11 Mayıs 2014 Pazar

HASTALIK..

            Hükümetin başındaki ile uzak ara bir gen akrabalığı olmadığı ve tamamen itirazsız bir sicile sahip olduğu halde; lideri olduğu yüce Atatürk'ün partisinin, bir şekilde içine sızdırılan zararlı atıklarla, giderek karinesinin çürütülmeye başladığı bir gemiye dönüşmesinin, tarafsız bir izleyicisi durumunda kalacak en son bireydir bu ülkede Kılıçdaroğlu. Bu konumda kalıyor olması da kendisini, bırakın tarihe geçmeyi, Türk milletinin, üstlerine kocaman çarpı işareti koyduğu tarihin en karanlık sayfalarında, hükümetin halen başında ki muhalifi gibi unutulmaya mahkûm bir sonla yüzleştirecektir.
            İşte bu durum ise, tertemiz sicile sahip bir kimlik adına, maalesef daha da hazin ve izah edilemez bir akıbet olacaktır. Çünkü diğerinin durumu ortada ve herhangi bir fazilet sıkıntısı veya iddiası da esasen yoktur. Hoş kendisi de durumunun farkında ve vahametini kabul etmiyor gözükmeye çalışsa da; ama inkâr edemeyecek konumda olduğunun da bilincindedir.

            CHP merkez yönetiminde, daha da önce yapılması gereken bir revizyona gidilmesi, muhtemel yeni bir umut ışığı olmuştur. Ne ki, sonucu bekleyip görmek gerekir. İkna edici ilk müspet etkiyi ise, Laik ve bağımsız Cumhuriyetimizi, layığı ile temsil edecek ve hepimizin ortak adayı olabilecek bir kimliği, sonuna kadar desteklemekle ortaya koyacaklardır.
            Pekiyi yine aksi olursa ne olur? Mademki ben milletim, o halde haksız yere beni mağdur eden ve kendi sağlığıma zarar verecek olan sıkıntıyı da, içinde hapsedecek enayilerden değilim. Feleğin oğlu bile olsa, bana verdiği ve beni kahredecek olan sıkıntıyı, kendi yüzüne nasıl olsa çarparım. Öyle ya, neticede bana bulaştırmaya kalktığı HASTALIK kendi mikrobunu taşıyor, benimkini değil. O halde bu gerçeği de önce kendisi anlamak zorundadır. Çünkü ben onu, beni de kendisi gibi hasta etsin diye seçmedim.

            Bir mesaj da partiye sokulan Amerikancı ve Gladyocu kuklalara vermek gerekirse; arkanızda olduklarını söyleyenlere sakın ola fazla güvenmeyin, yakında onlarda kendilerini acil revizyona ya sokacaklar ya da sokacaklardır nasılsa. Ve ortada dımdızlak, kaderlerinize terk edilmiş kaldığınızda, o zaman ne demek istendiğini, hiç şüphesiz hüsranla anlayacaksınız efendiler.
            Ne yazık ki, ülkemizde salgın bir hastalık haline gelen "duyarsız kişilik" egosuna boşuna bel bağlayarak, alışıldık klasiğin çaresizliğine düşmemek adına, bu yazımı yine genele atfediyorum. Yoksa kişiye özel bir mektup haline getirirsem, yüreğimdeki birikimden, böyle mütevazı bir iki satırla kurtulabilmem mümkün olamazdı diyerek, bu konuyu burada kapatalım en iyisi.
            Umarım yazımın başlığını neden HASTALIK koyduğumu yadırgamazsınız. Çünkü vaz geçilemeyen hırsızlık (Kleptomani) ve ağır duyarsızlık (Şizofreni veya Alzheimer), hastalık olarak kabul edilirler de ondan. Ayrıca alınmaması gereken bir konumda olunduğu halde rüşvet alınması da, hibe kabul etmekle değil; ama para çalma alışkanlığı ile eş değerlidir...

            Dünkü Danıştay konuşmasında, Barolar Birliği Başkanı Feyzioğlu'nun, herkesin Cumhurbaşkanı olacak bir adaya vurgu yapan, haklı, çok gerekli ve saygılı bir sulh çağrısına bile, tahammül edemeyip, aslında tarafsız bir Cumhurbaşkanı vurgusuna; Van bahanesiyle klasik bir Erdoğan ritüeliyle tepki koyması, ismi ne kadar Tayyip Erdoğan bile olsa, her şeyden önce bırakın koca Türkiye Cumhuriyetini, "Adı Yok" devletinin Başbakanı konumunda ki bir muhtereme bile asla yakışmazdı. Nitekim kendisine bile yakışmadı. Bu son gösteri de, Erdoğan'ın ruhsal ve depresif durumu hakkında ki önceden mevcut endişeleri, açıkça bir kere daha onaylamıştır. Hele de kendi adına böylesi bir talihsizlik, muhtemel bir Cumhurbaşkanlığı adaylığının ise asla akla dahi getirilmemesi düşüncesini, tüm izleyicilerde uyandırmıştır mutlaka.
            Aslında konuşma yine hiç işine gelmeyen Cumhurbaşkanlığı seçimlerine geldiği sırada, başına geleceği anlayıp, tipik tarzıyla ve seviye kaybına rağmen konuyu Van bahanesiyle saptırarak, acilen ortamdan savuşması, epikürist Erdoğan manevrasından başka da bir şey değildi, bu da yenilip, yutulmadı tabiatıyla. Ve bir kere daha anlaşılmıştır ki, Erdoğan’ı kendi sevgili silahı "provokasyon" ile karşılamak, ona verilebilecek olan zararın azamisini oluşturmaktadır. Hele de bundan sonra artık iyice otokontrolünden sapan sinir sistemi ile çocuksu bir provokasyonla bile baş edebilmesi, asla mümkün olamayacaktır. Durumu gerçekten çok düşündürücüdür...
                       
            Büyük patlamanın tarihçesini araştırmayı ya da farklı ayetlerin her karakter yapısında farklı çağrışımlar uyandıran tefsirleriyle uğraşmayı, bir kenara bırakıp, kendi tarihini araştıranlar, eminim çok daha elle tutulur somut ve işlerine çok daha fazla yarayacak verilere ulaşacaklardır. Zira en hayati, en güncel bir konumuzda bile, karar verebilmemiz için, önce yeterli ve de doğru bilgiye sahip olmamız gerekmektedir.

            Kambura yatmış şirazesi üstünde uzuneşek oynayan herifçioğlu, "Ben hırsızlığı, dolandırıcılığı, günah işleme meşruiyetimi; ama karda yürüyüp iz bırakmadan, her halükarda - ki iktidarı her ne pahasına olursa olsun elde tutmak (Makyavelizm) ile tam örtüşen - meşru bir hak olarak görüyor ve benimsiyorum." DİYEMEDİĞİ için; "LİBERALİM" diyor ya zaten. Daha nesini soruşturuyorsunuz ki? Yani işin özeğinde Liberalizm, küreselci Emperyalist hırsızlığın bir yeni türü değil; ama yeni bir tanımıdır kuşkusuz.

            Şeytan+Tanrı dediğimiz Homosaphien var oldukça, HIRSIZLIK da var olacağından, bu arada kendisi de artık eskiyen Liberalizmin de kullanım tarihi geçince, gelecek yeni kuşak hırsızlar bakalım kendilerini hangi tanımlamaya sokacaklardır. İşte asıl tez konusu olması gereken, kanımca da bu soru olmalıdır aslında…

         Tanrı sistemi yarattı. Sistem de bizi ve diğerlerini. Üzerimizdeki tanrı hakkı, iki anamızdan bir de babamızdan olmak üzere tamı tamına üç haktır. Sistemlerin yaratıcısı tanrı ise tek ve faktördür, yani çarpandır. O halde üçün bir ile çarpımı da yine kendisi eder. Dolayısıyla bizim üstümüzdeki tanrısal hak neresinden bakılsa hep üçtür. 
         Bunları neden yazdım. Çünkü anneler gününde tanrısal gerçeğimiz olan annelik hakkı ile hak ettiği gibi yüzleşmemiz gerekirdi de ondan. Zira yumurtadan itibaren yediğini, içtiğini bizimle paylaşan, bizi özene bezene dokuyan, yaşam gerçeğimizle yüzleştirerek bizi birey yapacak olan diplomamızla, ilk vatanımız olan kutsal rahminden azad eden anacığımız, ya olmasaydı? Bir babamız nasıl olsa olurdu da; ama anamız olmasaydı acaba var olabilir miydik???.

         Ve işte bu yüzden:
         Analarına halen sahip olan siz şanslılar! Anneler gününüz kutlu olsun. Ve o mukaddes yaratıcınızı lütfen daha da sıcak ve anlamlı bir sevgiyle kucaklayın...

                                                                                                          Serendip Altındal


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder