Abdullah Gül’ü de tarih, makûs AKP
dönemiyle birlikte sahne alan kara siyasiler arasında arşivleyecektir mutlaka.
Ne var ki bu zat durdu durdu sonunda Turnayı da gözünden vurdu demeyi de, bir
şerh olarak kronolojiye ilave etmeyi unutmayacaktır muhtemelen. Çünkü
Referandum konuşması yapmak saikıyla Kayseri’ye gelecek olan Cumhurbaşkanı ve
Başbakanın birlikte yürütecekleri orta oyununa destek vermeyeceğini söyleyen
Gül, hemşerilerine bir hayırlı mesaj vermiş
olmaktadır. Ve AKP içindeki bütün hayırcıların ya da ürkek ceylanların da halen
örtülü Başkanları olduğunu beyan etmiş olmaktadır da beraberinde.
Diğer yanda nafile de olsa, dayılığı
bir türlü elden bırakmayan Erdoğan, Kabadayılıkla Külhanbeylik arasındaki galiz
farkın da farkında değildir aslında. Kefenim sırtımda derken, zırhıyla
dolaştığını ima ediyordu herhalde. Öyle ya kendisi, paralarını vergilerimizle
ödediğimiz sayısız özel korumayla bahçeye hava almaya bile birlikte çıkıyor. Ötede
gariban Kılıçdaroğlu, böyle rakip bir tek adam sultasında bile tek tabanca,
bağrı açık dolaşıyor, üstüne de Diktatöre tavır koyuyor her gittiği yerde. Şimdi hangisi kefen taşıyormuş gerçekte.
Erdoğan’ın peşinden gidenlerin parasal büyük menfaatleri olan uyanıklarının dışındakilerin,
Kabadayı ile Külhanbeyi arasındaki büyük farkın bilincinde olmadıkları da ortadadır.
Erdoğan’ın çakma Kabadayılığı bana gençliğimde
okuduğum Refi Cevat Ulunay’ın Sayılı Fırtınalar yapıtının, Hristantos adlı İstanbul’u
haraca kesen Rum Külhanbeyini anımsattı. Adam hava atmak için Beyoğlu’nda
yalnız dolaştığı algısı oluştururken, caddenin iki tarafında, önünde ve
arkasında yürüyen, kendisini merminin etki mesafesinde takip eden, en az bir
düzene adamı tarafından koruma altında tutuluyordu. Kendini İstanbul’un Kralı
sanan külhanı, Osmanlı Kabadayısı olan bir Komiser tek başına Kasımpaşa’da ki bahçeli
evinde, iki elindeki silahlarıyla üstüne takır takır mermi saydırırken haklamıştı.
Adamları ise daha önceden Zaptiye güçleri tarafından halledilmişlerdi. Şimdilerde
izlediğiniz çakma dizilerin aslı yani.
Türk Milleti geleneğine uygun olarak
daima Kabadayı ruhu taşıyan adamların peşinden gider, tıpkı Atatürk gibi.
Esasen Kabadayı önce adil, korkusuz, harama el uzatmayan ve hep güçsüzün
himayesinde olan adamdır. Varlığı ile yokluğu asla belli değildir. Ama bir de
var olursa, varlığı muhteşem olur. Silahını nefsi müdafaa dışında asla
kullanmaz. Hele taammüden cinayet, kendisi için bir tabudur. Külhanbeyi ise
önce palavracıdır, kendisini ağırdan satar, astığı astık, kestiği kestiktir, önüne
gelene hava atar, tavır koyar ve her taşın altından çıkar. Keştir, gasp,
soygun, tecavüz ve her türlü melanet ile bütünleşiktir. Menfaati için anasını
bile satar. Yani gerçek bir bugünkü liboş tipidir.
§ Refi’ Cevat Ulunay da Sayılı Fırtınalar adlı romanında
kabadayılık ve külhanbeyliği “gelenek” olarak açıklar.33 İstanbul kabadayılarının kahvehanelerde ve diğer mekânlarda kadın,
onur, haraç gibi nedenlerle yaptıkları kavgaları, cinayetleri, yaralamaları
anlatan Ulunay’a göre, kabadayılık ile külhanbeylik birbirinden farklıdır.
Yazarın belirttiğine göre, kabadayılar, kendilerine “külhan bey” denilmesinden
hoşlanmazlardı. Kabadayılık bir tür “şehir şövalyeliği’ydi. Bu şövalyeliğin
kendine özgü yasaları, “raconları vardı”. Yazar, kabadayıların özelliklerini
sayarken, “beydir, efendidir, ağadır”, yanında “birbirlerine
hürmet ederler, bu hürmete layık olmaya çalışırlar” gibi olumlu sıfatlar
kullanır.34 Ulunay daha da ileri giderek kabadayılar
hakkında şunları söylemekteydi:
Bu adamlar kendi terbiyelerine göre, adetleri ve ülfetleri ile
koydukları kaidelere riayete mecburdurlar. Zayıfı, bilhassa ırz ehlini himaye
ederler, çizdikleri yoldan ayrılmamaya dikkat ederler. Çünkü muhitlerinin
onlara verdiği bazı hakları ayakaltına alırlarsa şöhretlerini
kaybedeceklerinden korkarlar. (...) Çoğu cahildir, fakat terbiyeli adamlardır,
büyüklerin muhitinde bulundukları zaman kendilerine söz düşmezse ağızlarını
açmazlar.35 (Eşkıyalar, Kabadayılar, Külhanbeyiler ve Silah Toplama – Yrd. Doç. Dr.
Serdar Öztürk, Gazi Üniversitesi)
Bu
konuda bizatihi yaşadığım sayısız anımdan birini de sizinle paylaşabilirim.
Rahmetli babam Cavit Altındal, BJK’mızın ilk resmi lig şampiyonu takımının da
liberosu (santraf) ve takım kaptanıydı. BJK ile sembolleşen Baba Hakkı’yı da A
takımına kazandırmıştır. Ayrıca TC memuru olduğu için ismini taşımadan, Kasımpaşa
Kulübünü de (KSK) arka planda kurmuştur. Bir lakabı ‘Kaptan’, diğeri ‘Bahriyeli
Cavit’ idi. Baba Hakkı da kendisine hep kaptan derdi zaten. 6-7 yaşlarında
idim, o zaman Bakırköy-İstanbul da oturuyorduk. Çok sevdiğimiz dadımızın büyük
kızının da belalı (Külhanbeyi) bir kocası vardı kendisi kaptandı ve alkolikti.
Her sefer dönüşünde içip muhtelif vesilelerle karısını dövdüğünü duyardık.
O
zamana kadar talep olmadığı için babamın da bir müdahalesi olmamıştı. Yine
böyle bir sefer dönüşünde boşuna dayak yememek için karısı ‘yine sarhoştur, hiç
olmazsa aklı başına gelince eve giderim’ düşüncesiyle o gece bizdeki annesinin
yanına sığınmıştı. Ve muhtemelen de babamın himayesine girmek istemişti.
Neticede adam evimize geldi kapımıza dayandı. Sarhoşluğu belliydi ve yarı
naralı karısına seslendi. Hemen babam çıktı, bende merakla arkasından tabii.
Annem dâhil hanımlar içerde kaldılar. Babam adama ne istediğini sordu. O paldır
küldür, küfreder gibi karısını istediğini söyledi.
Babam
kendisine, bu şekilde, himayesinden kadın alamayacağını, sabah kalkıp efendi
gibi gelerek bu işi yapmasını lisanımünasiple tavsiye etti. Babamın da bir 6.35
Alman Stayer’i vardı tabii; ama hiç taşıdığını görmedim. Bunun üstüne adam iki
basamak mermer merdiveni çıktı terasta duran babamın üstüne doğru yürüdü. İşte
o zaman hep duyduğum; ama hiç görmediğim destekli Osmanlı tokadının ne olduğunu
da öğrenmek zorunda kaldım. Babamın aşağıdan yukarıya doğru, kendisinden bir
kafa boyu daha yüksek iri yarı adamın suratına, şimşek gibi çarpan sağ tokadı,
inanın o koca adamın ayaklarını yerden kesip onu sırt üstü ön bahçeye
savurmuştu. Böyle bir sahneyi o zaman henüz filmlerde bile görmemiştim.
Yerde
yatan adamın, iniltilerle babama ‘bana mı Cavit Bey’ dediğini hatırlıyorum
sadece. Babam da ona ‘evet sana, yarın gel efendi gibi al karını git’ demişti.
Adam şayet silahına davransaydı ne olurdu? Arkasını düşünmek bile istemezdim.
Netice de adam tıpış tıpış evinin yolunu tuttu. Ertesi sabah efendi gibi tıraşını
olmuş, eli yüzü düzgün, takım elbiseli ve kravatlı; ama bu defa narasız, süklüm
püklüm yine kapımızda bitmiş özür ve minnet dileyerek karısını alıp gitmişti.
Sonra da onlardan herhangi bir şikâyet duyduğumu hatırlamıyorum zaten. Allah
razı olsun gani gani Rahmet eylesin, iyi ki bana Kabadayılığın ne olduğunu
bizzat öğreten, Kuvayı Milliyeci, gerçek mütevazı bir babam varmış. Her ne
kadar bir babam olamasam da, adam gibi yaşamaya o sayede özen gösterdim. Böyle
de olduğuma inanıyorum, çok şükür.
Sayılı
Fırtınaları Erdoğan’ın da okumasında fayda vardır. Çünkü herkes her şeyi
bilemez. Ne ki geç te olsa öğrenebilir. Neticede yaşam, ömür boyu yeni bir
şeyler öğretmez mi faniye. Seçmenlerin bilhassa da eğitimsiz ve kararsız
olanları da bu kitabı keşke okuyabilseler. Büyük bir keyif almanın dışında
dünya görüşleri de değişirdi kesin. Ve kimlere lider diyeceklerinin daha bir
farkında olurken, ülkelerine de büyük bir HAYIR işlemiş olurlardı. Hoş
Referandumun hayırlı sonucu, Türk’ün ülkesinde
kimin Kabadayı olduğunu, yine sokacaktır sadece bu neviden külhanların değil;
ama yedi düvelin gözüne de bir kere daha nasıl olsa.
Fırat Kalkanı durdu da ne oldu?
Terör mü bitti? Yoksa Kürt koridoru mu engellendi. Aslında ABD ve Rusya
desteğiyle yurdumuzdan - şayet Referandumdan ‘evet’ çıkmasının hemen ertesinde
- Federal bir Kürdistan çıkarmak üzere hudutlarımızda yığınlaşan terörist
atıkları, aslında Güneydoğu’muzun yanında metropollerimize de, daha fazla
yoğunlaşacak hale getirildiler. Hollanda’dan
uluyan Verheugen gibi emperyalist çakallarının ‘Türkiye’de mermi bile atmadan
rejim değiştiriyoruz’ yaftalı ortak payda altında iştiyakla Referandum
sonucunun ‘evet’ çıkmasını beklediklerini biliyoruz.
Bu
durumda ise milletimiz tarafından Federalleşmeye karşı çıkılması halinde, bu öngörüyle
hudutlarımıza bilhassa yığdıkları köpeklerini, vatanımızı bölmek üzere, arka
destekle üstümüze salacaklarını da yadsımıyoruz kuşkusuz. Ve iyi biliyoruz ki
mermilerini o zamana saklamaktadırlar. Çünkü üstümüze dolaysız gelmeye
yürekleri yetmez. Yine de yer yer mahalli provokasyonlarla ön hazırlık içine
girmişlerdir bilindiği gibi de. Ve beklerler ki biz birbirimize girelim.
Siz
hala başarılı olduk diye sallayın durun. Bak yine döndük geldik Kabadayılığa.
Söyleyin bakalım bu mu şimdi Kabadayınız ve kabadayılık anlayışınız. Bırakın
kukurikiyi de güldürmeyin insanı. Gücünüz namuslu, ahde vefa sahibi, adam
evladı vatandaşınıza yeter ancak. Ne ki bunun da bir sonu var elbette. Önce HAYIRLI bir Referandumu arkada bırakalım da ondan
sonra…
Bitirirken
son günlerde gece yatarken alışkanlık haline getirdiğim bir duayı okumadan
geçemeyeceğim: Tanrım ‘evet’ çıkarsa biz ‘hayır’ diyenleri boş ver çünkü biz
nasıl olsa vicdan huzuru içinde olacağız; ama tüm ‘evet’ oyu kullanmışların,
birkaç gün içinde büyük bir hüsranla ‘ulan biz ne bok yedik’ diye feveran ederek,
ileride yaşayacakları vicdan azabıyla ruh sağlıklarını kaybetmelerine, bu
Referandumu vesile kılma; milletin ve seçmenlerini iğdiş eden müstevlilerin de
gelecek nesillerinin günahsız sabilerini merhametine al, onlara böylesi bir
amorali gösterme, bu çürüğü yedirme Yarabbi…
Serendip
Altındal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder