Aslında
Trump’a teşekkür borçluyuz. Çünkü adam, bizim hanidir ihmal ettiğimiz, bakımsız
bıraktığımız değerli aksesuarımız olan milli şuurumuzun tozunu alıp, yeniden
cilalayıp, parlatmamıza yardımcı olarak, onu öz mekânımızda hep layık olduğu eski
yerine tekrar yerleştirmemizi sağladı.
Bursa’nın Mudanya yolundaki Çağrışan
Köyü bölgesinde yeşil alanda 3 yıl önce yapılmış olan rant yangını 11 Ağustosta
yeni bir versiyonuyla aynı usulde tekrarlandı. Hergele, vatan haini şerefsizler
her defasında değerli rant bölgelerini hedef alıyorlar. Ve ülkemizin en değerli
bölgelerinde kalan en son yeşili de hiç uğruna, ceplerindeki bozuk para gibi
harcıyor haramiler. Doğayı kurutmaktan başka, yaktıkları börtü böceğin,
hayvancağızın da haddi hesabı yok.
Devlet ne mi yapıyor, izlemeye devam
ediyor muhtemel rantçı biraderlerini. Öyle ya caydırıcı ihtiyati tedbirler
almadıklarına göre ve benimkiler yetersiz kaldıysa, uygun bulduğunuz kelimeleri
siz koyun artık burada yerlerine….
Birilerinin artık buldukları her
deliği dişleyen bu inşaat kunduzu vatan haini şerefsizlere dur demesi
gerekiyor. Yoksa vatandaşın silahlanıp bunu kendi usulüyle mi yapması
hedefleniyor. Helikopterler bütün gün su taşıdı sahilden. Poyrazda kuvvetli
estiğinden yangının önü bir türlü alınamadı. Bazı bölgelerde ağaçlar kazınarak
alevlerle arada boşluk yaratıldı. Bazı yerlerde de tahrip kalıpları kullanıldı
herhalde.
Yapılan çabayı, dökülen masrafı ve
ülkeye verilen zararı bir araya koyduğumda alevlerin çabuk yayılması için
hızlandırıcı maddeler de kullanan bu kanı bozuk şerefsizleri, işverenleriyle
birlikte en iyisi, duvarın önüne dizip zımbalamak, sonrada gıyaben yargılayarak
ölü bedenlerini, ibret için bir süre sallandırmaktır diye düşünmeden edemedim.
Çünkü neticede tek noktadan tetiklenen vatan haini eylem grupları değil mi
bunlar? İyi de bunu yapacak o Devlet nerede.
AB’nin BM’de ve ABD kuyruğunda daha
fazla kalmayacağı kesindir de ayrılık zamanı şimdilik belli değildir. Ne var ki
Trump ABD’sinin başına buyruk siyasası, bu süreci hızlandırmaktadır. ABD ise AB
den vazgeçer; ama Avrasya kapısı olan Türkiye’den vazgeçemez. Lakin eşeği
yokuşa sürüp işi patron kompleksine soktukça da gittikçe battığını ve olası
bütün bağların koptuğunu göremiyor.
Mesela ayrılmaz kardeşler olan
İngiltere ile ABD için artık aynı sıfatı kullanmak mümkün değildir. Hele diğer
AB Devletlerinin de küçük ve büyük Asya menfaatlerini ABD yoluna heder
edeceklerini düşünmek de akılcılıkla bağdaşmaz. Zira onlarda ister istemez
paylaşmayı öğrenecek ve haklarına razı olacaklardır. Çünkü artık ne sömürge ne
de sömürgeci gücü kalmıştır devamlı küçülen bu Dünyada. Ve o eskimiş ‘hep bana’
Okyanusta boğuldu artık.
Bakın bir zamanların sömürge
Şampiyonu İngiltere’nin Prensi bile bugün delik pabuçla dolaşıyor. Demek ki bir
takım mesajlar veriyorlar Dünyaya. O halde almak lazımdır o mesajları. Bağlamında
da ABD ve bilhassa da küçük İsrail, artık akıllarını başlarına almalıdırlar,
yol yakınken. Yoksa onlar içinde çıkış yolu artık Gayya kuyusuna açılacaktır.
Peki, yakın ileride bizde ne olabilir.
Muhtemeldir ki ABD derin Devleti, Trump’a işleri iyice çıkmaza sokuncaya kadar izin verir.
Sonra da bir darbeyle yeni Demokratlar yapay bir Kemalist sevicilikle ortaya
çıkarlar ve bize şirin çocukların yeni versiyonunu oynarlar.
Lakin
artık Erdoğan’la yürümeyecekleri ve kimseyi de ikna edemeyecekleri için de muhtemelen
CHP, İyi Parti koalisyonunda bir çözüm oluştururlar. Bize yine uzun faizli kredi
muslukları açılır, Dolar düşer ve hiçbir şey olmamış gibi hayat yeni ve benzer
sıkıntılara doğru yol alır. Çünkü emperyalist hep aynıdır. Bilmem, tanıdığım emperyal
ABD de budur ve ben böyle görüyorum yakın geleceği.
İşte tam da bu noktada pek
bilinmeyen veya hatırlanmayan; ama hatırlatmakta yarar gördüğüm bir alıntıyı
hemen paylaşalım o zaman. Ki yazdıklarımızı da tamamlasın.
§ ATATÜRK'ÜN LENİN'E YOLLADIĞI ÖNEMLİ
MEKTUP
Atatürk'ün
Bolşevik liderlerin Türkiye'nin emperyalizmin uydusu olacağı yolundaki
kuşkularını dağıtmak için, 4 Ocak 1922 günü Lenin'e gönderdiği mektup
ilginçtir. Atatürkçü dış politikayı anlamak bakımından önemli olan bu mektup,
bütünüyle şöyledir:
Sayın
Başkan,
Ankara'da
genel bir saygı ve sempati kazanan Yoldaş Frunze'nin ülkemizden ayrılış
vesilesinden yararlanarak kişisel duygu ve düşüncelerimden başka, gizli olarak,
Türk politikası konusundaki görüşlerimi ve özellikle Türk-Rus ilişkilerini size
kısaca açıklamak isterim.
Bildiğiniz
gibi, Türk ve Rus halkları yüzyıllarca sürdürülmüş boyunduruk zincirlerini bir
hamlede silkip attıktan sonra, kendi halklarının da bu yolu izleyeceklerinden
dolayı büyük korkuya kapılan Batılı emperyalist ve kapitalist kuvvetlerin
saldırısına uğradığından, halklarımız arasındaki yakınlık ve anlaşma
kendiliğinden gelişmiştir.
Hatırlayacağınız
gibi, ortak umutların ve benzer koşulların sonucu olarak ortaya çıkan
düşüncelerin gelişmesi, Hükümetlerimiz arasında resmi ilişkilerin kurulmasına
yol açmış ve özellikle bu ilişkilerde kesin bir rol oynamıştır.
Türkler
ve Ruslar, tarihleri, yüzyıllarca sürdürtülmüş savaşlarla doldurulduktan sonra
anlaşmış ve uzlaşmışlardır. Bu durum, öteki milletleri şaşkınlığa uğratmıştır.
Pek
çoğu, dostluğun geçici olduğu ve koşulların zoruyla sağlandığı konusunda bir
inanca sahip olmuşlardır. Hala da bu inançtadırlar. Fakat iki halkın hangi
koşullarda ve ne ölçüye kadar birbirlerini anlayıp sevdiğini ve eski
kavgaların, zalim yöneticilerin kışkırtmalarıyla çıkmış olduğunu, son savaşta
subayların birbirleriyle nasıl isteksizce savaştığını görmüş olanlar, yeni
durumun sürekli ve istikrarlı olduğunu kabul etmekte gecikmeyeceklerdir.
Türkiye'nin
rejim değiştirmesi, Rusya'da olduğu gibi, toplumsal bir devrimle ortaya çıkmış
olmayıp yabancı devletlerin saldırı ve egemenliklerine karşı bir başkaldırma
türünde olduğundan dünyanın dikkatini çekmemiştir. Bu başkaldırış, canlı ve
gerçek olarak dile getirilmemiştir. Yüzeyden de olsa, Ülkemiz hakkında bir
bilgiye sahip olanlar, 1918 Mütarekesi'nden; özellikle 16 Mart 1920'den beri
alınan yolun çok uzun olduğunu kabul edeceklerdir.
Yüzyıllardan
beri her şeyde efendilerine ve saraylılara ve daha sonra oligarşiye bağlı kalan
Türk halkı, 1919 yazında girişilen savaşla, kendi kaderinin sahibi olmayı
başarmıştır.
Açık
konuşuyorum. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde bir araya gelen delegeler,
insanların kendi kaderlerinin kendilerince saptanmasını öngören bir yargıya
varmışlardı. Siz, Sayın Başkan, daha Dünya Savaşı'ndan önce bu hususu
savunmaktaydınız.
Bu
kongrelerde kabul edilen kararlarla, İstanbul’un yetersiz ve yeteneksiz
ellerindeki iktidarı tasfiye edilecek ve yeni yöneticileri, bizzat milletin
kendisi seçecekti.
Bu
büyük halk toplantısında bulunan, Türkiye'de yeni bir dönemin başladığını ve
Türk halkının artık kendi liderlerinin koruyuculuğu altında değil, kendi
kendini yöneteceğini ilan ettiler.
16
Mart 1920'den sonra Ankara'da toplanan halk temsilcileri, milletin iradesini ve
kaderini bağımsız ve egemen bir varlık olarak saptama arzusunu ilan ettiğinden,
bu isteğin bütünüyle gerçekleşmesi, milli bir amaç olmuştu.
Şimdi
bütün bunlar gerçekleşmiştir. Halk tarafından seçilmiş olan temsilciler,
yalnızca yasama yetkisini değil, aynı zamanda yürütme görevini de ellerinde
bulundurmaktadırlar. İstisnai olarak, milletin bağımsızlık ve güvenliğinin söz
konusu olduğu yerlerde, halk temsilcileri yasama yetkisini de yerine
getirmektedir.
Görüldüğü
gibi, Batı'da kapitalist sınıfın tüm millet üzerinde egemenlik kurmasına benzer
bir durum, bugün Türk ülkesinde yoktur.
Bu
bakımdan biz, kapitalist sistemden ötede, halkçılık sistemini gerçekleştirmiş
bulunuyoruz.
Toplumsal
alanda da, ülkemizde benzer değişmeler olmuştur. Yeni durumumuzun ve ekonomik
koşulların gereği olarak, toplumun artık sömürüye baş eğmeme konusundaki
kararının sonucu olarak, herhangi bir çaba göstermeksizin, başkalarının emeği
ile yaşayan asalaklar sınıfı bütünüyle ortadan kalkmamışsa bile, bu sınıfa
girenlerin sayısında büyük bir azalma olmuştur. Modern Türkiye'de imparatorluk
döneminin efsanevi zengin sınıfı artık yoktur. Büyük arazi sahiplerinin
gelirleri artık düşmüştür. Şimdi Türkiye'de herkes çalışmak zorundadır.
Sonuç
olarak, bugünün Türkiye'si Batı Avrupa'ya olduğundan çok, bir bakıma, Rusya'ya
daha yakındır. Sonra ülkelerimiz arasında bir başka benzerlik, bizim kapitalist
ve emperyalist düzene karşı savaşmamızdır. Kapitalizm, Türkiye'de Rusya'da
olduğundan daha zayıftır. Fakat durum, büyük girişimlerdeki hemen bütün
kapitalin yabancılar tarafından yatırılmış olması yüzünden karmaşıktır.
Halkımızın
sömürüsünü kolaylaştırmak için kurulmuş olan kapitülasyon sistemi gelişmemizi
engellemiştir.
Türkiye'nin
hala açık, ya da kapalı olarak çılgınca saldırılara hedef olmasının nedeni,
bütün mazlum milletlere kurtuluş yolunu göstermiş olmasıdır. Bütün bunlar,
Türkiye'nin bütün kurumlarıyla ve bugünkü hükümetiyle yalnızca Sovyet Rusya'da
güven duygusu yaratabileceği, Batı’nın ise bize düşman gözüyle bakmasını
gerektireceği gerçeğini ortaya koyar.
Milletlerarası
politika alanında, Türk-Fransız anlaşması, Rus-İngiliz anlaşması gibi,
koşulların zoruyla meydana gelmiştir. Bu anlaşma gelecekte imzalayacağımız anlaşmalar
gibi, dostluk anlayışımızı zedeleyemez. Size TBMM'nin Sovyet Rusya'ya karşı
izlediği politikanın değişmediğini, söylentilerin gerçeğe dayanmadığını
belirtmek isterim.
Hükümetlerimizin,
dolaylı, ya da dolaysız olarak, birbirlerine karşı bir anlaşmaya ve koalisyona
girmeyeceklerine inanıyorum.
Aramızdaki
yanlış anlaşılmalar, Ankara-Moskova arasındaki yazışmaların yavaşlığı
yüzündendir. Gerçeklere açıklık veren bu mektubumun, ilişkilerimizin
kuvvetlenmesine yardımcı olacağı kanısındayım, Sayın Başkan» (Doğan Avcıoğlu - Milli Kurtuluş Tarihi 2 s. 855)
Tarihin seyrini değiştiren bu önemli
mektup dikkatle okunmalı ve dönemin gerçekleriyle önder Atatürk’ün görüşlerinin
nasıl birebir örtüştüğü de ibret alınarak, bir Devlet Liderinin nasıl olması
gerektiği, tarafsız olarak yorumlanmalıdır. Zannediyorum ki bu analiz birçok
yırtığımıza da yama olacaktır. Daha önce biraz karışık olan ilişkiler, Stalin’i
de çok etkileyen bu mektuptan sonra güven tazeleyen ve bu güvenini de çok
saygın bir mektupla Atatürk’e belirten Stalin’in buyruğu üzerine tekrar rayına
oturmuş ve kesilen Rus yardımları derhal gelmeye başlamıştı. Ve böylece tam
havlu atmak üzereyken, yeni bir gayretle savaşı lehimize dönüştürebilmiştik.
Ve asla unutulmamalıdır ki; şayet
1917 de Hızır gibi imdadımıza yetişen kaderdaş bir Bolşevik devrimi olmasaydı,
en yakınında bile mandacılarla çevrili yüce Atatürk’e rağmen, kim bilir bugün
ne şekilde eyaletlere parçalanmış bir Osmanlı artığı olarak kimlerin kucağında,
kimliksiz ikinci sınıf insan müsveddeleri olarak oturuyor olurduk. O halde Rus
derken iki defa düşünelim, hele de bu günlerde. Zira biz de onların kaderiyiz.
Emperyal Batıdan ise yüksek faizle alınmış ödeyemeyeceğimiz borçlardan başka da
bir menfaatimiz(!) olamaz. Hoş onu da sağlayacak kredimiz bile yoktur.
Bir de denir ki ABD yardımlarıyla
Kızıl Ordu kurularak, harp galibi İngiltere ve Fransa’nın Avrasya da yerleşmesi
önlenmiş. İyi de Wilson doktrini ile yürüyen aynı ABD neden Türkiye’yi ortadan
kaldırmak istemişti. Ve biz Bolşeviklerden yardım almak zorunda kalmıştık. Oysa
Türkiye’nin savunma gücünün takviyesi onlara çok daha ucuza mal olurdu. Nitekim
en yüksek savaş gücüne Türkler sahipti neticede. Lakin emperyal saldırıya dik
durmaya kararlı Atatürk korkusu, daha fazlaydı ABD de, Bolşevik korkusundan. Bu
ise hiç sorulmadı işte.
O dönemde bile şartlar daha da
uygunken Enver Paşa, Talat Paşa vs. gibi havari ve aklı uçukların Panislamizm,
Pantürkizm hayalleri hüsran olduğuna göre bugünkü Erdoğan ve takım
arkadaşlarının çok daha dikkatli olup ülkeyi, sonu belirsiz maceralara
sürüklememeleri gerekir ki sonları bunu daha önce deneyenlerden çok daha vahim
olmasın.
Atatürk çok akıllı adammış velhasıl.
Bu hayalleri bile gerçekleştirmeye herkesten çok daha yakın bir konumda olduğu
halde onların tutmaz olduklarını görmüş ve ülkesinin menfaatleri bağlamında en
akılcı ve en tutarlı yolu seçmişti ki bu sayede bugün varız.
Bizde ise ‘paranın imanı yoktur’
diyen Erdoğan, anlaşılıyor ki Trump’ın 10 Tl yapacağını söylediği Dolarları
yüzünden bizatihi imana gelecektir. 24
Haziran’da devrilen AKP Hükümeti şimdilik Başkanlarıyla işi götürüyor. Ne var
ki 16 yılda ülkenin içine ettiler. Hâlbuki milli kaynakları yok etmeseler, kendi
kuyruğunu yiyen inşaat sektörüne dalmasalar ve ithalat sanayiine bağlı bir manda
ekonomisine yönelmeselerdi, bugünkü Dolar kıskacına asla düşülmezdi.
Ne var ki büyük birader kendisine
biçilen misyonu aynen uyguladı ve daha arkası da var. O halde ülkemizdeki BOP başlıklı
bu sapkın yapılaşmayı 16 yıldır alışa alışa izleyen, muhalefeti ve seçmeniyle
konu mankeni biz muhterem seyircilere, şimdi şikâyet etme hakkı da kalmadı
demektir. Her şeye rağmen çok iyi biliyoruz ki kadim Türk Ulusu, önünde sonunda
iterek dürterek veya sokup çıkartarak bu açmazdan da kurtulacaktır. Bilmem
anlatabildim mi???
Bütün okur, dost ve aile bireylerimizin Kurban Bayramını en kansız
ve barışçıl duygularımla kutluyor, hepinize sağlık, esenlik ve mutluluklar
diliyorum…
Serendip
Altındal