9 Ocak 2012 Pazartesi

KARİZMA NEDİR..

            Rahmetli Atatürk’ün bir yirmi senecik daha ömrü vefa etseydi neler olmazdı. Çok değil 78 yaşına kadar bile yaşasaydı yeterdi. En azından yaptığı mucizevî Türk Devrimi, vatandaşlarıyla pekişerek yerine oturur, bugün çıbanbaşı olan Güney Doğu Anadolu, sorun olmaktan çıkar, ağalığın, aşiretlerin, tüm ilkel bağnazlığın kökü kazınmış olurdu.

            Aydın fabrikası köy enstitülerimiz, en az iki, üç kuşak daha fazla mezun verecek ve kendi deyimiyle yurdun efendisi, filozofların diliyle konuşan Türk köylüsünün, başı yukarda gürül gürül dolaştığı Anadolu’muz ise, genel mizanımızın fiktif bakiyesi olacaktı. Bugün Amerikayı sollayarak dünya devi olmamız da, hepsinin artısı olacaktı elbette, el insaf daha ne olsundu ki.

            Her vesilede Atatürk’e dil uzatanlar, kısa ömrünün nedenini, alkolik olduğu için siroz olmasında arayanlar, etraflarında 80-90’lı yaşlarında bile hala dağ keçisi gibi dolaşan sayısız alkoliği görmüyorlar mı? Oysa o yüce ahde vefa adamı, o asil yürekli insan, vatan uğruna cepheden cepheye koşup hayatını heder ederken, Afrika cephelerinde kaptığı sıtmayı yıllarca çekerek, esasen karaciğerini daha gençliğinde harab etmişti.

            Sağlığı pahasına, içki sofralarını yapmakta ki esas amacının, devletin ileri gelenleriyle tartışmak ve yeni birlikteliklere ulaşmak olduğunu, Türk insanının çabuk ısındığı(!) ne ki, kımız yerine ölçü ve adapla rakı içilen sofralarında, dağıtmadan ama Cumhuriyet tarihimizin devrimleri gibi çok ciddi kararlarının da birlikte alınmış olduğunu, tarih bize teyit ediyor aslında. Hoş onun sofralarında, kendisi başta olmak üzere, kimseyi sarhoş görmenin mümkün olmadığı da biliniyor. Esasen civarında sarhoşa da tahammülü yoktu. Yani peygamberimizin de bilinen tanımıyla, içki kendisine göre de olgun içindi, ham için değil.

            Ve unutulmamalıdır ki, Atatürk pozisyonunda halkına mal olmuş bir lider şayet alkolik olsaydı, gizli içer ve ayılmadan da asla toplum içine çıkmazdı. Oysa onun rakı sofralarında da çevresiyle birlikte ne destanlara imza attığını hep bilmiyormuyuz? Ayrıca alkolik olsaydı, Atatürk de olmaz, ne İstiklal harbi kazanılabilir ne de Cumhuriyet tarihimiz olabilirdi. Ve şayet Atatürk’ümüzün yarısı kadar bile olabileceklerse, tüm ahde vefa yoksunu bağnazlar onun kadar içseydi de, keşke bugünleri görmeseydik.

            Ciddi çalışmaları ve kararlarından önce bir damla bile alkol ağzına almaz, beraber çalışmak zorunda olduğu çevresine de aldırmazdı. Hangi alkolik bu iradeyi gösterebilir ki? Bu gerçek bile onun gibi bir kişiliğe insafsızca, alkolik yaftası yapıştıran ihanetin örtüsü asla olamaz, olmaya da hiç ihtiyacı yoktur aynı zamanda. Vaktaki izansızlar öyle düşünseler bile ne yazar, kim takar, bu düşünceler Atatürk’ün kişiliğine ve karizmasına en ufak bir gölge düşürebilir mi acaba?
                       

            Ve sırası gelmişken, şayet bizlerde onun çocuklarıysak, karizmasından bize de biraz bulaşmıştır diyerek taşı gediğine koyalım. İstiklal Harbinde Amerikalı oyunda değildi, yani cephe gerisinde gölgede, kum torbasında çalışarak bizden paçasını kurtarmıştı. Ama bu gidişle sıra, şimdi de kendisine gelecek anlaşılan. Bakalım nereye, nasıl sıvışacak bu işin içinden o vakit. Önceden yönlendirilmiş(!) bir müfrezeye çuval geçirmekle, Türk Ulusunun topunuza giydireceği külahın farkını, nasıl olsa sonunda sizde öğreneceksiniz efendiler.

            Görünen o ki, içimizde ki devşirmelerini sıkıştırarak, çeşitli kurgularla sosyal, hukuksal, siyasal ve ekonomik bütün branşlarda, yurdumuzda giderek belki de kendisine kolaylık olsun diye ya da uyum sorunu çekmemek için, tipik Amerikan modellerine dönüşümü hızlandırıyor. Hayırdır, köşeye sıkışacağı ana baba günleri başlamadan ve kıçında ki fitil de ateşlenmeden önce, yakında başına geçirecekleri Okyanus ötesinde ki göçmen kampusundan, kapağı bize mi atmaya hazırlanıyor nedir.   
  
            Yalnız bu arada unuttukları, mevcut bazı haklı nedenlerden(!) itidali korumak ve Atatürk’ün ‘en son noktaya(!) kadar siyasetin dışında kalması’ tavsiyesine de uyarak sessiz kalan Türk Ordusuyla Ergenekon(!) sahnelerinde, Karagöz-Hacivat düeti yapmak, büyük devlet geleneği olan Türk Ulusuna da külahı geçirmek demek hiç değildir. Bu gerçeği, onların da kafalarına, bir kere daha çivileriz elbette. 
         
            Unutulmaması gereken bir başka olgu da, yakında içine balıklama dalmak zorunda kalacağımız yeni bağımsızlık destanı, yine TÜRKLERİN zaferi olarak tarihe mal olacaktır. Otokrat ama asla diktatör olmayan Atatürk’ün, tarafsız ve toplumbilimci karizmasının, tek başına yarattığı çoğunluğun, disiplini, kararlılık ve dirayeti sağladığı, bugünkünden bile daha az homojen olan ilk Cumhuriyet meclislerinin anıları, henüz hafızalardadır. Oysa ağabeylerinin icazetiyle milletin vekilliğini(!) yapmaya kalkan, suskun ama avantacı futbolcu eskilerinin de içinde bulunduğu yeni türler(!) koleksiyonu bugünkü TBBM’ nin, Yahudi Havrasına benzer durumu, sizi sakın aldatmasın.

            Şerefli Türk Ordusunun, kozmik odalarına parmak atıp, görevde ki ya da emekli olmuş Başkumandanlarını dahi tutuklayıp, Türk Ulusuna küçük aklınızca gözdağı mı vermeye çalışıyorsunuz. Ulan kim becerebilmiş ki bunu koca dünya tarihinde de, iki buçuk devşirme zibidi ve CIA piçi bu işin altından kalkabilsin. Türk devletinde, bıçak kemiğe dayandığında, her an her şey olabilir. Ne yaparsınız gelenek meselesi! Yeter ki Türk evladı tası tarağı fırlatıp ve ‘sizi bana sayıyla mı verdiler’ deyip, bir kere ayağa kalkmaya görsün.


            Nerede kalmıştık? Karizmadan mı bahsediyorduk. O halde, önlerine çıkan kişilik sorunlu, abuk sabuk her adama ‘karizmatik’ diyenler, önce aşağıda ki alıntıyı dikkatle okusunlar da karizmanın ne demek olduğunu, kimde, nasıl durması gerektiğini de lütfen(!) öğreniversinler. Zira ‘izanın’ olmadığı yerde ‘izah’ – bilgi - havada kalır ve altında kalan boşluğu da fikri sabite doldurur. Bu da, özü bilgi olmayan fikirlerin(!) kaynağıdır esasen.

            Küçük bir ayrıntıyı da ilave edelim. Özünden kopmak veya ‘ahde vefa’ yoksunu olmak, nasıl tanımlanırsa tanımlansın – ki şizofreni bile önce özünden kopmakla başlar. Tedavisi için de tek şart, özüyle bağının mümkün olduğunca kopmamasını sağlamaktır. – deliliğin ilerlemiş safhasıdır. Bunu da biliyormuydunuz.


         Sözün özü ve 2012’nin ilk sözü:
         Tanrım neden bana o ‘adam gibi adamlarla’ beraber, aynı havayı teneffüs edeceğim ve birlikte defteri kapayabileceğim bir ömür nasip etmedin. Neden beni, bu yarısı çürümüş ya da kafayı yemiş(!) kuşaklarla birlikte yok olurken de, aymazlara belki bir kıvılcım olabiliriz diye, bir de bu ‘İNTİBAK’ bile edememiş emekli halimle, meçhule giden ‘alamet’ teknesinde, bu işlerle uğraştırıp, bana boşuna kürek çektiriyorsun. Acep nedir bunda ki hikmetin be Tanrım.

                                                                                              Serendip Altındal



§ (Alıntı: Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk (s. 78-109) – Emre Kongar)

 
   Not:             Yazımı fazla uzatmamak ve konumuzun da ‘karizma’ olması nedeniyle, burada kesmek zorunda kalıyorum. Oysa eserin tamamı, ‘Konu Atatürk’se, teferruatı okumaya gerek yok’ diyebilenler için bile, okunması gereken bulunmaz bir kaynaktır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder