20 Nisan 2017 Perşembe

SONRASI..

            Referandum fırsatıyla Erdoğangillere; birisi hayır oyları fazlalığı ile ikincisi de onları, her türlü riski göze alarak çalacakları en az %3 lük bir hayır oyuyla ancak ağır bir muktedir mağlubiyeti almamak için; sahte ekseriyeti gasp etmek zorunda bırakarak, bütün dünyaya rezil olmaları bağlamında iki haşmetli tokat atmıştır, Erdoğan’ın ağzından düşürmediği Milli İrade. 

             İşte gerçek Milli İradenin ne olduğunu, umarım şimdi kendileri de daha iyi anlamışlardır. Peşinen yazalım ki, bırakın diğerlerini; ama Erdoğan, hayır oyu veren AKP seçmenlerinin çoğunluğu gözüyle de sıfırlamıştır artık.

            Şimdi bundan sonra ne gelir ardından. Hemen olmasa da; ama yine de göstere göstere tufan da gelir artık. Çünkü silah motifleri ve döküntü kuyruklarıyla, kenar ilçe ve köylerde sahte oyları sisteme sokarken, adeta gözümüze de sokarak genel seçmen adedinden fazla oyu sisteme yerleştiren eşkıya zorbalığı, tufana açılan kapıyı da aralamıştır artık. Şimdi kapının önünde fırsat bekleyen emperyalist sırtlanlara yol görünmüştür. 
       
             BOP referanslı ve o zaman yüce Atatürk liderliğindeki Türk Milletine yediremedikleri SEVR’i, şimdi yeni SEVR paketinde zorbalıkla; dedikleri gibi de silah bile atmadan, Türk Milletine tekrar yedirmek için bir nedenleri de vardır artık.

             Minareyi çalan kılıfını da hazırlayacaktı şüphesiz. 10-1 ekseriyetli YSK kararı bu kılıfın ne olduğunu göstermektedir esasen. YSK bunu yapmakla da aslında kime hizmet ettiğini ve takım halinde AKP angajmanında bir kurum olduğunu da ortaya koyarken, aslında bilmeden ve istemeden Erdoğanlara bir Milli İrade tokadı daha atmıştır. 

             Etti mi üç tokat. Ama henüz son tokadı yemediler. Bundan sonra da Erdoğan, Milli İrade lafını lügatinden çıkarırsa akıllı davranmış olur. Yerinde olsam bu lafı ağzıma bile almazdım artık.

             Nedenlerini elinde gören emperyalist piçi şimdi ilk iş olarak iki tarafı da sinsice provoke ederek, Türkiye’mizde başlayan yangını büyütmeye çalışacaktır artık. Ki iç savaş görüntüleri veren ortamı, halkın boşuna kanının dökülmemesi adına önleyeceğiz gerekçeli ve Referandum sonucunu kendi pragmasında kullanan sözde hümanist(!) varlığı, yumuşak sert müdahalesiyle de Hızır gibi imdada yetişmiş olacaktır. 

              Bu yeni durumu kurtarıcı addeden halk ise dolmayı yutacak, yeni SEVR şablonunu sineye çekmek zorunda bırakılacaktır. Kuşkusuz ki Trump destekli emperyalist olgusunun aslı budur. Herif enişte iktidara geldi ve Erdoğan onu hiç ırgalamadı da, şimdi bu acele öpücük nedendir acaba?

             Yukarıda ki, parmağını gözüme batıran gerçekler doğrultusunda oluşturduğum kendi senaryomdur. İnşallah yanılırım. Lakin nereden bakarsam bakayım, Milli özüne güvendiğim aziz Türk Ulusunun sağduyusunun ne kadar muhteşem olduğunu, rahmetli ATATÜRK gibi bende iyi bilen ve buna bütün kalbimle inananlardanım. 

             Ve iyi biliyorum ki bundan sonra her kesimiyle yüce Türk Milleti, Müdafaayı Hukuk ve Kuvayı Milliye bileşkesinde, Milli İradeli bir Hükümeti derhal oluşturma yolunda emin adımlarla ilerleyecek ve yeni Kemalist manifestoyu yedi düvele tekrar ilan edecektir kuşkusuz. Çünkü kendisine başka da bir çözüm bırakılmamıştır artık. Yani ya tamam ya da devam, yoksa al sana işte tufan…

                                                                                Serendip Altındal



17 Nisan 2017 Pazartesi

KAPTIKAÇTI..

            Şimdi timsah gözyaşları döken yedi düvel himayeli, vatandaşın söz hakkını bile gasp eden, tek motorlu bir güdüm ile vatan bekasını ketenpereye getirmeye aracı olan emperyalist kuyruklarının, yuh olsun ervahlarına. Bir yanda 2,5 milyon mühürsüz eveti sisteme sokacaksın ve bağlamında emperyalist çakallar eliyle koca Türk milletinin bekası, kapının önünde aport bekleyen yaban kuzgunlarına peşkeş çekilirken, sonra da utanmadan, patronlarınız tarafından ciddi olman istendiği için, eline yazılı olarak verilen yeni yol haritanı okurken, ‘200 yıllık bir kavgaya son verildi’ diyeceksin.

Gülerler adama! Bu oyunlar gözlerinin önünde bir Hacivat/Karagöz vodvili ciddiyetiyle(!) oynanıyor, GAP toprakları Musevi ve Ermenilere fosur fosur satılıyor, aziz Türkiye’m yeni Osmanlı ritüeline sokularak, dilim dilim bölünme hazırlığına alınıyorken, çakma Komutanların arkalarında Atatürk’ün askeri yaftasıyla, kafa sallayarak dolaşan süslü Paşalar, nerelerde saklanıyor hangi geyik muhabbetlerinde çene yarıştırıyorlardı acaba? Yoksa yeni rantlı beklentiler üstüne döşeli masalarda birileriyle şerefe kadeh mi kaldırıyorlardı?

            Adına seçim denilen ne ki aslı büyük bir AKP sıçımı olan Referandum sonuçları bile daha tam alınmadan, her sandık açılışı evet oylarını eriten bir görünümde ve YSK sonuçları ile yandaş medya sayısalları birbiriyle örtüşmüyorken, yangından mal kaçırır acelesi ve kazandık edasıyla ortaya çıkanlarda, hiç mi katre kadar bile utanma kalmamıştı. 

            Öyle ya hayırların daha fazla olacağı önceden belli iken – ki en doğru tahmini, yani 1-2 puan farkla hayırların kazanacağını, yine Sonar yapmıştı – sonucun nasıl olsa tam da 1-2 puan evetler lehinde olacağından, nasıl bu kadar emin olabilirlerdi. Kimlerden bu garantiyi almışlardı da acaba, sonucu bile beklemeden ortalara fırladılar. Ve her zamanki gibi karakucak tabiriyle de yine milletin önünde açık düştüler, sefil bir görüntü çizdiler.

            Hiç uyuyamadığım bir gecenin şafağında ayağa kalkıp, kahvaltı bile etmeden saat sekizde sandığın ilk müşterisi oluruz umuduyla eşimle birlikte, seçim odasının önüne geldiğimizde, daha çok yaşlı başlı insanlardan, çiftlerden oluşan uzunca bir kuyruğu, yine de beklemek zorunda kalmak, aslında beni sevindirmişti. Demek ki o ahde vefa dolu yürekler de bizim gibi uyuyamamış ve gözlerini sanki sandıkta açmışlardı. Bunun yurt genelinde çok hayırlı bir iştirak yüzdesi oluşturacağı ise her halinden belliydi.

            Önümüzdeki yaşlı nur yüzlü başı örtülü kadıncağızla, vakur başı yukarıda, alnı dik beyaz saçlı muhterem eşinin, sıralarını beklerken, birbirlerine hayırlar dilemeleri bizi çok duygulandırmıştı. Yaşaran gözlerimizle sıramızı bekledik. Beni ve eşimi emekli halimle sabahın köründe, bunca yıl sonra milli bekamız için evet veya hayır demek zorunda bırakan kadere ve buna sebep olanların alayına içimden lanetler okuyarak, sandık görevlilerine; ‘1919 da zaten bir kere hayır demiştik, şimdi 1 milyar kere daha hayır’ demek zorunda hissettim kendimi. Bu arada sandığın başındaki lider konumundakinin bir şeyler homurdandığını duydum; ama anlayamadım, neyse ki fazla da bir şey diyemedi.

            Bizim gibi sabah karanlığında kalkıp, hayırlar olur İnşallah temennileriyle yollara düşen yaşlı başlı çiftler ve diğerleri hiç olmadığı kadar bir özveri ve özenle sandık başlarında yer alıp, vatan sevgisinin, ahde vefanın ne demek olduğunu, Türk varlığının ise siyasetinde çok üstünde yer aldığını, yedi düvele bir daha göstermişlerdir. Yaptıkları, ileride neler yapabileceklerinin de göstergesidir aslında. O halde bir kere daha ‘ne mutlu Türk’üm diyene’ demek zorundayız şimdi dostlar.

            Bir yanda hal böyle iken, tüm bu yürekleri sevgi dolu, sadık insanların hayırlarını, sahte evetlerle değiştiren bir müstevli taifesinin Başbakanı utanmadan nasıl zafer kazanmış sahte Komutanlar edasıyla balkona çıkabilmiştir, şaka gibi. Bırakın yüz, suratı, takımlık kumaşı, adamda yırtık astar bile olsa, en az iki defa düşünmesi gerekirdi bu durumda. Cumhurbaşkanı onu balkona salmakla, tam da böylesi bir konumda kurtlar sofrasına yem olacağını da hesaplamış olmalıydı herhalde önceden.

            Akşam oylar sayılmaya başladığında, şişirilen evetlerin çokluğunu görünce morali bozulan eşime, ‘her zaman ki gibi önce sayıları şişirerek ters algı yaratmaya çalışacaklardır yine’ demiştim. Çünkü yandaş medya bu işler için değil miydi sonuçta. Tekrar bela olacak olan SEÇSİS manipülasyonu, sandıklara sahip çıkılınca belki bir şekilde kontrol edilebilirdi. Bir siber saldırı da büyük risk taşır, seçimi de tehlikeye atardı.


Emperyalist ise mutlaka istediği evet yüzdesini almak istiyordu neticede. Aynen düşündüğüm gibi de oldu. Hayırların fazla olacağını anlayınca 2,5 milyon evet oyunu yamayıverdiler sisteme acilen. Bu iş için gerekli olan yaklaşık 20 dakikalık duraksama, sayısal transferin en yoğun olduğu bir anda YSK’nın şaibeli ve acele uyku moduna geçmesiyle hemen kendini gösterdi. YSK Başkanı birkaç kem kümle durumu aklınca izah etmeye çalıştı. Ne ki bu da sadece kendisini kandırmaktan başka da bir işe yaramadı. Oysa dijital dünyada 20 dakika bir asır gibidir. Bu sürede ışık ötesinde yeni evrenler bile inşa edilebilir.


Sözün özünde kazanan, Türk ulusudur yine. Üniter varlığının ve milli bekasının en değerli varlığı olduğunun bilincinde olan yüce Türk Milleti, sağduyusunu ve yine Dünyanın en büyüğü olduğunu bütün dünyaya bir kere daha ispat etmiştir. Vatanını düşünceye kadar savaşmadan hiçbir emperyalist emele teslim etmeyeceğini bir kere daha yedi düvelin kafasına sokmuştur. 

Bilhassa metropollerimiz ve Güneydoğu vilayetlerimizde yükselen hayırlar, kendileri üstünde oynanan çakma Kürdistan oyunları aktivistlerine de attıkları muhteşem bir tokat olmuştur. Ne var ki neresinden bakılırsa bakılsın seçimin bu noktaya taşınması, sandığa AKP eliyle atılan bir PKK bombasıyla eş anlamdadır. Dolayısıyla seçimin iptal edilmesi gerekir.

Aşağıda Kılıçdaroğlu’nun seçim bildirgesini yayınladığım videonun bağlantı adresini bulacaksınız. Kendinize birkaç dakika ayırın ve o videoyu izleyin. Sonra da Sayın Kılıçdaroğlu’nun büyük siyasa kimliği ile kaptıkaçtı kardeşlerinkinin arasındaki büyük farka empati oluşturuverin lütfen. Sağlıkla; ama hep başınız yukarıda kalın. Çünkü kazanmış olan ve hep öyle de kalacak olan yüce Türk Ulusudur sadece. Bırakın ne yaparlarsa yapsınlar elbette onlarında sırası gelecektir…




                                                                                                          Serendip Altındal





15 Nisan 2017 Cumartesi

KARAR ZAMANIDIR..

            1949 da imzalanan Fulbright antlaşmasıyla kadük edilen milli eğitimimizin bugün ne noktada olduğu ortadadır.  Dört Türk ve dört ABD delege ile kurulan Milli Eğitim Komisyonunun başına, ABD Baş Konsolosu da yönetici olarak tayin edilip, böyle bir anti milli ekseriyete de imza atılınca; Milli Eğitimin neden milli değerlerine sahip, tam bağımsız nesiller ortaya çıkaramadığı ve hala yürürlükte olan bu antlaşmayla bundan sonra da çıkaramayacağı kolayca anlaşılır olmalıdır.

            Şayet buna rağmen bugün hala milli etiğe sahip hatırı sayılır oranda milli aydınımız varsa bununda nedeni, onların şanslı olarak doğru ebeveynlere sahip olmaları ve/veya kendi kendilerini düzlüğe çıkarabilmiş olmalarında aranmalıdır. İyi biliyoruz ki onların sahip oldukları ahde vefa mirası, ömürler uzantısında kendi nesillerine de intikal edecektir.

            İşte Erdoğangillerin böyle bir anti milli sistemin ürünleri olarak,  kendilerini işbaşına getiren patronlarına karşı duramayacakları da gün gibi aşikârdır. Çünkü tek adam kabul edip  bekanızın anahtarınızı da teslim etmeye kalktığınız Erdoğan, şayet BOP senaristlerini karşısına alırsa, ‘evet’ ler çokluğunda bile iktidarda bir gün bile bırakılmayacağını çok iyi bilir. Bu nedenle de kendisine açılan yolda kalmaya ve İslam devletiyle, Kürdistan projesini bir arada yürütmeye mecbur olduğunun da farkındadır.

            Şimdi sadece bu neden bile üstünde daha fazla yorum yapmadan ‘hayır’ demenizin tek nedeni olacaktır. Oyunuzu kullandıktan sonra bile yapacağınız yorum sizde, neden ‘hayır’ demek zorunda olduğunuzun da teyidi olacaktır sadece. O halde yarın sabah sandık başında dimdik durarak, ahde vefanızın hayırlı borcunu ödeyeceğiniz şartıyla, sakin; ama huzurlu, kararlı ve sizi yarın sabah zinde kılacak bir uykuya bu akşam, öncelikle ihtiyacınız olduğunu da unutmayın…

                                                              Serendip Altındal



8 Nisan 2017 Cumartesi

HASATIN SONU..

           Hasat sonu çıkacaksın düzlüğe. Ne ektiysen 15 yılda, sende ektiğini biçeceksin sonunda. Üstelik bütün helal süt emmişlerin de hasatlarına el koyduğun için borcun daha da kabardı. Bekle 16 Nisan’a kadar. Fıtratın vurunca tokadını, senin de ayakların yerden kesilecektir nasıl olsa. Çünkü hep böyle olmuş, tasallutçular her zaman layıklarını bulmuştur sonunda. 

          Vatana, millete, Orduya, hakka, hukuka, milli bekaya, mal varlığına ve yetim hakkına el uzatan herkes, sonunda rezil olmuş, ayağa düşmüştür. Bu konuda bir eksik veya fazla, tarihi hiç ırgalamaz, o bulduğunu belgeler, geleceklere ibretlik tutanak oluşturur sadece.

            Idlib denen bölgede Esad’ın zehirli gaz kullandığına, hem de kendisini çakma insan hakçılarının gözleri önünde aklamaya, en fazla ihtiyaç duyduğu bir dönem ve mekânda, hangi, içinde azıcık akıl taşıyan bir beyin inanabilir ki? O halde bu vahşeti kim mi yaptı? CIA’ya sorun iyi bilir, bu konuda da sicili bir hayli kabarıktır çünkü. 

            Sıkıştırınca muhaliflere de yapıştırıverdiler pisliği kolayca zaten. Ne zaman minareyi çalmadan önce kılıfını hazırlamadılar ki. Ayrıca son günlerde Rusya’da peş peşe yapılan patlamaların ve günahsız ölümlerin de başvuru adresidir kendileri.

            Ne ki son Idlip olgusu, Erdoğan AKP’si ile ABD’yi yine aynı paralelde buluşturacak bir nedene de imza atmıştır. Ki bu neden, Referandum öncesi bir seferî patlamaya da sebep(!) olarak, sonucu şimdiden kendilerini korkutan Referandumu erteletebilir. Çünkü Trump ile başlayan yeni flört, Putin Rusya’sı ile de yeni bir güvensizlik soğukluğu yaratacak ve esasen bunalım artıları fazla olan Türkiye’yi, yeni bir açmaza daha sokacak, bu nedenle de Başkanlık senaristi emperyalistlerin yeni bir zamanlamaya ihtiyaçları olacaktır.

 Trump kuşkusuz iç güvenini de tazelemek adına bu olguyu, Türkiye takviyesiyle Rusya’ya karşı baskı aracı olarak kullanacağı bir paradigmaya dönüştürecektir. Hele de Erdoğan’ı muhtemelen Rusya kulvarından ayırabilmiş olması, Trump’un artı hanesine de yazılacak ve güven tazelemesine yardımcı olacaktır. Aslında Çavuşoğlu denen zatın, ABD’nin bu illegal; ama hesaplı baskınını destekleme beyanı, Perşembenin gelişini gösteren bir Çarşamba mesajıydı.

Bize de bu durumda ‘aferin Çavuşoğlu, başka da ne diyebilirdin ki’ demek düşer. Beni asıl üzen ise, maalesef içimizdeki müstevliler dışında kalan ve Atatürkçü, milliyetçi geçinen, aslında tam bağımsız olması gereken birçok aydının(!) hala Amerikancı olduğudur. Bunların birçoğu da çocuklarını, ABD de okutmak için avuç dolusu paralar dökerek, onların birer ABD misyonerine dönüşmelerine iftiharla göz yumarken, acaba ne düşünürler. 

Kendi çocuklarını bile iğdiş eden ABD eğitiminden nasıl bir milli fayda umarlar, acaba bu umutları da var mıdır, işin bu tarafı da belli değildir. Ve gerçekten orada eğitim almış olanların kaç tanesi, ABD emeklisi olmadan tekrar yurtlarına geri dönmüşler ve ülkelerine faydalı olabilmişlerdir?


            Bu arada bizi rahatsız eden hususlardan da bahsetmek zorundayım. Sözcü gibi Kemalist, bağımsız milliyetçi perspektifte olduğuna inandığımız bir gazete ‘Putin arkasında’ diye acele ve önyargılı bir başlık atarken; Esad’a CIA’nın mal ettiği zehir gazı olayının da arkasında olduğunu ve Putin’in ABD’nin illegal saldırısını desteklediği anlaşılacağı algısını, taraflı oluşturduğunun, nasıl farkında olmaz diye düşündük, o gazetenin okurları olarak.

           Yetmedi, Baykal’ın ‘denize süpürürüz’ ifadesiyle ‘evet’ diyecek olanları da kastetmiş olacağı algısının, ifade eksikliği ile kazara yaratılmış olacağı nasıl atlanırdı. Üstüne üstlük, önyargılı olarak ABD saldırısını ‘destekliyoruz’ mesajıyla, adeta özgün bir ülkeye saldıran ABD teröristini onurlandıran CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun bu ürküten tarafgirliği, diğerlerinden daha az masum değildi. 

            Aman beyler siz siz olun, hele de bu günlerde en küçük hatalarınızın bile ileride büyük pişmanlıklara dönüşebileceğini sakın ola biran dahi aklınızdan çıkarmayın. İrticalen konuşmak iyidir; ama her sözü iki defa düşünmek, bilhassa da bir siyasetçi için çok daha iyidir. Konumlarınıza yakışır dikkatli beyanlarda bulunun lütfen. 

            Unutmayın ki bulunduğunuz pozisyonlarınızı, ballı Vekilliklerinizi bile vatandaşlarınıza yani hatalarınıza rağmen size güvenmek isteyen ‘HALK’ınıza borçlusunuz. Halkınızı sakın ahmaklar olarak görmeyin. Ve kendileri için her türlü aşağılığın mubah olduğu seviyesizlerin derekesine ise asla düşmeyin. Çünkü onlar ufaldıkça siz büyürsünüz…


Hatalar insana özgüdür. Mühim olan, hatalarına rağmen insan kalabilmektir. Hatalar kumaşını dokuyup üstüne kefen yapmışlara ise söylenecek söz yoktur. Kulaklarından tutup arka kapı gösterilir onlara sadece. Çünkü ön kapılar sadece insanlar için yapılır. Tıpkı kaldırımlar gibi. İşte insan olamayanları veya öyle kalamayanları arka kapınızın önüne koymak için de, 16 Nisan günü hayırlarınıza ihtiyaç vardır. 

Esasen hayır işlemenin bir karşılığı da, düşküne karşılıksız bağış yapmak değil midir? Ve 15 yıldır bütün milli varlığınıza, müktesebatınıza rağmen, aslında kendileri oldukları halde, sizi anavatanınızda asalak gibi yaşatanlara elbette verilecek, hak ettikleri bir cevabınız da olmalıdır…

Bu yazımda neden, niçin, anayasanın (a) maddesi, (b) maddesi, ‘neden hayır demek zorundasınız’ gibi ifadeler kullanmak istemiyorum. Tamamen vatandaş diliyle başka şeyler söylemeye çalışıyorum.

Bakın ya yolun sonunda ya da yeni bir doğuşun başındayız. Ya milli varlığımıza kastedenleri kulaklarından tuttuğumuz gibi arka kapımızın dışına oturtacak ya da onlara kul olarak, Osmanlı ümmetinden bile beter edilip, heder olacağız. Bunun kararı da bize kalmıştır artık. 

Yüce Atatürk’ün kutsal emaneti olan, koca Türkiye Cumhuriyeti Devletinin nasıl olup da puntasızlar eliyle bu duruma getirildiğini düşündükçe hırs ve üzüntümden elim titriyor, kendi yazımı bile okuyamıyorum. Allahtan ki klavyede temize çekeceğim.

Şayet yanılıp ta evet diyecek olurlarsa, azgın Bizon sürülerinin toynakları altında narin kır çiçekleri gibi kalacak olan vatandaşlarıma, normal konuşurken bile bağırmaktan kısılmış sesimle haykırıyorum: Ulvi Türk kimliğinize göktaşları kadar uzak kalan müstevli soytarıları ve işverenlerini susturun ebediyen artık. 

O halde uyanın biran önce, çiçek tarlalarınızdaki münferit uykularınızdan. Bürünün o heybetli kimliğinize 16 Nisan’da ve sandık başında. Orada ne yapacağınızı da iyi biliyorsunuz artık Emmilerim o halde. Ha şayet ‘hayırlar’ korkusuyla Trump ile acele sahneye konan, sanal seferî(!) bir skeç bahane edilip, Referandum bir başka Bahara ertelenmemişse…

                                                                                               Serendip Altındal



3 Nisan 2017 Pazartesi

KABADAYI..


            Abdullah Gül’ü de tarih, makûs AKP dönemiyle birlikte sahne alan kara siyasiler arasında arşivleyecektir mutlaka. Ne var ki bu zat durdu durdu sonunda Turnayı da gözünden vurdu demeyi de, bir şerh olarak kronolojiye ilave etmeyi unutmayacaktır muhtemelen. Çünkü Referandum konuşması yapmak saikıyla Kayseri’ye gelecek olan Cumhurbaşkanı ve Başbakanın birlikte yürütecekleri orta oyununa destek vermeyeceğini söyleyen Gül, hemşerilerine bir hayırlı mesaj vermiş olmaktadır. Ve AKP içindeki bütün hayırcıların ya da ürkek ceylanların da halen örtülü Başkanları olduğunu beyan etmiş olmaktadır da beraberinde.

            Diğer yanda nafile de olsa, dayılığı bir türlü elden bırakmayan Erdoğan, Kabadayılıkla Külhanbeylik arasındaki galiz farkın da farkında değildir aslında. Kefenim sırtımda derken, zırhıyla dolaştığını ima ediyordu herhalde. Öyle ya kendisi, paralarını vergilerimizle ödediğimiz sayısız özel korumayla bahçeye hava almaya bile birlikte çıkıyor. Ötede gariban Kılıçdaroğlu, böyle rakip bir tek adam sultasında bile tek tabanca, bağrı açık dolaşıyor, üstüne de Diktatöre tavır koyuyor her gittiği yerde.  Şimdi hangisi kefen taşıyormuş gerçekte. Erdoğan’ın peşinden gidenlerin parasal büyük menfaatleri olan uyanıklarının dışındakilerin, Kabadayı ile Külhanbeyi arasındaki büyük farkın bilincinde olmadıkları da ortadadır.

            Erdoğan’ın çakma Kabadayılığı bana gençliğimde okuduğum Refi Cevat Ulunay’ın Sayılı Fırtınalar yapıtının, Hristantos adlı İstanbul’u haraca kesen Rum Külhanbeyini anımsattı. Adam hava atmak için Beyoğlu’nda yalnız dolaştığı algısı oluştururken, caddenin iki tarafında, önünde ve arkasında yürüyen, kendisini merminin etki mesafesinde takip eden, en az bir düzene adamı tarafından koruma altında tutuluyordu. Kendini İstanbul’un Kralı sanan külhanı, Osmanlı Kabadayısı olan bir Komiser tek başına Kasımpaşa’da ki bahçeli evinde, iki elindeki silahlarıyla üstüne takır takır mermi saydırırken haklamıştı. Adamları ise daha önceden Zaptiye güçleri tarafından halledilmişlerdi. Şimdilerde izlediğiniz çakma dizilerin aslı yani.

            Türk Milleti geleneğine uygun olarak daima Kabadayı ruhu taşıyan adamların peşinden gider, tıpkı Atatürk gibi. Esasen Kabadayı önce adil, korkusuz, harama el uzatmayan ve hep güçsüzün himayesinde olan adamdır. Varlığı ile yokluğu asla belli değildir. Ama bir de var olursa, varlığı muhteşem olur. Silahını nefsi müdafaa dışında asla kullanmaz. Hele taammüden cinayet, kendisi için bir tabudur. Külhanbeyi ise önce palavracıdır, kendisini ağırdan satar, astığı astık, kestiği kestiktir, önüne gelene hava atar, tavır koyar ve her taşın altından çıkar. Keştir, gasp, soygun, tecavüz ve her türlü melanet ile bütünleşiktir. Menfaati için anasını bile satar. Yani gerçek bir bugünkü liboş tipidir.
                         
§ Refi’ Cevat Ulunay da Sayılı Fırtınalar adlı romanında kabadayılık ve külhanbeyliği “gelenek” olarak açıklar.33 İstanbul kabadayılarının kahvehanelerde ve diğer mekânlarda kadın, onur, haraç gibi nedenlerle yaptıkları kavgaları, cinayetleri, yaralamaları anlatan Ulunay’a göre, kabadayılık ile külhanbeylik birbirinden farklıdır. Yazarın belirttiğine göre, kabadayılar, kendilerine “külhan bey” denilmesinden hoşlanmazlardı. Kabadayılık bir tür “şehir şövalyeliği’ydi. Bu şövalyeliğin kendine özgü yasaları, “raconları vardı”. Yazar, kabadayıların özelliklerini sayarken, “beydir, efendidir, ağadır”, yanında “birbirlerine hürmet ederler, bu hürmete layık olmaya çalışırlar” gibi olumlu sıfatlar kullanır.34 Ulunay daha da ileri giderek kabadayılar hakkında şunları söylemekteydi:
Bu adamlar kendi terbiyelerine göre, adetleri ve ülfetleri ile koydukları kaidelere riayete mecburdurlar. Zayıfı, bilhassa ırz ehlini himaye ederler, çizdikleri yoldan ayrılmamaya dikkat ederler. Çünkü muhitlerinin onlara verdiği bazı hakları ayakaltına alırlarsa şöhretlerini kaybedeceklerinden korkarlar. (...) Çoğu cahildir, fakat terbiyeli adamlardır, büyüklerin muhitinde bulundukları zaman kendilerine söz düşmezse ağızlarını açmazlar.35  (Eşkıyalar, Kabadayılar, Külhanbeyiler ve Silah Toplama – Yrd. Doç. Dr. Serdar Öztürk, Gazi Üniversitesi)


Bu konuda bizatihi yaşadığım sayısız anımdan birini de sizinle paylaşabilirim. Rahmetli babam Cavit Altındal, BJK’mızın ilk resmi lig şampiyonu takımının da liberosu (santraf) ve takım kaptanıydı. BJK ile sembolleşen Baba Hakkı’yı da A takımına kazandırmıştır. Ayrıca TC memuru olduğu için ismini taşımadan, Kasımpaşa Kulübünü de (KSK) arka planda kurmuştur. Bir lakabı ‘Kaptan’, diğeri ‘Bahriyeli Cavit’ idi. Baba Hakkı da kendisine hep kaptan derdi zaten. 6-7 yaşlarında idim, o zaman Bakırköy-İstanbul da oturuyorduk. Çok sevdiğimiz dadımızın büyük kızının da belalı (Külhanbeyi) bir kocası vardı kendisi kaptandı ve alkolikti. Her sefer dönüşünde içip muhtelif vesilelerle karısını dövdüğünü duyardık.

O zamana kadar talep olmadığı için babamın da bir müdahalesi olmamıştı. Yine böyle bir sefer dönüşünde boşuna dayak yememek için karısı ‘yine sarhoştur, hiç olmazsa aklı başına gelince eve giderim’ düşüncesiyle o gece bizdeki annesinin yanına sığınmıştı. Ve muhtemelen de babamın himayesine girmek istemişti. Neticede adam evimize geldi kapımıza dayandı. Sarhoşluğu belliydi ve yarı naralı karısına seslendi. Hemen babam çıktı, bende merakla arkasından tabii. Annem dâhil hanımlar içerde kaldılar. Babam adama ne istediğini sordu. O paldır küldür, küfreder gibi karısını istediğini söyledi.

Babam kendisine, bu şekilde, himayesinden kadın alamayacağını, sabah kalkıp efendi gibi gelerek bu işi yapmasını lisanımünasiple tavsiye etti. Babamın da bir 6.35 Alman Stayer’i vardı tabii; ama hiç taşıdığını görmedim. Bunun üstüne adam iki basamak mermer merdiveni çıktı terasta duran babamın üstüne doğru yürüdü. İşte o zaman hep duyduğum; ama hiç görmediğim destekli Osmanlı tokadının ne olduğunu da öğrenmek zorunda kaldım. Babamın aşağıdan yukarıya doğru, kendisinden bir kafa boyu daha yüksek iri yarı adamın suratına, şimşek gibi çarpan sağ tokadı, inanın o koca adamın ayaklarını yerden kesip onu sırt üstü ön bahçeye savurmuştu. Böyle bir sahneyi o zaman henüz filmlerde bile görmemiştim.

Yerde yatan adamın, iniltilerle babama ‘bana mı Cavit Bey’ dediğini hatırlıyorum sadece. Babam da ona ‘evet sana, yarın gel efendi gibi al karını git’ demişti. Adam şayet silahına davransaydı ne olurdu? Arkasını düşünmek bile istemezdim. Netice de adam tıpış tıpış evinin yolunu tuttu. Ertesi sabah efendi gibi tıraşını olmuş, eli yüzü düzgün, takım elbiseli ve kravatlı; ama bu defa narasız, süklüm püklüm yine kapımızda bitmiş özür ve minnet dileyerek karısını alıp gitmişti. 

Sonra da onlardan herhangi bir şikâyet duyduğumu hatırlamıyorum zaten. Allah razı olsun gani gani Rahmet eylesin, iyi ki bana Kabadayılığın ne olduğunu bizzat öğreten, Kuvayı Milliyeci, gerçek mütevazı bir babam varmış. Her ne kadar bir babam olamasam da, adam gibi yaşamaya o sayede özen gösterdim. Böyle de olduğuma inanıyorum, çok şükür.

Sayılı Fırtınaları Erdoğan’ın da okumasında fayda vardır. Çünkü herkes her şeyi bilemez. Ne ki geç te olsa öğrenebilir. Neticede yaşam, ömür boyu yeni bir şeyler öğretmez mi faniye. Seçmenlerin bilhassa da eğitimsiz ve kararsız olanları da bu kitabı keşke okuyabilseler. Büyük bir keyif almanın dışında dünya görüşleri de değişirdi kesin. Ve kimlere lider diyeceklerinin daha bir farkında olurken, ülkelerine de büyük bir HAYIR işlemiş olurlardı. Hoş Referandumun hayırlı sonucu, Türk’ün ülkesinde kimin Kabadayı olduğunu, yine sokacaktır sadece bu neviden külhanların değil; ama yedi düvelin gözüne de bir kere daha nasıl olsa.


            Fırat Kalkanı durdu da ne oldu? Terör mü bitti? Yoksa Kürt koridoru mu engellendi. Aslında ABD ve Rusya desteğiyle yurdumuzdan - şayet Referandumdan ‘evet’ çıkmasının hemen ertesinde - Federal bir Kürdistan çıkarmak üzere hudutlarımızda yığınlaşan terörist atıkları, aslında Güneydoğu’muzun yanında metropollerimize de, daha fazla yoğunlaşacak hale getirildiler.  Hollanda’dan uluyan Verheugen gibi emperyalist çakallarının ‘Türkiye’de mermi bile atmadan rejim değiştiriyoruz’ yaftalı ortak payda altında iştiyakla Referandum sonucunun ‘evet’ çıkmasını beklediklerini biliyoruz.

Bu durumda ise milletimiz tarafından Federalleşmeye karşı çıkılması halinde, bu öngörüyle hudutlarımıza bilhassa yığdıkları köpeklerini, vatanımızı bölmek üzere, arka destekle üstümüze salacaklarını da yadsımıyoruz kuşkusuz. Ve iyi biliyoruz ki mermilerini o zamana saklamaktadırlar. Çünkü üstümüze dolaysız gelmeye yürekleri yetmez. Yine de yer yer mahalli provokasyonlarla ön hazırlık içine girmişlerdir bilindiği gibi de. Ve beklerler ki biz birbirimize girelim.

Siz hala başarılı olduk diye sallayın durun. Bak yine döndük geldik Kabadayılığa. Söyleyin bakalım bu mu şimdi Kabadayınız ve kabadayılık anlayışınız. Bırakın kukurikiyi de güldürmeyin insanı. Gücünüz namuslu, ahde vefa sahibi, adam evladı vatandaşınıza yeter ancak. Ne ki bunun da bir sonu var elbette. Önce HAYIRLI bir Referandumu arkada bırakalım da ondan sonra…


Bitirirken son günlerde gece yatarken alışkanlık haline getirdiğim bir duayı okumadan geçemeyeceğim: Tanrım ‘evet’ çıkarsa biz ‘hayır’ diyenleri boş ver çünkü biz nasıl olsa vicdan huzuru içinde olacağız; ama tüm ‘evet’ oyu kullanmışların, birkaç gün içinde büyük bir hüsranla ‘ulan biz ne bok yedik’ diye feveran ederek, ileride yaşayacakları vicdan azabıyla ruh sağlıklarını kaybetmelerine, bu Referandumu vesile kılma; milletin ve seçmenlerini iğdiş eden müstevlilerin de gelecek nesillerinin günahsız sabilerini merhametine al, onlara böylesi bir amorali gösterme, bu çürüğü yedirme Yarabbi…

                                                                                                                                                                                                                                            Serendip Altındal