Emperyalistin
vaktiyle Enver Paşayla denediği Turanizm, sonrasında da Panislamist yeşil ordu
paradoksu, Cihan harbinde çıkarcıların hiç işine yaramamış ve harbin de
gidişatına, hele de sonucuna engel olamamıştı. Ne ki bugün durum bir hayli
farklıdır. Erdoğan liderliğindeki Panislamist dahi olamayan terörist plakalı
yapay İslam curcunası, bugün ülke kaderimiz ve müktesebatımızla da, çok
tehlikeli bir oyun oynamaktadır. Artık durum, akıyla, kakını karıştıran cehalet
erbabı yandaş İmamların, Hocaların iki dudakları arasındaki içleri boş
hezeyanlar olmaktan çoktan çıkmıştır.
Çünkü işin sonunda Erdoğan’ın ne
olacağı, sonunun nasıl geleceğinden önce; geride bize ne kalacağı, çok daha
hayati bir önem kazanmıştır. Bu durumda ise emperyalist Dünya içindeki Türk
lobilerine de büyük görevler düşmektedir. Hiç Unutulmasın ki Osmanlı’nın son
döneminde de yabancı ülkelerdeki lobilerimizin faaliyetleri ve milli
angajmanlarıyla, ülkedeki Tanzimatçı ve İttihatçı faaliyetler, aslında Atatürk inkılabını
da hazırlayan faktörler olmuşlardı.
Aynı bileşkede Dünya’nın huzurlu bir
geleceğe sahip olabilmesinin de önünü açacak bir proje olan Yeni Türkiye
Cumhuriyeti Demokrasi modelinin, imalat bandına yatırılmasına ne Rusya’nın ne
de ipek yolu projesi engellenmeyecek olan Çin’in bir itirazı olacaktır. Aksine
onlarında bu projeye tam destek vermeleri, kendi geleceklerine de fayda
sağlayacaktır.
Hükümetin tertiplediği yolundaki bilgi
ve şüphelerin bugün bile yadsınamadığı 6-7 Eylül 1955 olayları, DP Hükümetini,
muhalefete (CHP) karşı daha otokrat tedbirler almaya yönelik idari değişikliğe
sevk edecek bir görüntü veriyordu. İşlerin birden kontrolden çıkarak Hükümeti
düşürme noktasına gelmesini, olayları hemen Komünistlerin üstüne yıkma manevrasına
dönüştüren DP Hükümeti, bu sayede daha önce devrilmekten de yakasını kurtarmıştı.
Bugünlerin 15 Temmuz olayı da, 6-7
Eylül olaylarına benzer bir algı yaratarak, BOP eş başkanı pragmasıyla hem FETÖ
den kurtulmak hem de KHK’larla yani örfi idare döneminin şıp şak
kararnameleriyle, hukuksal yönetimi de, tamamen İktidarın otokontrolüne geçiren
bir kontrollü darbeye dönüşüverdi. Ne ki 6-7 Eylül de DP iktidarını nerdeyse
vaktinden önce düşürecek olan durum, bugün AKP iktidarının gücünü ikiye
katlamıştır.
Ve şimdi AKP iktidarının bütün
itibar ve oy kaybına rağmen hala iktidar da kalışı, 15 Temmuz olayları ve örfi idare
KHK’ları nedeniyledir. İşte böylesi anımsamaların çerçevesinde, tarihe tekerrür
ediyor denir. Oysa tarih kesinlikle tekerrür etmez. Lakin elbette spiral helezonik
ve zamansal, asla geriye dönmeyen sadece ileriye doğru yol alan bir evrim söz
konusudur sadece.
Dünya tarihinin Türklerle başladığı,
her geçen gün yeni ve çok daha eski bulgular ele geçtikçe daha iyi anlaşılıyor.
Öyleyse kızıl elmanın düşüncesinden bile korkan anti Türkçülüğün de, her geçen
gün daha bir arttığı ve artacağı söylenebilir. Hal böyle olunca da Türklerin,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile ebede intikal edebilmesi için, aynı nispetle Atatürk
devrimleri ve ordusuyla birlikte daha güçlü olması gereğine de kimsenin itirazı
olmaması gerekir.
Bir yanda çok güzel işler yapmaya
çalışan bir adam, 16 milyon adına bir varlık savaşına kalkıyor. Meclisinde ise
eski dönemden kalan bir sürü atık, çöp, güzel şeyleri kirletip kokuşturmaya
çalışıyor. Demek oluyor ki sağlık ve huzur içinde yaşamak zorunda olduğumuz çevremizi
kirleten bütün çöpleri, atıkları, yine elbirliği ile kendimizin temizlemesi
gerekiyor.
İhtiyaç ve yaşam ürünleri arzı, para
talebini de arttırır. Artan para talebi ise emisyonu tetikler. Emisyon da milli
paranın değerini ters oranda düşürür. Bu da enflasyon, dış borç ve tahammül
hudutlarının dışına yükselen cari açık olur çıkar. Sonuç ise iktidar zafiyeti
ve zorunlu Hükümet değişikliği demektir neticede. Ki eh işte artık o
günlerdeyiz herhalde?
