30 Kasım 2011 Çarşamba

YASA TEKLİFİ..

            İsterseniz önce bir yasa teklifi ile başlayalım. Sekiz yıllık (ilk – orta) temel eğitimi olmayan vatandaşların seçme ve seçilme hakkını kaldıralım. Bunun nedenini tartışmak veya açıklamaya kalkışmak bile bizim ülkemizde, abesle iştigal etmek demek olacaktır. Zira önce seçim sonuçlarına sonra da yaşadığımız demokratik(!) güncelimize bakarsak, bunun cevabını açık olarak görürüz.
            Çağdaş olmak veya köklerinden koparılmış birilerinin iddia ettikleri gibi batılı(!) olmak için, önce çağdaş demokrasinin ne olduğunu bilmek, onu uygulamak ve böyle bir ortama sırıtmadan da uyum sağlayabilmek gerekmektedir. Bunun için de önce bahsi geçen ortamın vücut bulabilmesi için, ekseriyeti SEÇMEN vasfını taşıyabilen BİREYLERDEN oluşan bir toplum olma mecburiyeti vardır. Görüldüğü gibi bu şartlar, yani medeni olmak, bir zincirin halkaları gibi birbirlerini tamamlayan mecburiyetler manzumesidir. Yoksa bahsedilen çağdaşlık, ülkesinde bu şartların olmadığını çok iyi bilenlerin(!) savurduğu yalan olarak kalır, yani sanaldır ve rüzgârla da ıslık çalar.

            Batılı olmak veya olmamak! İşte soru budur. Shakespeare bugün yaşasaydı, adı da mesela bizim Şemsi olsaydı, herhalde böyle diyecekti. Herkesten önce Anadolu’ya gelmişiz. Batı ve doğu medeniyetlerinin buluştuğu köprüye, zaten batılı değilmiydik ya da ne zaman batılılıkla bir sorunumuz oldu. Cumhuriyetten önce de, sonra da, buna uygun bir misal mevcut değildir. Batılı olmakla, medeni olmak farklı şeylerdir aslında.
            İleri görüşlü Atatürk, Avrupanın göbeğinde benim gibi yıllarca yaşamak mecburiyetinde kalmadan farkında olmuştu, Türk kimliğinin erdeminin. Bana ise, Avrupanın göbeğinde yaşanmış yıllarla örtüşen bizatihi tecrübelerimle, hem de kurmayları içinde, bir sistem planlama bilgi işlemcisi olarak, tanıdığım insanların çoğundan, değil eksiğim ama fazlam olduğuna bizzat tanık olarak, aziz atayı teyit etmek düşüyor bugün. Hoş oralarda ki arkadaşlara da, şakayla karışık sizlerden daha iyi bir Alman vatandaşı (ki değilim) değilmiyim diye sorduğumda, bana itiraz eden de olmamıştı zaten. Kendi adıma Avrupalı olmak veya olmamak sorunum hiç olmadı ki, bunun ne olduğunu bile anlamakta zorlanıyorum.
            Ayrıca biz Türklerin tarihlerinde, yukarda belirttiğim gibi, hiçbir zaman böyle bir sorunları da asla olmamıştı. Bugün de dünyanın her köşesinde, Türk kimliğimin bizatihi onur ve gururuyla, daha da yükselen ve dik duran başımla, omuzlarımı gererek yaşarım. Bu konuda bizatihen yaşadığım daha çok şey de söyleyebilirim. Ama onlarda bana kalsın. Zira bu fasıl, bir sayfalık edebiyatı çok aşar ve ayrı bir kitap konusudur. Yalnız bu vasıtayla, yüce Atatürkün de dediği gibi ‘onlar bizi çağırsın’ demek istiyor ve bize muhtaç olacakları o günlerin de kapıda olduğunun bilincinde olduğuma, dikkatinizi çekmek istiyorum.
           
             Öz eleştirimizi yaptığımızda nasıl bir toplum olduğumuz, içinde yaşamak zorunda bırakıldığımız katastropik ‘DEMOKRASİYİ’ oluşturan, katastropik ‘SEÇMEN PROFİLİ’ ile kendini göstermektedir esasen. Eliyle seçtiği hükümeti tarafından, bunca aşağılanmanın ve adam yerine konmamanın tek günahı, aslında seçilenden ziyade, onu kendisine layık gören seçmenindir.
            Buraya kadar söylediklerimizde anlaşabildiysek, yeni oluşturulmaya çalışılan anayasa da, ele alınması gereken ilk maddenin, yukarda ki sekiz yıllık temel eğitim mecburiyeti teklifimiz olması gerektiğinde de hemfikiriz demektir. Ve şayet tutarsa, bu yasanın kesin olarak ulusumuza büyük faydası olacaktır.
           
                                   Anladık batılı olalım
                                   Olalım da, ne yani
                                   Hicazkârla salsa mı yapalım
                                   Önce, özü sanaldan
                                    Altını bakırdan
                                   İbrişimi misinadan
                                   Danteli paçavradan
                                   İpekliyi pamukludan
                                   İkisi de mavi gözlü olsada
                                   Atamızı Johny Walkerden ayıralım
                                   Akıllı olalım da
                                   Öz değerlerimizin farkına varalım
                                   Ve sarımsaklı işkembe çorbamıza
                                   Avokado basmayalım
                                   Diyelimde bitirelim söylemi
                                   Ama son soruyu da kendimize soralım
                                   Kökten yolunmuş yaban kazlarına
                                   Acaba bir şey anlatabildik mi(?)
                                                                      
                                                                                                          Serendip Altındal

25 Kasım 2011 Cuma

AFİŞLER ÜZERİNE..

            Dersim yalanının neredeyse genosit’e dönüştürüldüğü bir ortamda, sevgili öğretmenimin güme getirilen anma gününü kendimce yaşamaya çalışırken, bir anım geldi aklıma. 
            70’li yıllarda, ailemle birlikte Almanya’da yaşadığımız dönemde, büyük kızımın okuduğu okulda, ilk defa bir aile toplantısına katılmıştım. Toplantının yapılacağı salona doğru Alman aileleri ile birlikte yürürken, bulunduğumuz koridorda,  duvara asılı koskoca ve neredeyse gözüme giren iki afişi görmemem imkânsızdı.
            Birinde ‘Türken Raus!’ – Türkler defolun! - diğerinde ise ‘WIR SIND DAGEGEN!’ – Biz buna karşıyız – yazıyordu. Bu kafama takılmıştı bir kere, toplantıda farklı konular konuşuldu ve bizlerde fikirlerimizi söyleyerek tartıştık. Bense, bu afişler konusu da muhtemelen gündeme gelir diye boşuna bekledim. Ne gezer, baktım ki toplantı sona eriyor, hemen okul müdüründen söz hakkı istedim ve orada bulunan müdür, eğitmen ve ailelere hitaben; Koridorda ki afişleri işaret ederek, şayet ciddiyseniz, iki afişi de kaldırın dedim. Bu ifadem belki bizler için hafif kalırdı ama Almanlar ve hem de eğitmen (pedagog) olanları için yeterinden de fazlaydı. Nitekim toplantının sonunda müdür yanıma gelerek haklı olduğumu, beni de ikna eden bir samimiyetle ifade ederek okulu adına özür diledi.
Bende kendisine teşekkür ederek kızım ve eşimi alıp oradan ayrıldım. Bu arada söylemeyi unutmayalım. Almanya da aile birliği toplantıları, ailelerin çay partisi olarak algılanmazlar. Okul Aile toplantılarında ana neden, çocuklarımız ve onların istikbali olduğu için bu toplantılarda önce çocukların bulunması gerekir. Öylede olur zaten, çocuklar, aileler ve öğretmenler bir arada, yüz yüze her şeyi açıkça tartışır ve yüzleşirler, yani gizli ya da konuşulmayan hiçbir şey kalmaz. Güzel değil mi? Darısı başımıza.

Ne ki, kendi Ulusal güvenlikleri söz konusu olduğunda, yabancı yoğunluğunun giderek arttığı tüm kalkınmış(!) ülkelerde, şüphesiz Almanya’da da, zaman zaman iyi niyetli, sağduyulu, ilim, irfan sahibi kişi ve kurumların akıl erdiremediği, derin(!) devlet ince ayarları çekilmektedir. Ve arada sırada birileri gizli bir düğmeye basarak, hafifinden en radikaline doğru giden, ırkçı eylemlere start vererek, en yoğun oldukları içinde önce Türklere, babalarının ülkesinde yaşamadıklarını ve kendilerine çeki düzen vermeleri gerektiğini hatırlatırlar. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi tekrar birileri stop tuşuna dokunuverir ve hep birlikte üzüntü(!) beyan etmeğe ve meclislerinde bile saygı duruşları(!) sergilemeye kalkarlar. Dolayısıyla bu gibi gösterileri de pek ciddiye de almamak gerekir.
Bu arada bütün tevazuumuza rağmen kendimizle gurur da duymalıyız. Çünkü ben Türkiye’de hiçbir okulda ve hatta sokaklarda bile, mesela ‘Kürtler Defolun’ diyen bir afişe rastlamadım şimdiye kadar. Alman müdür, benden okulu adına özür dilemişti. Çünkü bir pedagog olarak, ben de ilk görüşte bile infial yaratan bir afişe, her gün hem de Alman arkadaşlarının yanında tahammül etmek zorunda kalan kızımın, körpe dimağında oluşabilecek harabiyetin, ezikliğin o da farkındaydı.
Ne var ki, ilk temel eğitimlerini aile ortamında bizden alan kızlarımızın kişilik fundamentleri sağlam olduğundan, Türkiye’de de adaptasyon sorunu çekmeden, kendi kimlikleriyle hiçbir sorunları olmadan ve üniversitelerini de bitirerek, ahde vefa sahibi, sağlam birer Türk kadını olarak olgunlaştılar. Ve onlarla gurur duyuyoruz. Ebeveyn olarak bizim gibi emperyalist dünyanın göbeğinde bizatihen bunu gerçekleştirebilenlere, anavatanlarında yavrularını, kendi elleriyle çağlar gerisinde kalmış ÇAKALLARA yediren zihniyetin izahını yapamazsınız.

Kendi anavatanlarında, diğer meslektaşlarından çok daha zor ve sıkıntılı ortamlarda yaşam mücadelesi verirken, birde çocuklarımızı sağlam temeller üstünde vatansever, milli erdem ve onuruyla, özgün bireyler olarak eğitmek zorunda kalan sevgili öğretmenlerimizi, mücadelelerinde yalnız bırakmayıp, onlara yardımcı olmak zorundayız. Çünkü bu her şeyden önce çocuklarımızın, dolayısı ile de yurdumuzun gelecek müktesebatı adına olmazsa olmaz bir mecburiyetimizdir. İşte bunun için de ilk görev, onların ilk eğitmenleri olan anne ve babalarına düşüyor.

Gelin o halde, sevgili öğretmelerimizi kutlarken, ilk eğitmenlerimiz olan, sevgili anne ve babalarımızı da dışarıda bırakmayalım.

                                                                                              Serendip Altındal 

21 Kasım 2011 Pazartesi

MERKEZ BANKASI PARA BASMAMIŞ!!..

            Buyurun aşağıda size yine bir ibretlik ekonomi – kimin ekonomisi – dersi. Bizim İngiliz çıkartması Maliye Bakanı, EPC toplantısında küreselci patronlarının kendisine bellettikleri zırvaları, rolü gereği de başarıyla peş peşe sıralamış, gülmeye hazırlanın.

            Sanki senin ekonomik özerkliğin kalmış ve sanki sen artık olmayan milli ekonominin patronuymuşsun gibi. Sanki MB senin kontrol edebildiğin kendi ulusal merkez bankanmış. Ve sanki sen, gerektiği zaman bile ulusal mali dengeyi sağlamak adına, para basabilirmişsin gibi, sallamışta sallamış birader. Hani biz de yedik doğrusu. Senin emisyon iznin var mı? Senin üretici, tüketici endeksini, milli ekonomi lehine revize edebilme yetkin var mı acaba?
            Sen ihracat endeksli ve ithalat borçları asgariye indirilmiş bir milli ekonomiyi, değil sağlamak acaba gündeme bile taşıyabilirmisin, Maliye Bakanı(!) olduğun bu ülkede. Ve sen bu ülkede, şayet patronların izin vermezse, Maliye Bakanı olarak acaba nefes bile alabilirmisin. Para basmadık deyipte vatandaşını kandırma bari. Zaten basamazsın.
            Bende kime, ne söylüyorum ki. İşin de bu değil mi esasen. Seni bunun için majestelerin bu göreve atamadı mı? Ha bak, yüksek maliyetli dış borçların artsın diye, parayı basamazsın ama piyasadan çekersin. Borcu nasıl olsa sen ödemeyecek ve katmerli maaşını almaya devam edeceksin. Borcu altında ki, milletim(!) – kimin milleti - dediğin gariban düşünsün.
            Bu da senin formatınla tam örtüşüyor esasen. Parayı basmadık ama kastık diyorsan bak orda da haklısın işte. Ayrıca Makro finans kaynaklarını da sağlama almışsın. Tabii ne demezsin. Küresel kaynaklı sıcak dolarlar(!) ve fonlar arkana tampon olmuşken, bir süre daha sırıtabilirsin. Ve de tek güvencen şimdilik budur zaten. ABD Merkez Bankası 7X24 saat ne iş yapıyor sanıyorsun.
            Seninde çok iyi bildiğin gibi, o karşılıksız paçavra dolarları sizlerden ve altımızda ki bahar zedelerden(!) başka alan da kalmadı artık bu dünyada. Hatta hilal i ahmere muhtaç majestelerin bile tenezzül etmiyor onlara, zira kendi hurdacı parası bile daha değerli. Sen gerçek anlamda Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Maliye Bakanı görevini temsil ettiğine sahiden inanıyormusun? Yoksa sende bize bunları anlatmaya çalıştın da, İngilizce düşündüğün için bizler mi anlayamadık. Lakin ne zamana kadar yedireceksiniz bunu vatandaşıma.

            İstersen, senin de bildiğini ben sana söyleyeyim ki, vatandaşım da duysun. Türkiye Cumhuriyetinin adı, bayrağı, Ulusal kimliği, devlet yapısı değişinceye, sizler mevcudiyetleriniz ve misyonlarınız gereği, küreselci sömürgecinin bedelini bize ödetinceye kadar. Ve en önemlisi de, ondan sonra, sana sırt çantası olan küresel destek, bizim gerimize girecek kazığa dönüşünce kopacak kızılca kıyamet asıl.
            Tabii sen o zaman hempaların gibi çoktan, dağların arkasında, gerçek vatanında ki bir delikte kaybolmuş olacaksın. Faturayı da senin değil ama benim yurttaşım ödemiş olacak. Sizler de bir taraflarınıza herhalde kına yakacak ve tarihin tüm şeref ve erdem yoksunlarının son bulduğu hıyanet bataklığında, emsalleriniz gibi boğulup yok olacaksınız.
            Neye kahrediyorum biliyormusun? Benim Türk Ulusum, Atatürk’le ebedileşen Çankayasından, Posof belediyesine kadar, bir zamanların parıltılı Arsenal’inin şimdi ise hurda mezarlığının bekçiliğini yapan 2,5 İngiliz’in hala tufasına getiriliyor ya, oysa sahte İngiliz güneşi çoktan batmışken. Ne desen haklısın. Çünkü Okyanus ötesinde ki göçmen yerleşkesinin çeribaşılığını bile, göbek bağı nedeniyle, bu eski adalı hergele yapıyor hala.
            Ama ben sadece, kabrinde kahırla yatan adamın hası, yüce Atatürk’üme yanıyor ve ona ağlıyorum. Ama çok iyi de biliyoruz ve o aziz muhtereme garanti ediyoruz ki, birlikte topuna birden basacağımız tekme günleri, yine tepelerin ardından yaklaşıyor. Ne var ki, bu herifler Türk evladının bu kadar sopasını yemiş yine de adam olamamışlardır.
            Ne denir ki bu izansızlara, siz bakmayın iki lafın arasında sokuşturdukları demokrasi(!) ve özgürlük palavralarına, dediklerine kendileri de inanmazlar. Barbar olmayan, sömürgeci ve de mazlum kanı emen vampir olabilir mi hiç. Başka yerde de arama, önce Amerikan özgürlükçülerinin(!) adalet isteyen kendi vatandaşlarına yaptıkları mezalime bak.
            Akıttıkları tavşankanı değil, mazlum yurttaşlarının kanı. Kendi vatandaşının kanını akıtan sana ne yapmaz. Hiç bu heriflerden dünyaya fayda gelir mi? Barbar oldukları için de sadece kaba kuvvetten anlarlar. Yani kaşındıkça basacaksın sopayı, çünkü bunların anladıkları tek dil ve aldıkları tek ilaç da budur. Rahmetli Atatürk de bunları iyi etüt etmiş ve yumuşak karınlarını tespit etmişti. O yüzden de onu ister istemez sayarlar fakat gerçek yüzlerini bütün dünyaya gösterdiği için de sevmezler aslında.

            İşte patronun olan küreselci eşkıyanın megalomanik ve depresiv dünyası, yukarda çizmeye çalışılandan farklı değildir aslında. Herifler mezara bile avuçlarında bir avuç toprakla girecekler, Ne yaparsın doğaları böyle. Bu arada, üyesi olduğun AKP hükümetinin bu olağanüstü ekonomik başarısının(!) tek sorumlu maliye patronu olmak, acaba seni hiç rahatsız etmiyor mu, hele onu da bir deyiverseydin keşke.
            Ne var ki herkes ‘SON’ u kendisine göre yazar ama her zaman tek bir gerçek ‘SON’ vardır ve o da tarih olur zaten. Bütün gidenler gibi, sizler de SONUNUZU göreceksiniz, hiç merak etmeyin. Tüm artı ve eksilerinizin envanterini son anda yapma fırsatınız olur İnşallah(!) Başka ne dileyelim ki size.

           §   Şimşek: AB krizine karşı B planı hazır
MALİYE Bakanı Mehmet Şimşek, Tuscon ve Avrupa Politika Merkezinin (EPC) düzenlediği Türkiye-AB İlişkileri konulu toplantıda konuşma yaptı. “Mali disiplini sürdürüyoruz; dalgalı kur sistemi Türkiyenin şokları absorbe etmesine önemli katkı sağlıyor. Kurdaki değişim önümüzdeki dönemde cari açığı olumlu etkileyecek. Makro finansal temellerimiz çok sağlam. AB krizine karşı Türkiye’nin her zaman için bir B planı var” diyen Şimşek şunlasöyledi:
Merkez, para basmadı çekti
“Kamu finansman dengeleri sağlıklı bankacılık güçlü, esnek kur sistemi var; bu da bize bir manevra alanı sağlıyor. Önümüzdeki dönemde Türkiye’ye küresel doğrudan yatırımların Avrupadaki sıkıntılara rağmen artacağını düşünüyorum. Türkiye gibi yüksek büyüme potansiyeline sahip bir ülkeye fon akışının devam edeceğine inanıyorum. Türkiye’ de TC Merkez Bankası, gelişmiş ülke merkez bankalarının aksine, para basmadı hatta son dönemde çekmeye başladı; bu anlamda Türkiye hazırlıklı ve ihtiyat.”  (Sözcü: 19.11.2011)
                                                                                                                                     
                                                                                                                                                      Serendip Altındal

18 Kasım 2011 Cuma

SAFAHAT MADALYALI UTANÇ BELGESELİ..

           Sefa pezevengi Abdülmecit 40 yıl düşünse, 88 yıllık Atatürk Cumhuriyetinde, bir gün tek başına gündeme oturacağını hayal bile edemezdi. Neymiş efendim, atamızı bırakıp dedemizi(!) anıyormuşuz. Hem de koca Osmanlı tarihinde bu kadar hamuru sağlam padişah varken. Allah Allah, işe bak sen. Anladık, birisi gündem diye uçurmayı seviyor ama bu kadar da olmaz ki, biraz daha alçaktan savur kendini rüzgâra be birader. Yoksa duvarlara, tepelere çarpıp vaktinden evvel tarumar olacaksın.
            Madem anacaktın önce İngiliz göçmeni Vahdettin babandan başlasaydın bari adamın kemikleri mezarında, efkârından amuda kalkacak. Yoksa arkadan onu da mı sıraya koydun(!). Ya da Abülmecit’in kerameti, emperyaliste biat etme döneminin başlangıcı olmasında mı yatıyor acaba? Ne dersin. Ne aile(!) evlere şenlik, tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş. Dedeli, babalı, evlatlı birbirlerine cuk oturuyorlar vallahi.
            Sanal da olsa Türkuaz renkli acıklı bir şaka bu, yer yer de Karagöz güldürüsü gibi. Önce Cumhuriyet bayramını ketenpereye getireceksin, arkadan Osmanlı sefa bahçelerinin altın çocuğu muhteşem (!) dedeni kutlayacaksın. Biliyormusunuz, insan bu kadar aptal olamaz aslında, muhtemelen bunun da arkasında şeytani başka bir melanet gizleniyor olmalı. Adamlarda okus pokus bol, her delikten ayrı renkte yazma çıkarıyorlar doğrusu. Bu da yakında nasıl olsa rengini gösterecektir, bekleyelim ve görelim. Yoksa daha da uçarak, Türkiye Cumhuriyetini, Katanga filan mı görmeye başladılar veya meydanı gerçekten de bu kadar boş mu sanıyorlar acaba.

            Pekiyi ne yapmış bu aslan(!) dede diye, kendimizi teyit adına bir daha tarihi karıştırıyoruz. Bir de bakıyoruz ki, Osmanlı tarihinin en muhteşem harici borç yükü, sefa gecelerinin şarapçı Lordu bu muhteremin döneminde binmiş, gariban ümmetin sırtına. O ne, yoksa bu mudur bugünkü ile göbek bağı nedeni. Aha çıktı ortaya valla, işte budur. Borç hep vardı, nasıl olsa bizimki de ödenir mi demeye getiriyorsun, vatandaşına emsal mi göstermeye çalışıyorsun yoksa. Ama unuttuğun bir şey var. İnsan önce borcu yapana değil, ödeyene bakmalıdır. Çünkü yapanı değil, ödeyeni adamdan sayıyorlar. Osmanlının 300 yıllık biriken borcunu kimin ödediğine bak sen. Demek oluyor ki, bu mesele senin ve arkanda ganimet için dörtnala koşturan haramilerinin boyunu çok aşıyor.
            O halde önce Atatürk’e, İnönü’ye ve tüm İstiklal şehit ve gazilerine rahmet okumalısın. Çünkü bu işler, yani bozulanı onarmak, TBMM’nin devrilmiş onurunu yeniden ayaklarının üstüne dikmek, barışı sağlamak, Ulusun namusunu kurtarmak ve yedi düvelin indinde yok edilen saygıyı yeniden kazanmak, ancak onların hamurundan olan adamların işidir, sizlerin değil. Yol yakınken bırakın artık bu maskaralıkları ve çekin arabalarınızı yok olun. Zira işin sonunda ne arabalarınız, ne de çekeniniz kalacak gibi gözüküyor. Çünkü Türk Ulusunun tansiyonu fokurdamaya başladı artık, aman ha! Tersi boktur. Bizden anımsatması.
            Sen anlaşılan içinde olduğun Lortlar(!) kamarasında, aşağılarda ki avam kamarasında neler konuşulduğunu duymuyor, bilmiyorsun ama ben biliyorum. Sen de tebdili kıyafetle ataların(!) gibi arada sırada halk arasında – tabii korumasız ve yalakasız gerçek ortamlarda -, bir dolaşıver istersen. Ha bu arada, artık ipin ucunu kaçırdığın, fazla dağıtmaya başladığın ve de yıprandığın için, sahte dostun Johny Walker’in kendi Türkiye geleceğine yatırım bağlamında, baş danışmanın(!) spor bakanını, senin yerine hazırladığı görülüyor, haberin olsun!
                                                                                                         
                                                                                                          Serendip Altındal





14 Kasım 2011 Pazartesi

YENİ DOĞUŞ ÜZERİNE

            İzmir Alsancakta 10 Kasım Atatürk’ü anma birlikteliğinde, bir kere daha anladım ki, Atatürk dünyada aynı yıl içinde, biri 19 Mayıs, diğeri 10 Kasım da olmak üzere, iki defa doğum günü kutlanan tek insan, tek lider ve tek devlet adamıdır.
            Bu vasıtayla 10 Kasımda Atatürk’ü anmak üzere sap gibi dikilmenin ne anlamı var diyen saman tüccarlarına, aslında teşekkür etmek gerekir. Zira her yasaklama, her aşağılama, her unutturma çabası, Atatürk’ü bir kere daha yüceltmekte ve onun kalplerimizde her 10 Kasım da yeniden doğmasına sebep olmaktadır. Bu gibi izan ve erdem yoksunlarına en güzel cevabı, bu anlamlı günde yaşlısı genci ile bir araya gelen coşkulu onbinler vermektedir esasen.
            Sömürgecinin kucağında oturan birilerinin savurduğu (!) gibi, bizler Atatürk’ü yeniden diriltmiyoruz. Çünkü birincisi, ebedi olanın dirilmeye ihtiyacı yoktur, ikincisi de, diriltmek Yaratan’ın işidir. Bizler sadece, yüce ve ebedi Atatürk’ün her 10 Kasım da gönüllerimizde yeniden doğup, yeşerdiğine tanık oluyoruz, hepsi bu. Kendi adıma her 10 Kasımda, Atatürk’ü yeniden anacağız diye büyük bir keyif duyuyorum aslında. Ve doğmakla, diriltmek çok farklı hususlardır da ayrıca.

            İşte 11.11.2011 tarihli Alsancakta ki son doğuşta, eşimle beraber bizde birlikteydik. Cumhuriyet – gelincik – mitinglerinden beri hanidir, ilk defa bu kadar onur, kıvanç ve ahde vefa coşkusunun muhteşem lezzetinin tadına ve ümmet değil BİREY oluşumuzun keyfine vardık. Pek çok vatandaş bayram izninde olmasına rağmen, yine de büyük bir kalabalık toplanmıştı. Bu arada birçok batılı ve uzak doğulu yabancı misafirin de bizim coşkulu kalabalığı, gözlerinde ki ifade edilemeyen şaşkınlık, saygı ve takdirle izlediğine tanık olduk.
            Şerefiyle sorunu olmayan adamdan, tutarlı karar çıkar, inanırsınız ve de inancınızın karşılığını da alırsınız. Tıpkı Atatürk ve onun hamurundan olan insanlar gibi. Şerefi ve kişiliğiyle sorunu olanlarda ise durum farklıdır. Ağızlarından çıkanı ciddiye almazsınız, yine yanılmaz ama bunun da karşılığını alırsınız. İşte İNTİBAK konusu da böyle bir meseledir. Söz verenin sorunlu olduğuna defalarca şahit olduğumuzdan, bunu da ciddiye almamıştım zaten.
            Sadaka değil ama devletinden, kendisinden gasp edilen hakkı olan İNTİBAKINI bekleyen bir emekli olarak, yukarda ifade etmeye çalıştığım BÜYÜK DOĞUŞU, çok büyük bir keyifle yaşarken, bunları da düşünüyor ve neden, yıllarca devlete tavandan prim, ayrıca 13 yılda destek primi ödemiş bir emekli olacağıma, o yüce adam’ın döneminde bir Kuvayi Milliye neferi olamadığıma hayıflanıyor, bu pisliklerin içinde bir işe yarayamadan, giderek yok olduğuma ise kahroluyordum.
           
            Bu erdem’in farkında olmayan, hissettiklerimizi uzak ara bile hissedemeyen, etmekte istemeyen dernekler, cemaatler, vakıflar ve sayısız sivil kurumlar vb. var ne yazık ki aziz yurdumuzda. Hoş bunlar, sömürgeci eliyle İstiklal döneminde de azımsanmayacak kadar çoğaltılmış, bugünkü gibi bedelleri de ödenerek kirli emellere angaje edilmişlerdi.
            Esasen sömürgecinin amacı, bütün bu teşkilatlarda özel yetiştirdiği – devşirdiği – elemanlarıyla (ajanlar), içine yerleştiği hedef kitlede, önce aile, arkadaş ve en yakın çevrelerde, sonra karşı cemiyetlerde, sonunda millet, ulus ve devletin olmazsa olmaz bağlayıcı kavramlarını (milli fundament), okültik hurafeler (şifreler, enigmalar, çakma tarihi belgeler vb.) vasıtalarıyla kavram karmaşası potasında eritip, toplumun inanç profilinde, direnç bozukluğu yaratmakla görevlendirilmişlerdir. Bunlar başarılı olunca da, istenen yapının kurulması için gerekli olan zemin hazırlanmış olacaktır.
            Çevrenizde özellikle bu tip, kavram karmaşası odaklı ve toplum devşirmeye uyarlanmış, yayınlar, neşriyatlar yapan TV kanalları, NET (WEB, intra, extra) siteleri, diğer medya vb. bolluğuna dikkatle bir göz atarsanız, aslında para da kazanmayan bu kaynakların suyunun nereden geldiğini ve nedenini anlamakta zorlanmazsınız. Okültik fark yaratma çabalı çalışmalar sonunda elde edilen netice, her zaman sıfıra sıfır, elde var sıfır olmuştur. Ne var ki yine de, ‘benim sıfırım, seninkini döver(!)’ anlayışı içindedir bazı vakıf ve dernekler (mesela Masonlar, Siyonistler, prensipte birbirlerinden fazla da ayrılmazlar) ne hikmettense.
            Ama tüm bunların, Türk Ulusuna verecek hiçbir mesajı olamayacağı ve ciddiye de alınmadıkları için, yine boşuna uğraş vermekte ve koşar adım kendi sonlarına doğru yaklaşmaktadırlar. Ve bu gibi dernek ve kurumların istikbalde yurdumuza neler getirebileceğini, ileri görüşüyle çok önceden teşhis ederek, bunların faaliyetine kendi döneminde izin vermeyen yüce Atatürk, bu anlamlı günde dehasıyla gözümüzde bir kere daha büyüyor ve bir kere daha haklı çıkıyor. Ve bizler Atatürk ve emsalsiz tarihinin, neden bu beslemeler tarafından silinmeye, unutturulmaya çalışıldığını bir kere daha anlamış oluyoruz. İşte Alsancakta yüce doğuşu birlikte kutlarken, bir yandan da bunları düşünüyordum ve bu yazının ana fikri oluşuyordu kafamda.

            Aşağıda göreceğiniz ve umarım cep telefonu kamerası kalitesini affedeceğiniz birkaç resmi, bizim için yine ve yeni bir unutulmaz anı olarak görüşlerinize sunuyorum.

                                                                                                                      Serendip Altındal

4 Kasım 2011 Cuma

SİMONLAR ÜZERİNE..

             Aşağıda kitabından bir alıntı okuyacağınız Hanife Avcı’nın, bizde, Atatürkçülüğü yanlış anladığı, ya da hiç anlayamadığı intibaı oluştu. Şayet anlamış olabilseydi, Atatürk’ün bir Atatürkçülük ‘doğması’ yaratmadığını aslında biliyor olması gerekirdi. Her ne kadar Atatürk’e bizatihi bir atıfta bulunmuyorsa da, Atatürk gibi seküler ve idealist, ileri görüşlü, ilimle yatıp, ilimle kalkan bir insandan, Atatürkçülük olarak algılanan(!), bürokratik kalıplar kümesi halinde ki, doğmatik kurallar zincirinin, aslında Atatürk’ten neşet etmediğini, bunun devlet çiftliğine demir atmış bürokratların, sıkışınca ama Atatürk’e atfen yanlış kullandıkları can kurtarma simidi olduğunu da, açıkça ifade etmesi gerekirdi.
            Söyledikleri herhalde düşündükleri değil, belki yanlış da değil ama yanlış anlaşılmaya çok müsait bir ifade kurgusu kullanmış demek istiyorum. Yazar olmadığını söylerken, keşke Atatürk’e bir paragraf açmadan önce, dışarıdan yardım alabilseydi. Zira Atatürk’le ilgili kitaplaşan her ifade, yazarı büyük bir manevi yükün altına sokar. Çünkü Atatürkçülük salt bir ‘kavram(!)’ değil, Türk Ulusu’nun var olabilme nedenidir.
            Diyebilmeliydi ki, gerçek Atatürkçülük, Atatürk’ün, başta özgürlük ve bağımsızlık olmak üzere, bütün dünyevi görüş, düşünce ve bir millet olabilme prensiplerinin, Türk Ulusuna bir vasiyet olarak intikal eden, toplu bir yansımasıdır ve içinde doğmaya asla yer yoktur.
            Ve çok iyi inandığını da ilave ederek, şayet Atatürk bugün yaşasaydı, o zaman doğru olan ama bugün revize edilmesi gereken bazı uygulamaların parametrelerini, bizatihen ilk önce kendisi, tıpkı o zaman yaptığı gibi, günün sosyo-ekonomik ve demokratik şartlarına en uygun ve en çağdaş konuma getirirdi, diyebilmeliydi. Esasen Cumhuriyeti seçmekle de, insan erdem’ine en yakışan ve en saygın devlet yapısını, daha o zaman benimsemişti, ifadesine de imza atabilmeliydi.

            Eski çağların Osmanlı ümmetinden, Atatürk’ün kurduğu, çağdaş Türk Ulusu Cumhuriyetine dönüşen bir devletin, kendisini de BİREY kabul eden himayesinde, yıllarca görev almış bir Hanife Avcının, birçok gizli devlet sırlarını da açıklayan kitabında, gerçek Atatürkçülüğü de biliyor olduğunu okumak isterdik doğrusu. Ne var ki, kitabından birçok gizli kalmış devlet ayıbını öğrenmiş olsak da, bu izlenimleri aldığımızı söyleyemiyoruz.
            Her şeyden önce, kendi asal’ının bilincinde(!) bir Türk aydını kimliğiyle habitatını yorumlaması, devletin çarpıklığının nedenlerini, önce milli kulvarda araştırması gerekirken, hiçbir ortak paydası olmadığı ve kendilerini de mental olarak, aslında hiç tanımadığı halde, Avrupalı, Amerikalı vb. aydın kimliğinde olduğunu sanıyor ve o perspektiften Türk Devlet yapısını irdelemeyi tercih ediyor.
            Kim diyor ki, Avrupalı ya da Amerikalı kurulmuş aydın, parası ödenmiş teknokrat, gerçek aydındır diye. Onlarda da bizdekilerin formatından, sayılamayacak kadar çok yarı aydın vardır. Şayet emperyalist düvelde, kimliğiyle parasal menfaatleri yer değiştirmiş yarı aydınlar, mebzul miktarda olmasaydı, hiç dünya böyle şirazesinden çıkabilirmiydi. Çok daha da kötü günler bizleri bekliyor. Erdem sapkınlığı çoğaldıkça dünya da sapıtmaya devam edecektir. Yakın bir gelecekte kendi başlarını yiyecek ve hep birlikte de zaman’ın kara deliğinde yok olup göçeceklerdir.
            Özellikle de bu gibilerin çifte standartlı demokratik(!) özgürlük(!) anlayışı, hem de şimdilerde Ortadoğu baharında, bu kadar tavan yapmışken. Bir istihbaratçı olarak, bari örnek aldığı dış kaynaklı aydınların konumlarına nasıl geldiklerinin ve de bizimkileri nasıl devşirmeye başladıklarının geçmişini de bir araştırıverseydi.

            Üstünde çok gürültü koparılan bu kitapta, aslında devlet içinde – artık mektep çocuklarının bile farkında olduğu – cemaat yapılanmasının fazla abartılması, yazarın tutuklanmasının nedeni değil de, daha ziyade ileri bürokratları içine alan, mafya-devlet ilişkilerini(!) açıklaması, ana neden gibi geliyor bana.
                                                                                             
§   En önemli yanılgılarımızdan bir tanesi de her derde deva diye kabul ettiğimiz Atatürkçülüktü; ne olduğu bilinmeyen, içinin ne ile doldurulacağı belli olmayan bir kavram. Kendi keyfi fikirlerimizi veya günün koşullarına göre devletin uygun bulduğu uygulamaları Atatürkçülük adına savunuyoruz. Oysa aklın ve bilimin egemen olduğu bir yerde asla dogmalara yer yoktur. Hiçbir fikir tartışmadan muaf değildir ve ebedi olarak değişmeden kalamaz. Eğer Atatürkçülük denen kurallar değiştirilemez, mutlak doğrular olarak kabul edilecekse, bu tür bir kabulün akıl ve bilim ile açıklaması yapılamaz. Değiştirilemez, mutlak doğruların var olduğu iddiasının kendisi de dogmatik bir yaklaşımdır ve temel laiklik anlayışına aykırıdır. Uygulamaya konulacak her düzenleme, getirilecek her kural, yapılacak her işlem, uygulamalarda uyulacak tüm ilke ve yöntemler mutlaka akıl ve bilimin ışığında değerlendirilmeli, bu ölçütlere göre incelenmeli, tahlil edilmeli ve bu ölçütlere uyduğu oranda hayata geçirilmelidir. Akla aykırı olan, ilme de aykırıdır. 
(Haliçte Yaşayan Simonlar – Hanife Avcı)

                                                                                                                                                 Serendip Altındal