları, köle ruhlu kadınları. Arada bir siz de benim gibi terapi uygulayın kendinize.

Uygulayın ki sinir sisteminizi koruyabilesiniz. Lakin fazla da takılmayın buna. Çünkü eşkıya ruhlu adamları fazla da boş bırakmaya gelmez. Bugüne kadar yaptıkları bundan sonra da misliyle yapacaklarının teminatıdır zira. Bu sebeple gözleriniz hep üstlerinde olsun.

Neşet’in bozlaklarını dinlerken yayla kokusu alıyor ve tasavvufun derinliklerinde kendimin de neticede bir insan olduğunu düşünüyordum. Yoksa güncel gerçeğimiz bunu unutturmakta mıydı artık yavaş yavaş bize. Dinlerken, bir yandan da ekranda dinleyici yorumlarını okuyordum. Bir yorum dikkatimi çekti. Yazarı, bir diğerine “Neşet Ertaş’ı nasıl ‘dislike’ edersin’ diye sorup sitem koyarken, aslında İnternet dilini kullanıyor; ama bir başka İnternet kültürünü eleştiriyordu. Güzel Türkçeyi ara ki bulasın.

Güldüm ve ne olacak bu çocukların hali böyle diye düşündüm. Çünkü yeni nesil artık İnternet nesliydi. Terennüm için ruhsal haz ki bunun için de iradi dikkatlerinin güçlü olması gerekirdi. Yoksa spontane dikkatlerinin değil. Çünkü İnternet çocuklarının zamanla iradi dikkatleri, içeriklerden ziyade çok fazla başlığı, hatta onları bile eğitimsiz dinamik okumayla geçiştirdikleri için, kayba uğramaktaydı.

Bu nedenle de spontane dikkatleri daha fazla geliştiği için zihinleri, yanıp sönen reklam ekranları (pop-up) gibi kültürlere (yapay) daha yatkın oluyordu. Yani fazla konsantrasyon ve daha fazla iradi dikkat performansları da kısıtlandığı için, tez/antitez analizi gerektiren yaratıcılık vasıfları da dumura uğramış oluyordu. İşte emperyalist manifestoyla bugün kendilerine biçilen eğitim modelinin de aynı amaca yönelik olduğunu, bilmem söylemeye gerek kalıyor mu?

Yani gençlerimiz ve içlerinde bilhassa yazar, çizer ve medya da köşe sahipleri olmak üzere - ki yapıt bombardımanı altında kalarak - gerçekte çok fazla asal bilgiyi okumaları gerekirken, çöple samanı ayıramadıkları için yüzeysel ve yetersiz dinamik okumayla rastgele okudukları yapıtları da, anladıklarını sanıyorlar ne yazık ki. Ve bunların içinden doğruyu, yanlışı ayırt edebilmeleri ise hayal mahsulü oluyor sadece.

Aynı bağlamda taraf oldukları zihinlerin yapıtlarına daha fazla odaklanmak zorunda kalınca da, antitezleri kaçırdıklarından, entelektüel olamadıklarının farkında olamıyorlar maalesef. Çünkü yapay kültür insanına bırakın aydın demeyi yarı aydın bile denilemez. İyi anlaşılmıştır ki artık, sistem üretemeyen toplumlar, gelecekte sistem üretenler tarafından yönetilmek (güdülmek) zorunda kalacaklardır. Ve bu gidişle de gelecekte kendi giysilerini bile bağımsız giyemeyecek hale geleceklerdir, tıpkı ana bağımlısı küçük çocuklar gibi.

İşte maalesef çoğunluğu bu resme uyan böylesi bir gençlik çok iyi bilmelidir ki, başlarındaki Erdoğan bile türünün son örneğidir. Gelecekte bu lider tiplerine, müzelerde bile rastlamak mümkün olamayacaktır. İşte sistem yapan Devletler, şimdi böyle türünün son örneği bir liderin daha neler yapacağını merakla; ama bize de düşer beklentisi içinde, müstehzi izlemektedirler.

O halde dikkatli olun da sakın ola onu örnek almaya falan kalkmayın. Hele de son emsalsiz örnek Atatürk’e kadar, sayısız Dünya lideri yetiştirmiş bir şerefli ulusun evlatları olarak…


AKP Hükümeti, kendi beceriksizliği nedeniyle yoktan seferi duruma getirdiği ülkemizin milli misak davasının arkasına, 15 yıldır manipülasyonlarla koruduğu gayrı resmi varlığını gizleyerek ve altındaki ‘ümmet’ adlı atını mahmuzlayarak, şimdilik yoluna devem ediyor. Diyelim ki baylarda, yeni zuhur eden Ordu millet aşkı, yeni abartılara da neden olmaz İnşallah. Malum, her gecenin sabahında yeni bir KHK çıkıyor, OHAL sağ olsun.


‘Ulan Vodafon Stadı BJK’nın mı? Bizim paralarımızla inşa edildi. Önce bize Teşekkür edin’ diyerek ülkesinin Spor Bakanına centilmence(!) hitap eden bir zihniyet hele de bir Cumhurbaşkanına ait ise bilin ki, Yeni Gine orman yamyamlarının tarihinde bile emsaline rastlanmaz.

Hâlbuki 15 yılda artık ruhunu öğrendiğimiz muhteremin, kaz gelecek köyden civciv esirgemediğini de biliriz. Dünyada ilk defa ihdas edilen bir şampiyonada, Türk Ampute takımı Avrupa şampiyonu oldu o statta. Bunun ikbali de Cumhurbaşı olarak şahsına yazıldığı için, stadını açarak kendisine bu ikbali hazırlayan BJK Kulübüne, bizatihi kendisi teşekkür etmelidir herkesten önce. Ne gezer, ağzını her açtığında megalomanisi artıyor; ama kendisi makamını inkâr eden bir çöküşle batıyor…

                                                           Serendip Altındal



2 Ekim 2017 Pazartesi

VASIFLI..

            TEOG’u kaldırma amacı; zengin, fakir çocuğunu ortak eğitim bağlamında eşitlemek değil, vasıflı, adam olacak çocuklarla, hayta, şımarık ve avanak olanları aynı eğitim potasında birlikte eriterek, beraberce güdülen manda ümmetine çevirmek amacı taşıyan yeni bir emperyalist projenin de, ebeveynlerimize yedirilmesine imza atıyor aslında. Ve hiç unutulmamalıdır ki, şayet milli eğitim olmasaydı Atatürk’ler nasıl çıkardı bu topraklardan.

            Adam olacak çocuk engellense bile nasılsa olur. Belki de bu, evrenin sarsılmaz; ama gizemli yasaları nedeniyle böyledir, bilinmez. Ne ki seçilerek, seçkin okullarda okumaya hak kazanan vasıflı ve yüksek okumaya müsait olan çocukları, çoğunluğu para şımarığı, hayta ve avanaklarla aynı sınıflara toplarsanız, sonuçta sadece adam olabilecek çocuklar zarar görür.

Ötekilerin ise diplomaları nasıl olsa hazırdır. Ne var ki bu işe yaramazlar, adam olacakların kondisyonlarının, konsantrasyonlarının bozulmasına, layık oldukları üst eğitimi alamamalarına, biraz da hasetlerinden sebep olurlar. Çünkü kendilerinin akla, konsantrasyona ihtiyaçları yoktur, diplomaları nasıl olsa ellerine tutuşturulacaktır el mahkum.

Buna rağmen ders notlarını, mezuniyet tezlerini bile kendilerine eksiksiz temin edenler hep ayartmaya, yoldan çıkartmaya çalıştıkları, sorumluluk duyguları yüksek, hiçbir dersi kaçırmamış, vasıflı diğer çocuklar olacaktır. Ve bu işlerin hep böyle olduğunu, mürekkep yalamış, bir zamanlar kendileri de talebe olmuş herkes tecrübeyle mutlaka bilir.

Zengin çocuklarının vasıflı olanları nasılsa okullarını bulur, iyi eğitimde alırlar. Lakin önemli olan, sonrasında vatanlarına ne verecek olduklarıdır, ellere değil. Misal vermek gerekirse, ABD de okuyan bir Aziz Sancar, Nobel’ini dahi varlığını borçlu olduğu Atasına armağan etmiştir. Sözün özü ise; zengin, fakir ayırımı yapmadan, seçilen çocukların seçkin okullarda bir arada okutularak rekabete özendirilmeleridir ancak üst akılda bir toplum yaratmanın tek çıkar yolu.

Emperyalist her halükarda kendi talebesini tereyağından kıl çeker gibi çekip alır. Geride bize bıraktıkları ise, ne yazık ki eğitimleri çalınmış ikinci hatta üçüncü kalite olanlardır her dönem sonunda. İşte şimdi de amaçları OHAL ve kuklalarının KHK oldubittisi ile bu durumu pekiştirmek, kalıcı hale getirmek ve arada bir de olsa örnek adam yetiştirebilmemize çomak sokmaktır. Öyle ya bu işler ve daha fazlası için tayin ettikleri Erdoğan ve avenesi, yoksa ne için vardırlar.


SOS veren milli ekonomide öncelik sadece yandaş finansları kurtarmak olunca elbette yeni ve ağır vergiler ihdas etmek üzere OHAL ve KHK’lar devreye girecekti. Bunun içinde bir Diktatöre ihtiyaç vardı. İşte gördüğünüz gibi hepsi de mevcut. Yoksa başka şeylerde mi bekliyordunuz? Millet hiç merak etmesin. Bu kadar sabırlı, alıcı ve hevesli oldukça, alıştıra alıştıra bütün sahneler de peş peşe oynanacaktır, hiç kuşkunuz olmasın. Hele de 15 yıldır başında ısrarla böylesi bir iktidar taşıyorsa, uluslararası pazarda hiç itibarım kalmadı diye de ağlamamalıdır.

Başına gelebilecekleri hala göremiyorsa; 1919’lardan kalma bir SEVR sabahının şafağında sarhoş tezgâhından kalkmış ve Beyoğlu’nda dans eden kutup ayısının, gözüne veya başka yerine soktuğu parmağın acısıyla yine görmesin bakalım nasıl göremeyecekse. Bu defa Atatürk’ü de yok artık koltuğunun altına sığınacağı.

            Her şeye rağmen yine de tek yüz akımız olan Türk askerinin (TSK) yüce varlığı, ABD sözcüleri tarafından da biliniyor ve hakkı veriliyor. Yani askerimizin ne yapacağı, yakın zamanda geçirdiği bütün badirelere rağmen, hiç belli olmaz onlara göre de. Çünkü yüreğinden hiç kazınamayacak olan ve Türk evladına çok yakışan Kemalist ruhu, her an yeni bir sıra dışını harekete geçirtebilir yine o mümtaz varlığa. 


            Arkası gelmez ‘ey’ çıkışlı içi boş demeçlerinin emperyalist ile yapılan göstermelik vodvil geleneğinden olduğu artık noktalanmıştır. Bu bağlamda ‘aldatıldık’ teraneleri de kurtaramayacaktır bizim biraderleri. Yalnız iyi bilinmelidir - ki o da biliniyor şüphesiz – şayet sadece TSK yumruğunu masaya vurursa, arkalarında kim olursa olsun ne Barzani, İŞİD ne de PKK-PYG-PYD ortaklığı kalır artık Ortadoğu’da.

Ne ki bu olasılık, Başkomutan(!) Erdoğan ve avenesi iktidarda kaldıkça asla gerçek olmaz. İşte işin tek can sıkan tarafı da budur şimdilik. Oysa ABD’nin de İsrail ve İngiltere dışında bir güven partneri kalmamıştır artık. Ve bu menfaat dünyasında onlara da güvenemeyeceğini iyi biliyordur herhalde…
                                                                      
                                                                   Serendip Altındal