Paranın değer kaybına uğramadan
piyasaya arz edilmesi ise aslında arzu edilen, olması gereken müspet ve milli
bir kalkınmaya da işarettir. Yalnız suyun başında oturan ve borcun ancak asgari
tutarını ödeyen, bir miktarını da kendisine ayıran ise her zaman temerrüde
düşmek zorundadır. Yani havuzdan, girenden fazla su kaçıyorsa, o havuzun dolma
şansı asla yoktur.
Aslında büyüyen para arzının ülkeye
maliyetidir, söz konusu olması gereken. Şayet bir enflasyon ülkesi haline
gelinmişse dış borç zorunlu olarak artar. Lakin içe dönük bir ekonomi, düşük
maliyetli bir emisyon yaratmışsa, ihtiyaç hissedilen milli sanayi kalkınması için
gereken şartları da sağlamış demektir, işin özünde.
Bir serbest, liberal ekonomist,
üretim kaynaklarının başına geçince nasıl birden emperyalist oluveriyorsa;
demokrat geçinen siyasilerde muktedir olunca, o nispetle önce Makyavelist sonra
da diktatör olmanın yollarını ararlar. Yani fazla hırs adamı sonunda mutlaka hırsız
yapar. Bu da işte insan denen Şeytan/Tanrının ortak yazgısıdır. Ve Mafya reisi
diye kime derler aslında bilir misiniz? İçine düştüğü batağın manda pisliğine…
Bizdeki durum tam da budur. İşte buna göre ve bu kafaya sahip bir
Hükümetle, dış borçtan kurtulma ya da kalkınma şansımız yoktur ve asla olamaz
da. Çünkü açık bütçemiz olmadığı için, örtülü ödeneğe uçup gidenin had ve
hesabını da bilemiyoruz.
Demek ki doğru yolun ilk şartı,
yozlaşmamış, kendi menfaatlerine asla yönelmemiş, idealist, itidalli, milli
duruşa ve ahde vefaya sahip liyakat sahiplerinden oluşan Hükümet adamlarının
çoğunluğudur. İşte bugün en büyük eksiğimiz de maalesef budur. Yoksa her şeyi
yapmaya muktediriz aslında. İşte AKP iktidarı da DP ile aynı yolda yürüdüğü
için kaderi de aynı olacak demektir. Bu da bir tarihi tekerrür değil; ama ancak
bir tarihsel spiral evrimdir.
Geniş tarih dizesi içinde
Avrupalılar, başta Türkler olmak üzere, diğer Asya ve küçük Asya Devletlerinin
baskıları, korkuları yüzünden dar alanda iç içe ve sıkışarak, birbirlerine
yaslanarak yaşamak zorunda kaldıkları için, birbirlerinin de hegemonyasından
kurtulmak nedeniyle ortak demokrasiye sarıldılar. Yani demokrasi onlar için
yeni bir din olmuştu aslında. Ve bugün Avrupa Birliği adıyla da genelleştirip özümsemek
zorunda kaldılar.
Oysa Türklerin böyle bir derdi
yoktu. Açık, göçer, özgüven sahibi, korkusuz ve güçlü Devletler kurdukları için
demokrasi falan gibi ihtiyaçları da olmadı. Zaten meclise tekabül eden bir otağ
kurulur bilgeler meclisinin onayını almadan, yabguları bile savaş dâhil
herhangi bir işe kalkışamaz, kendi başına karar bile alamazdı. Aslında bir
anlamda demokrasi Türk töresinde, tarihler öncesinden beri vardı.
Yani Devletin başında asla bir
diktatör yoktu, olamazdı da ve hiçbir Türk Devletinin başında da olmadı. Çünkü lider
namzedine daha yolun başında, kendisini kalkanlarının üstünde yükselterek ve
nefessiz kalıncaya kadar bir urganla boğazını sıkarken de sorarlardı, ‘kaç yıl
lider kalacaksın’ diye. Dediği süre de iktidarda bırakırlardı. Şayet kut sahibi
olabilmişse bu süreyi uzatırlardı da.
Lakin kendi adına iktidar olmaya kalkmış
ve kut sahibi olmamış, milletini de varlık sahibi etmemişse, onu hemen öldürerek
yerine yenisini seçerlerdi. Yani sadece Türk töresinin eğittiği, kut sahibi olabilecek
ahlak ve kült sahibi yabguları olurdu başlarında her zaman. O da seferde
ordu-milletin komutanı, hazarda ise sosyal milletin asayişinden, hak ve
hukukundan sorumlu adil lideriydi. Bunun dışında göç, savaş vs. gibi bütün
hayati kararlar, bilgeler meclisine danışılarak alınırdı.
Yani kimseden korkarak, kaçarak hele
de iç içe sıkışarak, ev ev üstüne kurarak asla yaşamadılar. Bir kere bu durum özgün
ve özgür ruhlarına aykırıydı. Her ihtiyaç hissettikleri zaman ve stratejik mekânlarda
bileklerinin ve akıllarının gücüyle anlı, şanlı yüce Devletler kurmasını hep
bildiler.
Zaman zaman da boylara
ayrıldıklarından, bütün sıkıntıları da yine kendilerinden olmuştu. Yani sözün
özü; Türk’ün kimseden korkusu olmadığı gibi gerekirse yalnız da yaşamasını bilir;
ama hep bilge ve dolu dolu. İşte bu yüzden de belki Cumhuriyet ve Demokrasiyle
100 yıldır tanışıyor olsak da, hala Avrupa tarzını özümseyemedik…
Serendip
Altındal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder