Vatanımız
bizim anamızdır, namusumuzdur. O nedenle de aslında anavatanımızdır ya zaten.
Biz Türk’üz, anamıza küfredene ve de namusumuza kastedene biz ne Yaparız? O
halde, ellerindeki bölünmüş Türkiye (anavatanımız) haritasını ırzımıza geçer
gibi sallayarak ‘size bunu önce de defalarca göstermiştik. Bakın şimdi nasıl
gerçeğiniz oldu. Biz ne dersek odur’ diyecek veya diyebileceğini düşünenlere de
aynısını yaparız?
Geçen günlerde ülkemizde komşu
Çipras Efendi vardı. Bizdeki kankasıyla birlikte ikili, baba dilleriyle acaba
neler sohbetleştiler dersiniz. Muhtemelen ‘vaktiyle atalarımızın kılıçla,
topla, tüfekle başaramadıklarını, bugün oturduğumuz yerden entrikayla nasıl hallettik’
mealinde birlikte gülüşmüşler midir acaba?
Çipras’a hiçbir soru sorulmadığına
hele de ‘şaka bile olsa bizimkinin kendisine; ‘sana verdiklerimi geri ver’
demediğine de bakılırsa; beraberce teşhir ettikleri resme başka da bir senaryo
uygun düşmüyor dostlar. Ya da ben bulamadım. Yoksa adam, misyoner Ruhban kışlası
bahanesiyle, adaların üstüne birde ‘İstanbul’u ne zaman, uluslararası merkezi federal
yönetime teslim edeceksiniz’ oldubittisini mi kapalı kapılar ardında konuşmaya
gelmişti.
Çipras’ın Anıt Kabiri de ziyaret
etmediğine bakılırsa; Pontus bahanesinden ziyade, Atatürk’ün birden ayağa
kalkıp kızgınlıkla, ‘ulan yetmedi mi hala’ diyerek kendisine sağlı sollu iki
haşmetli tokat atmasından korkmuş olması gerekir. Çünkü Pontus hareketi PKK
olayında olduğu gibi o zaman da İngiliz liderliğinde bir bölücü isyandı, birkaç
yağma ve cinayetten başka da bir varlık bile olamadı. Ve Pontus çapullarına,
bizim bir Topal Osman bile fedaileriyle yetmişti. Dolayısıyla Pontus Anıt Kabir
yanında kurusıkı bir bahaneden öteye gidemez.
Ayrıca tokat demişken, vaktiyle o
tokatları yedi düvele de attığı gibi bugün de arkasında bıraktığı yüce ruhtan
nasıl rahatsız oldukları, sürekli olarak milletine miras bıraktığı manevi varlığıyla
uğraştıkları da göz önüne alındığında, rahmetlinin ölüsünden bile yüreklerinin
nasıl korkuyla titrediği kendiliğinden anlaşılıyor. Ne ki korkunun ne zaman
ecele faydası olmuştur ki bundan sonra olsun.
Çipras hangi Pontus Krallığından söz
etmiştir acaba? Yoksa atadaşı ve ana dilinde sohbetleştiği bizdeki Reise
dedesinden ötürü bir jest mi yapmak istemişti. Çipras’a kimsenin soramadığı
soruların Papazını Albay Ümit Yalım gözlerinin içine bakarak, ‘işgal ettiğiniz
adalarımızı ne zaman terk edeceksiniz’ mealinde sorunca, neye uğradığını
şaşıran Çipras’dan, doğru dürüst bir karşılık alınamayacağı da elbette beklenen
olmuştu.
Ne var ki böyle bir zaman ve mekânda
bizatihi Erdoğan tarafından halkın önünde sorulması hayati önemde olan böylesi bir
milli sorunun, onu soran Yalım’ın ismiyle şerefli Türk tarihinin altın
sayfaları arasında yerini alacağı ise hiç tartışılamazdı. Böylece Erdoğan bir
kere daha ulusal birlik trenini kaçırmış oldu. Son günlerde ortaya atılan, 31 Mart’ta
darbe olacağı söylemlerinin, bizatihi AKP kanadından yayılıyor olması; yoksa
seçimleri yine Örfi idare altında mı yapmayı düşünüyorlar kuşkusunu da akla
getiriyor…
Demokrasi, işportada bir Liralık
malı 10 Liraya satarak ticarete başlayan ve giderek şiştikçe de kendisini
herkesten akıllı sanan, özgün liberal, doymaz bir azınlığın, çoğunluğu sömürme
hakkını korur. Sömürülen çoğunluğun olmazsa olmaz ve değişmez varlığının
devamlılığını da sömüren hesabına uzatarak denetim altında tutar. Yani soyanla
soyulan arasındaki ekonomik dengeyi, daha doğrusu dengesizliği, ekonomi-politik
otoriteyle muhafaza eden, yapay ve sınıfsal bir rejimdir.
Cumhuriyet ise halkın dolayısıyla da
ulusun hakkı; ama hakkı gasp edenin de cezasıdır. Bu nedenle de ben kendi adıma
cumhuriyetçiyimdir. Ne idüğü belirsiz bir demokrat değil. İşte Atatürk’te
esasen bu nedenle Cumhuriyeti, Türk özüne ve töresine yakışan en asil bir rejim
olduğu için tensip buyurmuştur. Öyleyse kurucu anayasamızın ilkesel ve etiksel
yasalarının kutsiyeti, milli müktesebatımızın da garantörü olduğu için, her
şeyin üstünde tutulmalıdır…
Serendip
Altındal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder