23 Ağustos 2018 Perşembe

SOHBET..


            ABD Çeri başısıyla bizim Sultan şu sıralar sıkı bir balıkçı kavgası içindeler ya bakalım sonuçta ne çıkacak ortaya. Herhalde ortaya ilk önce, Atatürk Orman Çiftliğinde gece gündüz yapılmaya çalışılan elçilik yaftalı ABD Kalesi çıkacak gibi görünüyor.

            Orada da bizim Saray da ki gibi kim bilir ne dümenler dönecek ne entrikalar çevrilecektir. Muhtemelen araya ikili briç partileri çevirmek için, Beştepe’yle gizli bir tünel açılabileceğinin de proje kapsamında olacağı asla göz ardı edilmemelidir. Atatürk’ten intikam alırcasına ABD mandacılarına Türk milletinin malı olan çiftliğin göstere göstere feda edilmesine, yediği bunca yaptırımlara rağmen İncirliğe bile tık diyemeyen kukla Hükümetin vurdumduymazlığını da koyunca resim tamamlanıyor.

            Şimdi artık yine birileri ABD ile savaş halindeyiz safsatalarını köşelerine döşer dururlar nasılsa yine aralıksız. Yalnız resmin bütününde ve bu yanardönerlikle Rusları nasıl, ne kadar ve ne zamana kadar ikna edebileceklerdir, işte o ciddi tartışma gerektiren bir konudur. Bakın mesela aldıkları meyve ve sebzeler bahanelerle geri postalanmaya başladı bile, öyleyse bu işaretleri doğru almak lazım.

            Birbirini tutmaz icraatlarıyla vatandaşa öyle saç baş yolduruyorlar ki erkekleri geçtik de, kadınlar bile kel kalmaya başladı ülkede artık. Sanki toplayın bavulunuzu, terk edin ülkeyi demeye getiriyorlar. Ulan biz Türk milletiyiz yani bu ülkenin gerçek sahipleri olan. Ve biz bu ülkeyi terk edersek, sizin bir mevcudiyetiniz kalabilir mi geride, size bu ülkeyi bırakırlar mı sanıyorsunuz bre gafiller. UNUTMAYIN SAYEMİZDE OTURUYORSUNUZ O KOLTUKLARDA ALAYINIZ.


            Öte yanda içimizdeki ve dışımızda ki beslemeleri de Amerikancı ağızlarıyla ABD’nin Türkiye’den vazgeçemez ligini papağan gibi tekrarlayıp duruyorlar. Yalnız söyleyemedikleri; bu vazgeçilmezliği ABD’ne de kabul ettirebilmeleri için Rusya’nın tam desteğine ihtiyaçları olduğudur. Öyle ya arkanda Rusya ve/veya Çin yoksa ABD’ni hangi yaptırımla tehdit edebilirsin ki.

            İyi de Rusya’nın Atatürk ilkelerinden sapmış bir Türkiye’yi dün olduğu gibi bugün de bütünüyle desteklemeye asla teamülü yoktur. Çünkü Rusya her şeyden önce kendi güvenliği hesabına baş komşusuna, antiemperyalist ve bağımsız milli siyaset birliğinde güvenmek ister. Yoksa Başkan Erdoğan’ın her ne kadar kimseyi ikna edemese de, aniden üstlendiği Atatürk vesayeti, bu nedenle mi birden çıkıverdi ortaya. Yani durdu durdu da enişte bizi acep neden öptü diye sormasın mı şimdi Kemalistler.


§ Kendi kendini kandırmanın toplumda yarattığı ahlaki bozulmayı hesaplamak mümkün değildir. Bir insan mesleki inancını gerçekte inanmadığı şeylerin hizmetine sunacak kadar ahlakını kaybetmiş ve aklının iffetini satışa çıkarmışsa her türlü suçu işlemeye açık hale gelmiştir. Bir şeylere sahip olmak için bir din adamı rolüne bürünebilir ve bu rolü başarıyla sürdürebilmek için yalan yere yemin etmeye başlar: Ahlakı yıkmaya yönelik daha tehlikeli bir davranış olabilir mi? (Thomas Paine)

            Binlerce yıl önce tek tanrı dinine (Deizm) sahip olan, kâhin, rahip, papaz, molla, hoca, imam, derviş, tanrı kelamı postacısı peygamber vs. herhangi bir ruhani vesayet tanımayan Türklerin, yalansız, dolansız, saf, bakir, kaya gibi sağlam ve istisnai mevcudiyeti ne yazık ki bugün dinler bataklığında boğulma noktasına gelmiştir. Hele de aslı sadece 23 yıllık Hz. Muhammedin imamet döneminde (Ehli Beyt) var olup, dört Halife ile başlayıp sonrasında terör çılgınlığıyla yozlaşan İslam mağduru da olunca.

            Bir de bunun üstüne küçük Asya coğrafyamızda ve Avrasya da denenmiş ve tutmayacağı daha o zaman anlaşılmış Panislamist tasarımların şimdi ki modern çağda yine Türk varlığı üstünde speküle ediliyor olması son derece tehlikelidir Türk maneviyatı adına. Hazin tarafı ise Gök tanrı Tengri’nin çocukları olan, dağları deviren, cetvel gibi doğru Türklerin, hem de Vatikan İslam’ı yoluna Araplaştırılmaya ve kimliklerinden edilmeye kalkılmasıdır. Ki işte asıl tehlike de budur aslında.

            Emeviler bile bunu vaktiyle, tespit edip ordularını teslim ettikleri Türklerin vasıflarını, genetik özelliklerini kaybetmemeleri için Arapların ordu malı Türklerle (subaylar, askerler) evlenmelerini yasaklamışlardı. Biz de bu gerçeği görüp içimizdeki göçmenlerin Türkmen olanlarını tecrit edip ve Arap olanlarını bir an önce tasfiye ederek, memleketlerine geri yollamalıyız. Ve buna, ırkçılık yapmış olmamak için, herkesin yerinde olması, eşyanın tabiatına daha uygun düşer diyelim.


            Umut var mı yok mu, saadet yakın mı uzak mı, bu sorular uzar gider. Aslında bunlar göreli kavramlardır. Çünkü Dünyadan Güneşe bakarken Güneş, haşmetiyle bize yakın gözükür. Güneşten Dünyaya bakıyor olsaydık, Dünyayı görmemiz bile mümkün olamayacağından uzak mı yakın mı olduğuna dair en küçük bir fikrimiz bile olamazdı. Zira görülmeyen bir cismin zaman, mekân ve mesafe kavramı da yoktur. O halde nereye gitti şu bizim uzak, yakın şimdi.

§ Çok yorgunum; ama mutluyum hiç olmadığım kadar. Hayat yaşamaya değermiş meğer. (Helen W.)

            Yaşam umudunu yitirmiş bir asil hanımın evrakı metrukesinden, birden yaşam mutunu yeniden kazanması itirafı yani anlayacağınız. Dedik ya bunlar göreceli kavramlardır diye. O halde umutsuz olmanıza da hiç gerek yok. Çünkü her an yenilenebilirsiniz Helen gibi. Daha doğrusu mutu yitirmeye neden de yoktur.

            Böylece sakın umutsuz kalmayın veya öyle sanmayın kendinizi. Bilin ki umut yoksa yaşam da yoktur. O halde Trump mı Erdoğan mı? Haydi, canım geçiniz. Hele bunu sakın ola dert etmeyin. Onlarda tarih olacak nasılsa bir gün. Ve hayat yine bütün hızıyla, mutsuzu ve mutlusuyla yoluna devam edecek, her günceyi tarih yaparak ve hiçbir şeye de haddinden fazla metelik bile vermeden.

            Peygamberler çoktan toprak olmuş olsalar da, Tanrınız yine yerinde kalacak. Varlık denen ihtişam ı muazzama altında yıldızlar çapkınca göz kırparken, yeni yaşamları fısıldayan Bahar çiçekleri, yine ve yeniden açmaya devam edecekler. Siz ise yaradılış olarak bildiğimiz tanrı dininizle (Deizm) varlık ışığında bütünleşip, zaman zaman özünüzle baş başa kalarak, terennüme çekilmeye devam edeceksiniz yine…

                                                                                   Serendip Altındal




15 Ağustos 2018 Çarşamba

MEKTUP..


            Aslında Trump’a teşekkür borçluyuz. Çünkü adam, bizim hanidir ihmal ettiğimiz, bakımsız bıraktığımız değerli aksesuarımız olan milli şuurumuzun tozunu alıp, yeniden cilalayıp, parlatmamıza yardımcı olarak, onu öz mekânımızda hep layık olduğu eski yerine tekrar yerleştirmemizi sağladı. 


            Bursa’nın Mudanya yolundaki Çağrışan Köyü bölgesinde yeşil alanda 3 yıl önce yapılmış olan rant yangını 11 Ağustosta yeni bir versiyonuyla aynı usulde tekrarlandı. Hergele, vatan haini şerefsizler her defasında değerli rant bölgelerini hedef alıyorlar. Ve ülkemizin en değerli bölgelerinde kalan en son yeşili de hiç uğruna, ceplerindeki bozuk para gibi harcıyor haramiler. Doğayı kurutmaktan başka, yaktıkları börtü böceğin, hayvancağızın da haddi hesabı yok.

            Devlet ne mi yapıyor, izlemeye devam ediyor muhtemel rantçı biraderlerini. Öyle ya caydırıcı ihtiyati tedbirler almadıklarına göre ve benimkiler yetersiz kaldıysa, uygun bulduğunuz kelimeleri siz koyun artık burada yerlerine….

            Birilerinin artık buldukları her deliği dişleyen bu inşaat kunduzu vatan haini şerefsizlere dur demesi gerekiyor. Yoksa vatandaşın silahlanıp bunu kendi usulüyle mi yapması hedefleniyor. Helikopterler bütün gün su taşıdı sahilden. Poyrazda kuvvetli estiğinden yangının önü bir türlü alınamadı. Bazı bölgelerde ağaçlar kazınarak alevlerle arada boşluk yaratıldı. Bazı yerlerde de tahrip kalıpları kullanıldı herhalde.

            Yapılan çabayı, dökülen masrafı ve ülkeye verilen zararı bir araya koyduğumda alevlerin çabuk yayılması için hızlandırıcı maddeler de kullanan bu kanı bozuk şerefsizleri, işverenleriyle birlikte en iyisi, duvarın önüne dizip zımbalamak, sonrada gıyaben yargılayarak ölü bedenlerini, ibret için bir süre sallandırmaktır diye düşünmeden edemedim. Çünkü neticede tek noktadan tetiklenen vatan haini eylem grupları değil mi bunlar? İyi de bunu yapacak o Devlet nerede.


            AB’nin BM’de ve ABD kuyruğunda daha fazla kalmayacağı kesindir de ayrılık zamanı şimdilik belli değildir. Ne var ki Trump ABD’sinin başına buyruk siyasası, bu süreci hızlandırmaktadır. ABD ise AB den vazgeçer; ama Avrasya kapısı olan Türkiye’den vazgeçemez. Lakin eşeği yokuşa sürüp işi patron kompleksine soktukça da gittikçe battığını ve olası bütün bağların koptuğunu göremiyor.

            Mesela ayrılmaz kardeşler olan İngiltere ile ABD için artık aynı sıfatı kullanmak mümkün değildir. Hele diğer AB Devletlerinin de küçük ve büyük Asya menfaatlerini ABD yoluna heder edeceklerini düşünmek de akılcılıkla bağdaşmaz. Zira onlarda ister istemez paylaşmayı öğrenecek ve haklarına razı olacaklardır. Çünkü artık ne sömürge ne de sömürgeci gücü kalmıştır devamlı küçülen bu Dünyada. Ve o eskimiş ‘hep bana’ Okyanusta boğuldu artık.

            Bakın bir zamanların sömürge Şampiyonu İngiltere’nin Prensi bile bugün delik pabuçla dolaşıyor. Demek ki bir takım mesajlar veriyorlar Dünyaya. O halde almak lazımdır o mesajları. Bağlamında da ABD ve bilhassa da küçük İsrail, artık akıllarını başlarına almalıdırlar, yol yakınken. Yoksa onlar içinde çıkış yolu artık Gayya kuyusuna açılacaktır.

            Peki, yakın ileride bizde ne olabilir. Muhtemeldir ki ABD derin Devleti, Trump’a işleri iyice çıkmaza sokuncaya kadar izin verir. Sonra da bir darbeyle yeni Demokratlar yapay bir Kemalist sevicilikle ortaya çıkarlar ve bize şirin çocukların yeni versiyonunu oynarlar.

Lakin artık Erdoğan’la yürümeyecekleri ve kimseyi de ikna edemeyecekleri için de muhtemelen CHP, İyi Parti koalisyonunda bir çözüm oluştururlar. Bize yine uzun faizli kredi muslukları açılır, Dolar düşer ve hiçbir şey olmamış gibi hayat yeni ve benzer sıkıntılara doğru yol alır. Çünkü emperyalist hep aynıdır. Bilmem, tanıdığım emperyal ABD de budur ve ben böyle görüyorum yakın geleceği.

            İşte tam da bu noktada pek bilinmeyen veya hatırlanmayan; ama hatırlatmakta yarar gördüğüm bir alıntıyı hemen paylaşalım o zaman. Ki yazdıklarımızı da tamamlasın.

§          ATATÜRK'ÜN LENİN'E YOLLADIĞI ÖNEMLİ MEKTUP

Atatürk'ün Bolşevik liderlerin Türkiye'nin emperyalizmin uydusu olacağı yolundaki kuşkularını dağıtmak için, 4 Ocak 1922 günü Lenin'e gönderdiği mektup ilginçtir. Atatürkçü dış politikayı anlamak bakımından önemli olan bu mektup, bütünüyle şöyledir:

Sayın Başkan,
Ankara'da genel bir saygı ve sempati kazanan Yoldaş Frunze'nin ülkemizden ayrılış vesilesinden yararlanarak kişisel duygu ve düşüncelerimden başka, gizli olarak, Türk politikası konusundaki görüşlerimi ve özellikle Türk-Rus ilişkilerini size kısaca açıklamak isterim.
Bildiğiniz gibi, Türk ve Rus halkları yüzyıllarca sürdürülmüş boyunduruk zincirlerini bir hamlede silkip attıktan sonra, kendi halklarının da bu yolu izleyeceklerinden dolayı büyük korkuya kapılan Batılı emperyalist ve kapitalist kuvvetlerin saldırısına uğradığından, halklarımız arasındaki yakınlık ve anlaşma kendiliğinden gelişmiştir.
Hatırlayacağınız gibi, ortak umutların ve benzer koşulların sonucu olarak ortaya çıkan düşüncelerin gelişmesi, Hükümetlerimiz arasında resmi ilişkilerin kurulmasına yol açmış ve özellikle bu ilişkilerde kesin bir rol oynamıştır.
Türkler ve Ruslar, tarihleri, yüzyıllarca sürdürtülmüş savaşlarla doldurulduktan sonra anlaşmış ve uzlaşmışlardır. Bu durum, öteki milletleri şaşkınlığa uğratmıştır.
Pek çoğu, dostluğun geçici olduğu ve koşulların zoruyla sağlandığı konusunda bir inanca sahip olmuşlardır. Hala da bu inançtadırlar. Fakat iki halkın hangi koşullarda ve ne ölçüye kadar birbirlerini anlayıp sevdiğini ve eski kavgaların, zalim yöneticilerin kışkırtmalarıyla çıkmış olduğunu, son savaşta subayların birbirleriyle nasıl isteksizce savaştığını görmüş olanlar, yeni durumun sürekli ve istikrarlı olduğunu kabul etmekte gecikmeyeceklerdir.
Türkiye'nin rejim değiştirmesi, Rusya'da olduğu gibi, toplumsal bir devrimle ortaya çıkmış olmayıp yabancı devletlerin saldırı ve egemenliklerine karşı bir başkaldırma türünde olduğundan dünyanın dikkatini çekmemiştir. Bu başkaldırış, canlı ve gerçek olarak dile getirilmemiştir. Yüzeyden de olsa, Ülkemiz hakkında bir bilgiye sahip olanlar, 1918 Mütarekesi'nden; özellikle 16 Mart 1920'den beri alınan yolun çok uzun olduğunu kabul edeceklerdir.
Yüzyıllardan beri her şeyde efendilerine ve saraylılara ve daha sonra oligarşiye bağlı kalan Türk halkı, 1919 yazında girişilen savaşla, kendi kaderinin sahibi olmayı başarmıştır.
Açık konuşuyorum. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde bir araya gelen delegeler, insanların kendi kaderlerinin kendilerince saptanmasını öngören bir yargıya varmışlardı. Siz, Sayın Başkan, daha Dünya Savaşı'ndan önce bu hususu savunmaktaydınız.
Bu kongrelerde kabul edilen kararlarla, İstanbul’un yetersiz ve yeteneksiz ellerindeki iktidarı tasfiye edilecek ve yeni yöneticileri, bizzat milletin kendisi seçecekti.
Bu büyük halk toplantısında bulunan, Türkiye'de yeni bir dönemin başladığını ve Türk halkının artık kendi liderlerinin koruyuculuğu altında değil, kendi kendini yöneteceğini ilan ettiler.
16 Mart 1920'den sonra Ankara'da toplanan halk temsilcileri, milletin iradesini ve kaderini bağımsız ve egemen bir varlık olarak saptama arzusunu ilan ettiğinden, bu isteğin bütünüyle gerçekleşmesi, milli bir amaç olmuştu.
Şimdi bütün bunlar gerçekleşmiştir. Halk tarafından seçilmiş olan temsilciler, yalnızca yasama yetkisini değil, aynı zamanda yürütme görevini de ellerinde bulundurmaktadırlar. İstisnai olarak, milletin bağımsızlık ve güvenliğinin söz konusu olduğu yerlerde, halk temsilcileri yasama yetkisini de yerine getirmektedir.
Görüldüğü gibi, Batı'da kapitalist sınıfın tüm millet üzerinde egemenlik kurmasına benzer bir durum, bugün Türk ülkesinde yoktur.
Bu bakımdan biz, kapitalist sistemden ötede, halkçılık sistemini gerçekleştirmiş bulunuyoruz.
Toplumsal alanda da, ülkemizde benzer değişmeler olmuştur. Yeni durumumuzun ve ekonomik koşulların gereği olarak, toplumun artık sömürüye baş eğmeme konusundaki kararının sonucu olarak, herhangi bir çaba göstermeksizin, başkalarının emeği ile yaşayan asalaklar sınıfı bütünüyle ortadan kalkmamışsa bile, bu sınıfa girenlerin sayısında büyük bir azalma olmuştur. Modern Türkiye'de imparatorluk döneminin efsanevi zengin sınıfı artık yoktur. Büyük arazi sahiplerinin gelirleri artık düşmüştür. Şimdi Türkiye'de herkes çalışmak zorundadır.
Sonuç olarak, bugünün Türkiye'si Batı Avrupa'ya olduğundan çok, bir bakıma, Rusya'ya daha yakındır. Sonra ülkelerimiz arasında bir başka benzerlik, bizim kapitalist ve emperyalist düzene karşı savaşmamızdır. Kapitalizm, Türkiye'de Rusya'da olduğundan daha zayıftır. Fakat durum, büyük girişimlerdeki hemen bütün kapitalin yabancılar tarafından yatırılmış olması yüzünden karmaşıktır.
Halkımızın sömürüsünü kolaylaştırmak için kurulmuş olan kapitülasyon sistemi gelişmemizi engellemiştir.
Türkiye'nin hala açık, ya da kapalı olarak çılgınca saldırılara hedef olmasının nedeni, bütün mazlum milletlere kurtuluş yolunu göstermiş olmasıdır. Bütün bunlar, Türkiye'nin bütün kurumlarıyla ve bugünkü hükümetiyle yalnızca Sovyet Rusya'da güven duygusu yaratabileceği, Batı’nın ise bize düşman gözüyle bakmasını gerektireceği gerçeğini ortaya koyar.
Milletlerarası politika alanında, Türk-Fransız anlaşması, Rus-İngiliz anlaşması gibi, koşulların zoruyla meydana gelmiştir. Bu anlaşma gelecekte imzalayacağımız anlaşmalar gibi, dostluk anlayışımızı zedeleyemez. Size TBMM'nin Sovyet Rusya'ya karşı izlediği politikanın değişmediğini, söylentilerin gerçeğe dayanmadığını belirtmek isterim.
Hükümetlerimizin, dolaylı, ya da dolaysız olarak, birbirlerine karşı bir anlaşmaya ve koalisyona girmeyeceklerine inanıyorum.
Aramızdaki yanlış anlaşılmalar, Ankara-Moskova arasındaki yazışmaların yavaşlığı yüzündendir. Gerçeklere açıklık veren bu mektubumun, ilişkilerimizin kuvvetlenmesine yardımcı olacağı kanısındayım, Sayın Başkan» (Doğan Avcıoğlu - Milli Kurtuluş Tarihi 2 s. 855)


            Tarihin seyrini değiştiren bu önemli mektup dikkatle okunmalı ve dönemin gerçekleriyle önder Atatürk’ün görüşlerinin nasıl birebir örtüştüğü de ibret alınarak, bir Devlet Liderinin nasıl olması gerektiği, tarafsız olarak yorumlanmalıdır. Zannediyorum ki bu analiz birçok yırtığımıza da yama olacaktır. Daha önce biraz karışık olan ilişkiler, Stalin’i de çok etkileyen bu mektuptan sonra güven tazeleyen ve bu güvenini de çok saygın bir mektupla Atatürk’e belirten Stalin’in buyruğu üzerine tekrar rayına oturmuş ve kesilen Rus yardımları derhal gelmeye başlamıştı. Ve böylece tam havlu atmak üzereyken, yeni bir gayretle savaşı lehimize dönüştürebilmiştik.


            Ve asla unutulmamalıdır ki; şayet 1917 de Hızır gibi imdadımıza yetişen kaderdaş bir Bolşevik devrimi olmasaydı, en yakınında bile mandacılarla çevrili yüce Atatürk’e rağmen, kim bilir bugün ne şekilde eyaletlere parçalanmış bir Osmanlı artığı olarak kimlerin kucağında, kimliksiz ikinci sınıf insan müsveddeleri olarak oturuyor olurduk. O halde Rus derken iki defa düşünelim, hele de bu günlerde. Zira biz de onların kaderiyiz. Emperyal Batıdan ise yüksek faizle alınmış ödeyemeyeceğimiz borçlardan başka da bir menfaatimiz(!) olamaz. Hoş onu da sağlayacak kredimiz bile yoktur.


            Bir de denir ki ABD yardımlarıyla Kızıl Ordu kurularak, harp galibi İngiltere ve Fransa’nın Avrasya da yerleşmesi önlenmiş. İyi de Wilson doktrini ile yürüyen aynı ABD neden Türkiye’yi ortadan kaldırmak istemişti. Ve biz Bolşeviklerden yardım almak zorunda kalmıştık. Oysa Türkiye’nin savunma gücünün takviyesi onlara çok daha ucuza mal olurdu. Nitekim en yüksek savaş gücüne Türkler sahipti neticede. Lakin emperyal saldırıya dik durmaya kararlı Atatürk korkusu, daha fazlaydı ABD de, Bolşevik korkusundan. Bu ise hiç sorulmadı işte.


            O dönemde bile şartlar daha da uygunken Enver Paşa, Talat Paşa vs. gibi havari ve aklı uçukların Panislamizm, Pantürkizm hayalleri hüsran olduğuna göre bugünkü Erdoğan ve takım arkadaşlarının çok daha dikkatli olup ülkeyi, sonu belirsiz maceralara sürüklememeleri gerekir ki sonları bunu daha önce deneyenlerden çok daha vahim olmasın.


            Atatürk çok akıllı adammış velhasıl. Bu hayalleri bile gerçekleştirmeye herkesten çok daha yakın bir konumda olduğu halde onların tutmaz olduklarını görmüş ve ülkesinin menfaatleri bağlamında en akılcı ve en tutarlı yolu seçmişti ki bu sayede bugün varız.    



            Bizde ise ‘paranın imanı yoktur’ diyen Erdoğan, anlaşılıyor ki Trump’ın 10 Tl yapacağını söylediği Dolarları yüzünden bizatihi imana gelecektir. 24 Haziran’da devrilen AKP Hükümeti şimdilik Başkanlarıyla işi götürüyor. Ne var ki 16 yılda ülkenin içine ettiler. Hâlbuki milli kaynakları yok etmeseler, kendi kuyruğunu yiyen inşaat sektörüne dalmasalar ve ithalat sanayiine bağlı bir manda ekonomisine yönelmeselerdi, bugünkü Dolar kıskacına asla düşülmezdi.


            Ne var ki büyük birader kendisine biçilen misyonu aynen uyguladı ve daha arkası da var. O halde ülkemizdeki BOP başlıklı bu sapkın yapılaşmayı 16 yıldır alışa alışa izleyen, muhalefeti ve seçmeniyle konu mankeni biz muhterem seyircilere, şimdi şikâyet etme hakkı da kalmadı demektir. Her şeye rağmen çok iyi biliyoruz ki kadim Türk Ulusu, önünde sonunda iterek dürterek veya sokup çıkartarak bu açmazdan da kurtulacaktır. Bilmem anlatabildim mi???

  

         Bütün okur, dost ve aile bireylerimizin Kurban Bayramını en kansız ve barışçıl duygularımla kutluyor, hepinize sağlık, esenlik ve mutluluklar diliyorum…

           
           
                                                                       Serendip Altındal



9 Ağustos 2018 Perşembe

LOZANNAME..


            Batmakla, batmamak arasında bocalayan geminin kalan tek cankurtaranı olan CHP’deki son gelişmeler, inanın bizi kahrediyor. Hemen söyleyeyim ki ben Kılıçdaroğlu’nun yerinde olsaydım, elimde Kurultay isteyen 50 delege oyu bile olsa, hemen Kurultay kararı alırdım. Değil ki 580 filan istenç oyu olsun. Ve yine de gerekirse geçerli oyu alır veya alamazdım; ama bunu fazla da takmazdım. Çünkü iktidarperest değildim neticede.

            Lakin kimseye de söyleyecek söz bırakmaz ve itibarımla da tavan yapardım. Son söz de ikbal meraklısına; işte sana ikbal. Çünkü Atatürk’ün Partisi, önce de Kemalistler için her türlü kaprise, benmerkezci aidiyete kapalı ve kişisel menfaatler üstü bir milli misak ilkeleri birliğidir.

            Ve bu ilkeleri sahiplenip onları layık oldukları makama taşımak, nasıl, ne şerefli ve onurlu bir ikbal olurdu acaba? Hele de o Partinin Başkanının bunu çok hazımlı ve analitik düşünmesi gerekir ki Partisinin özeğine yakışan bir profili ortaya koyabilmiş olsun. Akşener işte tam da aklımdan geçeni yaptı; ama yine de yoğun baskıyla vazgeçilmezliği pekiştirilerek Partisinin başında yerini aldı. Ne yazık ki Kılıçdaroğlu bu fırsatı kaçırdı.


            CHP’de ahde vefa titreşimiyle, öze dönüş bağlamında yapılacak bir revizyon, Sarayın hiç işine gelmez. Çünkü halkın AKP’yi iktidardan düşürdüğü gerçeği ortada ve daha dumanı da tütüyorken, İnce’den anımsandığı üzere yeni bir reformist kitle hareketine tahammülleri yoktu şüphesiz. O halde bu nedenle Abdülhamit entrikalarının CHP’de Kurultay olgusunu engellemediğini de kimse iddia edemez.

            Ve kendiliğinden anlaşılır ki bundan böyle şaibe altındaki CHP’yi bir Kılıçdaroğlu da aklayamayacak demektir. Öyleyse biraderler ne yapmak, nereye varmak isterler. Bunun açıklaması, özellikle de Kemalist taban tarafından şiddetle beklenmektedir. Oysa ben Kılıçdaroğlu’ndan çok ümit vardım doğrusu. Öyle ya boşuna mı yürümüştük beraberce adalet yollarında. Yazık ki vallahi ne yazık.

            Yalnız tüm gelgitlere, 16 yılın kayıplarına ve AKP’yi kesintisiz tek Parti yapmalarına rağmen CHP yönetiminin yaptığı en hayırlı iş, son seçimde Parti bile olamayan Yeni Partiyi, 40 Vekiliyle Meclise sokmaktır. Ki bunun da hakkını vermemiz gerekir. Hoş tek adam statülü bir ucube kokokrasi yönetimde, bunun ne fayda sağlayacağı da ayrı bir soru nedenidir…


            §      LOZANNAME  (başlık benimdir)

İsmet Paşa Barış Anlaşması’nı sonradan Gazi’nin he­diye ettiği bir altın kalemle imzalamıştır. O dakikadaki his­lerini soran bir gazeteciye ismet Paşa şöyle demiştir: “Mektebini bitiren bir öğrencinin son imtihandan son­raki hislerini taşıyorum.”
Barışın imzası münasebetiyle Lozan’da donanma yapılmıştır. Lozan Konferansının neden bu kadar uzun sürdüğünü, Müttefik delegelerinden biri “Daily Mail” yazarı Ward Price’e şöyle anlattı: “Meramlarını yürütmek kudre­tinden mahrum bir kaç devlet, galip bir devlete; mağluplara mahsus şartları kabul ettirmek için uğraştılar.”
Ahmed Şükrü, imza merasimi hakkında gazeteye gön­derdiği bir yazıda şöyle diyor: “İmza dakikasında Venizelos son derecede yeis içindeydi. Gözlerini bir noktaya dikmiş, kendi kendini yiyordu. Napoleon, ‘Neden Mos­kova’yı alıp Kremlin Sarayı’na girdiğim zaman ölmedim ve bütün bu acı günleri gördüm...’ demişti. Ben eminim ki Venizelos da Sevres Muahedesini devletlere ve Damat Ferit’e imza ettirdiği gün ölmediğinden dolayı azap duymuştur.”(Ahmet Emin Yalman – Yakın tarihte gördüklerim ve geçirdiklerim C. II s. 868-869)

Lloyd George ve balıkları

 Lozan’da sulh imza edilir edilmez, eski İngiliz Başbakanı Lloyd George, bize hücum etmek ve sakat politikasını savunmak için şiddetli bir yazı yazmış ve bu yazı Daily Telegraph gazetesinde ve sonra bütün dünya basınında çıkmış, tartışmalara yol aç­mıştır. Vatan. 3 Ağustos sayısında “Llovd George ve Balıkları” başlıklı bir yazısında şöyle diyor: “Eski İngiliz Baş­bakanı bizim Lozan’daki zaferimizden kendine göre za­rarsız bir surette bahsetmenin yolunu bulmuştur. Bizi balıkçı, büyük devletleri büyük balık, küçükleri küçük ba­lık diye tasvir ediyor. Biz Lozan’da Leman Gölü’nün kı­yılarında balık tutmaya çalışıyoruz. Göldeki balıklar tutulmamaya uğraşıyor, fakat bizim ustalığımız, kurnazlığımız, şeytanlığımız, sabrımız eşsiz derecede mükemmel. En inatçı balıkları bile eninde sonunda yakalayacağımızı bili­yoruz, yalnız dakikasını bekliyoruz. İlk Lozan Konferan­sından sonra balıkların kurtulduğunu sananlar oluyor. Hayır, kurnaz Şarklı balıkçı, balıklara daha fazla yem veri­yor, nihayet yakalıyor. İngiltere, Fransa, İtalya, Amerika gi­bi koca balıklar zokayı yutuyorlar, acz içinde karaya çekili­yorlar, kuyrukları bile oynamıyor. Pulları yaz güneşinde pa­rıldıyor. İsmet Paşa, rahat ve haklı bir tebessümle bu man­zarayı seyrediyor...

Maymun masalı

Lloyd George, kendi politika düşmanlarını aptal birer balık diye böylece güzel güzel tas­vir ettikten sonra kendisinin geçmişteki kusurları hakkın­da bahaneler bulmaya başlıyor. Zavallı adamın, iktidardan düştükten sonra kafasının içi bir hayvanat bahçesi halini alıyor. Gözü Lozan’daki bütün devletleri birer balık şeklin­de görüyor. Yılları dolduran günahlarının sorumluluğunu yüklenecek birini ararken bir maymun buluyor. Türkleri yok etmek yolundaki mükemmel planlarını berbat eden, Türklere yeniden yaşama imkânı veren sebep, kendince, Yunan Kralı Aleksandr’ı ısıran ve ölümüne sebep olan may­mundan başka bir şey değildir. Lloyd George bu maymu­na çok kızgındır. Onun hakkında diyor ki; ‘Doğu, belki de Batı tarihinin bir maymunun bir adamı ısırması yüzünden değişmesi, her büyük facianın sayfalarına rast gelinen tuhaf tesadüflerin bir oyunundan başka bir şey değildir...’ Onun gözünde Türk azminin, Türk Milli Savaşı’nın, Gazi’nin li­derlik dehasının Yakın Doğu olayları içinde hiçbir yeri yok­tur. Akıllara sığmayan bu büyük başarılar, sırf o maymu­nun aksiliğinden dolayı hazır hazır elimize düşmüştür..
Lloyd George’un çok çapkın bir adam olması, bir İn­giliz sabun fabrikatörü ile evli bulunan bir Yunan güze­line aşkı İzmir’in Yunanlılar tarafından işgaline sebep ol­muştur. Sonradan büyük oğlu Richard tarafından babası­nın çapkınlık hayatı hakkında neşredilen bir eser, İngilte­re’de ve bütün dünyada velvele uyandırmıştır. Annesinin, babasının çapkınlığı yüzünden çektiklerinden dolayı içi ya­nan Yazar, babasının kendi evlerini bir Doğu hükümdarının haremine çevirdiğini ve burada her milletten metresle­rin yanyana yaşadığım tasvir etmiştir. Bu kitapta bir de bir bıyık hikâyesi vardır. Lloyd George kendi bıyıklarım pek beğenirmiş, bunların bakımı da başlıca kaygılarından bi­riymiş. Güney Amerika’ya yaptığı bir seyahatte başına şu felaket geliyor: Orada çok iyi silah kullanan, çok kıskanç bir adamın karısını baştan çıkarmış. Koca her şeyi haber al­mış. Lloyd George’u öldürmek için takım takım silahlarıyla beraber harekete geçmiş, her köşeyi tutuyor. Yanındaki dostları kendisine şöyle demiş: ‘Bu bıyık seni ele verecek. Ya bunu keseceksin veya yaşamaktan vazgeçeceksin.’ Lloyd George meşhur bıyığını ister istemez kesmiş. Londra’ya döndüğü zaman kendisini cascavlak gören ve bıyığı ile ne kadar övündüğünü pekiyi bilen karısı, derhal hükmünü vermiş, ‘Kocam belalı bir çapkınlık macerasında yakayı ek vermiş ve canım kurtarmak için sevgili bıyıklarını feda et­meye mecbur kalmış olacak,’ demiş.”(age s. 870-871)

            Kurtuluş Savaşı öncesi ve sonrasını içeren A. Emin Yalman hatıratından çok hoşuma giden bir bölümü yukarıda görüşlerinize sundum. Amacım son günlerde ehliyetsiz ve liyakatsiz adamlarca yapılan ve bardağı taşıran Lozan tenkitlerine, başka bir perspektiften bakmak ve sizin de bakmanızı sağlamaktı.

            Diğer taraftan da o dönemde itilaf güçleri lideri İngiltere ile olan ihtilaflı ilişkilerin bir numarası olan ve bize de her vesilede problem çıkarıp olası muhtemel barış antlaşmasına çomak sokmuştu Lloyd George. Aslında kendisin de tıpkı diğer emsalleri gibi ne denli çürük bir yumurta olduğuna dair fazla bilinmeyen bir bakış açısı yakalamanızı sağlayacak olan ve tarafımıza yazdıkları Lozan zaferini, emperyalist güçler safında nasıl bir ‘avanak olta balıkları’ teşbihi ile kapitüle ettiğini de ortaya koyan önemli bir belgedir yukarıda ki yazı. Belki bizim çakaralmazlarında işine yarar. Belki yapay tenkitleri dillerinden düşürmeyen o kimlik sorunlu tarih okumazlar da bu vesileyle bir şeyler öğrenirler, kim bilir.

            Lloyd George’dan bu yana emperyalist siyasada değişen fazla da bir şey yoktur. Yani emperyalist hep emperyalistti anlayacağınız. Şimdilerde liberal Globalizm hastalığına duçar olup artık küstahlık ve saldırganlık duvarını da aşmalarından başka. ABD’de ise Kara cahil bir sürünün başındaki bağnaz Evangelist Siyonist para babalarının şimdilik keyiflerine diyecek yok şimdilik.

            İyi de bakalım ne zamana kadar. Uzay zamanın değişmez devinimi koca Osmanlı Türk Devletinin mumunu 650 yılda söndürdükten sonra, onların ulus birliği de olmayan, eyaletler bileşkesi kampus Devletlerinin 300 yıldır yanan mumlarının fitilinin de sonu artık görünmüştür. Onlarda da bir Atatürk çıkacağını düşünebilmek ise eşyanın tabiatı gereği, bir üst akıl için dahi mümkün değildir.

            Yukarıda okuduğumuz gibi iyi ki insanlarımız hatıratlarını yazmışlar. Ve diğerlerinin yanında iyi ki de bütün KURTULUŞ safahatını satır satır açıklayan Atatürk emaneti NUTUK gibi müthiş bir eserimiz daha var. Yoksa gerçeklerimizle nasıl yüzleşebilirdik. Hele de Allah korusun sırf,  tarih bilmez yapay tarih korsanı şeriatçı zındıkların yazıp, çizdiklerine kalsaydık.

                                                                      Serendip Altındal



3 Ağustos 2018 Cuma

SARAY SEFASI..


            Beştepe’de ki şaibeli Saray, emperyalist koordinatörlerin, soytarıların, kuklacıların, çok sesli iştirak koristlerinin ve çeşitli menfaat figürlerinin engelsiz at koşturdukları lakin ne dışarıdan içeriye ne de içeriden dışarıya kuş uçurulmayan ve tek taraflı denetimi yapılan bir kapalı alandır aslında. Bir de buna şehrin faklı bölgelerine açılan gizli koridorları ve tünelleri de ilave ederseniz, içeriye kimin girip çıktığını da asla bilemeyeceksiniz demektir.

            Ve bilemediğiniz için de dolayısıyla orada vücut bulan plan ve aktivitelerin meşruluğunu sorgulayamayacaksınızdır da. Saray trafiğinin kontrolünde, MİT’in dahi yeterli olduğunu düşünmek bile ham hayalcilik olur. Çünkü emperyalistin herhangi bir bürokrat denetiminin yapılamayacağı bir Saray özerkliğini tercih etmesi, elbette her şeyi kendi kontrolü altında tutmayı istemesi bağlamında, asla boşuna değildi.

            Aynı nedenle de içeride kimlerin kimlerle konuştuğu, nelerin dönüp, hangi entrikaların çevrildiği konusunda da şüphesiz hiçbir malumatınız olmayacaktır kuşkusuz. İşte ayrı bir Saray yapılması da sırf bu nedenlerle elzem kabul edilmiş ve bu da millete afiyetle yutturulmuştu. Ki biz de buna daha 1947’ler de imzalamış olduğumuz Truman Doktrini ile olur vermiştik. 1950’lerden itibaren de ABD, DP Hükümetinden aldığı geniş yetkiyle, yönetim ve eğitim kontrolünü resmi olarak eline geçirmeye başlamıştı artık ülkemizde. Demek ki daha o günlerde siyasi işgal başlamıştı ülkemizde.

            Hele 1964 de Johnson ültimatomuyla da yaptığı hatanın farkına ancak varıp bunu samimi olarak itiraf eden İsmet Paşanın ikrarından sonra da, şimdi artık sızlanmaya, hiç hakkımız olmamalıdır. Ki üstüne de 1950’ler den itibaren daha ne denli tek taraflı emperyalist antlaşmalara imzalar attığımızı da anımsayınca, aynaya bile bakamamamız gerekirdi aslında. Oysa bu günler daha o günlerden belliydi. Ne ki bunu anlayacak ne tecrübe ne de deneyimimiz vardı. Olası milli muhalefetlerin de önü sinsi manipülasyonlar ve askeri darbelerle bildiğimiz gibi alınmıştı haddizatında.

            Yani ABD ile yapılan bütün tek taraflı antlaşmaları incelediğimizde, kendi Devrimimizi bile yapamaz hale getirilmiş ve ABD’ye ulusal devrimimize bile askeri müdahale yapma, ülkemizi bile kendi askerimizle işgal etme (12 Eylül veya Evren Cumhuriyeti) hakkını kendi elimizle vermiş olduğumuzu görürüz. Yeter ki bakmasını bilelim. Ondan sonra da utanmadan, sıkılmadan bağımsızlıktan bahsederiz. En hazini ise 27 Mayıs Anayasası gibi Kemalist, halkçı, ulusalcı ve çağdaş bir anayasaya, bizi daha da emperyalist bağımlısı kılan ve kurtuluş ilkelerini yerle bir eden 12 Eylül emperyalist anayasasını yeğlemiş ve bugünlere kadar da taşımış olmamızdır.

            Bugün ise ithal Başkanlık çerçevesinde ve Saray âlemlerinde son rötuşlar vurularak ABD türü bir eyaletler Cumhuriyetine geçiş senaryosu, adım adım sahneye konuluyor anavatanımızda. İşte aynı hızla çaktırmadan sürgit ortaya çıkan KHK’lar ise her defasında bu gerçeği daha bir ortaya koyuyor. Ve emperyalist destekli munzam Saray Sefası da giderek ana hedefine yaklaşıyor. Çünkü başta CHP liderliğindeki muhalefet partileri ise ne yazık ki bu gidişe tempo tutmaktan başka da bir umut olamadılar şimdiye kadar. Ve ne yazıktır ki aynı kafada yürümeye de hala ısrardalar ne hikmetse.

            Ve görünen o ki şimdi sırada CHP’nin bazı Vekilleri Berberoğlu çizgisinde işlem görmek üzere bekletiliyor. Ve ilk fırsatta onlarında şişirme dosyaları işleme konacaktır herhalde. Böylece CHP belki de kapatılmaktan daha beter olasılıkla, işlemez hale getirilecektir kuşkusu düşünceye egemen oluyor ister istemez. Muhtemelen de şimdilik bir gözdağı vermek istediler sadece. Ee ne ekersen onu biçersin arkadaş, sonuçta. Öyle ya nane ekenin patates biçtiğini kim görmüş ki???
                                             

            85.000 üstünde (yandaş) vatandaşın İngiltere de konut alabiliyor olması, 10.000 Dolar bile yıllık kazancı olmayan bireyler toplumu bileşkesinde, bu ne yaman bir çelişkidir. Yoksa onlarda emperyalist safında olduklarını ortaya koyarak birlikte, Türkiye yatırım yapmaya müsait değildir mesajı mı vermeye kalktılar acaba? Ve bu yandaşlıkla İngiliz’den yeni haklar mı koparmayı umuyorlar Türkiye den alıştıkları gibi. Yalnız unutmasınlar ki İngiliz bize benzemez, dönekliği meşhurdur, hâsılı eylemin sonu çok hüsranlı da bitebilir kendileri için.


            Kurtuluş Savaşımıza, Kemalist ulusal bilincimize daha başından beri tahammül edemeyen, Lozan Antlaşmasını tanımayan emperyalist ABD, Başkanlıkla kafaya aldığı Erdoğan Projesiyle, Cumhuriyet İlkelerimizden vazgeçmemizi sağlamaya, belden aşağı her çareye başvurarak çalışmaktadır. 24 Haziran sonuçlarıyla da göstere göstere kafamıza vurarak, bu hedefe ne kadar yaklaşmış olduğunu, aklınca ispat etmiş olduğunu da düşünmektedir şüphesiz. Hâlbuki kararın her halükarda Türk Milletinin kararı olacağını, korkusundan aklına bile getirmek istemez. Lakin korkunun ecele faydası olduğu da görülmemiştir şimdiye kadar. O halde bırakalım kendi korkusu öldürsün onu…


            İkinci Dünya Savaşından sonra Güney Amerika’da peş peşe gelen emperyalist ABD beslemesi Diktatörlerin, Erdoğan sıfatında yeni bir numunesinin, koca Atatürk Cumhuriyetinde aynı emperyalist eliyle yeniden vücut buldurulması, aslında tamamen Türkiye’nin aydın ve akademisyen kadrolarındaki milli şuur eksikliği, yetersizliği ve epikürist çürümüşlüğü nedeniyledir.

            Yani vatandaşına bağımsız milli şuur bilinci aşılayacak Atatürk hamurunda aydın yokluğudur bunun tek sorumlusu. Milli şuur sahibi aydın eksikliğinin ana nedeni ise 1947 den itibaren yurda ithal edilen şartlı ve sözde yardımlarla birlikte ABD eğitim sisteminde ve 1954 de tamamen kapatılan Köy Enstitülerinin yokluğunda aranmalıdır. Bu resme bakınca da emperyalistin Atatürk’ten bugün de hala neden Azrail gibi korktuğu, daha iyi anlaşılmaktadır esasen. Hadi sefanız bol olsun…

                                                                       Serendip Altındal