Hükümetin
başındaki ile uzak ara bir gen akrabalığı olmadığı ve tamamen itirazsız bir
sicile sahip olduğu halde; lideri olduğu yüce Atatürk'ün partisinin, bir şekilde
içine sızdırılan zararlı atıklarla, giderek karinesinin çürütülmeye başladığı
bir gemiye dönüşmesinin, tarafsız bir izleyicisi durumunda kalacak en son
bireydir bu ülkede Kılıçdaroğlu. Bu konumda kalıyor olması da kendisini,
bırakın tarihe geçmeyi, Türk milletinin, üstlerine kocaman çarpı işareti
koyduğu tarihin en karanlık sayfalarında, hükümetin halen başında ki muhalifi
gibi unutulmaya mahkûm bir sonla yüzleştirecektir.
İşte bu durum ise, tertemiz sicile
sahip bir kimlik adına, maalesef daha da hazin ve izah edilemez bir akıbet
olacaktır. Çünkü diğerinin durumu ortada ve herhangi bir fazilet sıkıntısı veya
iddiası da esasen yoktur. Hoş kendisi de durumunun farkında ve vahametini kabul
etmiyor gözükmeye çalışsa da; ama inkâr edemeyecek konumda olduğunun da
bilincindedir.
CHP merkez yönetiminde, daha da önce
yapılması gereken bir revizyona gidilmesi, muhtemel yeni bir umut ışığı
olmuştur. Ne ki, sonucu bekleyip görmek gerekir. İkna edici ilk müspet etkiyi
ise, Laik ve bağımsız Cumhuriyetimizi, layığı ile temsil edecek ve hepimizin
ortak adayı olabilecek bir kimliği, sonuna kadar desteklemekle ortaya
koyacaklardır.
Pekiyi yine aksi olursa ne olur?
Mademki ben milletim, o halde haksız yere beni mağdur eden ve kendi sağlığıma
zarar verecek olan sıkıntıyı da, içinde hapsedecek enayilerden değilim. Feleğin
oğlu bile olsa, bana verdiği ve beni kahredecek olan sıkıntıyı, kendi yüzüne
nasıl olsa çarparım. Öyle ya, neticede bana bulaştırmaya kalktığı HASTALIK
kendi mikrobunu taşıyor, benimkini değil. O halde bu gerçeği de önce kendisi
anlamak zorundadır. Çünkü ben onu, beni de kendisi gibi hasta etsin diye
seçmedim.
Bir mesaj da partiye sokulan
Amerikancı ve Gladyocu kuklalara vermek gerekirse; arkanızda olduklarını
söyleyenlere sakın ola fazla güvenmeyin, yakında onlarda kendilerini acil
revizyona ya sokacaklar ya da sokacaklardır nasılsa. Ve ortada dımdızlak,
kaderlerinize terk edilmiş kaldığınızda, o zaman ne demek istendiğini, hiç
şüphesiz hüsranla anlayacaksınız efendiler.
Ne yazık ki, ülkemizde salgın bir
hastalık haline gelen "duyarsız kişilik"
egosuna boşuna bel bağlayarak, alışıldık klasiğin çaresizliğine düşmemek adına,
bu yazımı yine genele atfediyorum. Yoksa kişiye özel bir mektup haline
getirirsem, yüreğimdeki birikimden, böyle mütevazı bir iki satırla
kurtulabilmem mümkün olamazdı diyerek, bu konuyu burada kapatalım en iyisi.
Umarım yazımın başlığını neden
HASTALIK koyduğumu yadırgamazsınız. Çünkü vaz geçilemeyen hırsızlık
(Kleptomani) ve ağır duyarsızlık (Şizofreni veya Alzheimer), hastalık olarak
kabul edilirler de ondan. Ayrıca alınmaması gereken bir konumda olunduğu halde
rüşvet alınması da, hibe kabul etmekle değil; ama para çalma alışkanlığı ile eş
değerlidir...
Dünkü Danıştay konuşmasında, Barolar
Birliği Başkanı Feyzioğlu'nun, herkesin Cumhurbaşkanı olacak bir adaya vurgu
yapan, haklı, çok gerekli ve saygılı bir sulh çağrısına bile, tahammül
edemeyip, aslında tarafsız bir Cumhurbaşkanı vurgusuna; Van bahanesiyle klasik
bir Erdoğan ritüeliyle tepki koyması, ismi ne kadar Tayyip Erdoğan bile olsa,
her şeyden önce bırakın koca Türkiye Cumhuriyetini, "Adı Yok"
devletinin Başbakanı konumunda ki bir muhtereme bile asla yakışmazdı. Nitekim
kendisine bile yakışmadı. Bu son gösteri de, Erdoğan'ın ruhsal ve depresif
durumu hakkında ki önceden mevcut endişeleri, açıkça bir kere daha onaylamıştır.
Hele de kendi adına böylesi bir talihsizlik, muhtemel bir Cumhurbaşkanlığı
adaylığının ise asla akla dahi getirilmemesi düşüncesini, tüm izleyicilerde
uyandırmıştır mutlaka.
Aslında konuşma yine hiç işine
gelmeyen Cumhurbaşkanlığı seçimlerine geldiği sırada, başına geleceği anlayıp,
tipik tarzıyla ve seviye kaybına rağmen konuyu Van bahanesiyle saptırarak,
acilen ortamdan savuşması, epikürist Erdoğan manevrasından başka da bir şey
değildi, bu da yenilip, yutulmadı tabiatıyla. Ve bir kere daha anlaşılmıştır
ki, Erdoğan’ı kendi sevgili silahı "provokasyon" ile karşılamak, ona
verilebilecek olan zararın azamisini oluşturmaktadır. Hele de bundan sonra
artık iyice otokontrolünden sapan sinir sistemi ile çocuksu bir provokasyonla
bile baş edebilmesi, asla mümkün olamayacaktır. Durumu gerçekten çok
düşündürücüdür...
Büyük patlamanın tarihçesini
araştırmayı ya da farklı ayetlerin her karakter yapısında farklı çağrışımlar
uyandıran tefsirleriyle uğraşmayı, bir kenara bırakıp, kendi tarihini
araştıranlar, eminim çok daha elle tutulur somut ve işlerine çok daha fazla
yarayacak verilere ulaşacaklardır. Zira en hayati, en güncel bir konumuzda
bile, karar verebilmemiz için, önce yeterli ve de doğru bilgiye sahip
olmamız gerekmektedir.
Kambura yatmış şirazesi üstünde uzuneşek
oynayan herifçioğlu, "Ben hırsızlığı, dolandırıcılığı, günah işleme
meşruiyetimi; ama karda yürüyüp iz bırakmadan, her halükarda - ki iktidarı her
ne pahasına olursa olsun elde tutmak (Makyavelizm) ile tam örtüşen - meşru bir
hak olarak görüyor ve benimsiyorum." DİYEMEDİĞİ için; "LİBERALİM"
diyor ya zaten. Daha nesini soruşturuyorsunuz ki? Yani işin özeğinde
Liberalizm, küreselci Emperyalist hırsızlığın bir yeni türü değil; ama yeni bir
tanımıdır kuşkusuz.
Şeytan+Tanrı dediğimiz
Homosaphien var oldukça, HIRSIZLIK da var olacağından, bu arada kendisi de
artık eskiyen Liberalizmin de kullanım tarihi geçince, gelecek yeni kuşak hırsızlar bakalım kendilerini hangi
tanımlamaya sokacaklardır. İşte asıl tez konusu olması gereken, kanımca da bu
soru olmalıdır aslında…
Tanrı sistemi yarattı. Sistem de bizi
ve diğerlerini. Üzerimizdeki tanrı hakkı, iki anamızdan bir de babamızdan olmak
üzere tamı tamına üç haktır. Sistemlerin yaratıcısı tanrı ise tek ve faktördür,
yani çarpandır. O halde üçün bir ile çarpımı da yine kendisi eder. Dolayısıyla
bizim üstümüzdeki tanrısal hak neresinden bakılsa hep üçtür.
Bunları neden yazdım. Çünkü anneler
gününde tanrısal gerçeğimiz olan annelik hakkı ile hak ettiği gibi yüzleşmemiz
gerekirdi de ondan. Zira yumurtadan itibaren yediğini, içtiğini bizimle
paylaşan, bizi özene bezene dokuyan, yaşam gerçeğimizle yüzleştirerek bizi
birey yapacak olan diplomamızla, ilk vatanımız olan kutsal rahminden azad eden
anacığımız, ya olmasaydı? Bir babamız nasıl olsa olurdu da; ama anamız
olmasaydı acaba var olabilir miydik???.
Ve işte bu yüzden:
Analarına halen sahip olan siz şanslılar! Anneler gününüz kutlu
olsun. Ve o mukaddes yaratıcınızı lütfen daha da sıcak ve anlamlı bir sevgiyle
kucaklayın...
Serendip
Altındal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder