Tarih
kimsenin malı değildir. Dolayısıyla da hiç kimse tarihi kendi soyu, sopu ve
şeceresine mal edemez. O halde tarih bütün kişi ve kurumlar tarafından bağımsız
olarak, sadece bulgu ve belgelere dayanarak ele alınmalı ve uluslararası ortak aklın
görüşleri çerçevesinde, tarihsel özeğine sadık kalınarak toplumlara adil
biçimde aktarılmalıdır. Çünkü her ulus kendi gerçek özünü tanıma hakkına
sahiptir. Ve ancak bu sayede insana da uygar denilebilir.
Ya da bazı tarih yazarlarının
yaptığı gibi çeşitli tarihçilerin subjektif görüşleri alınarak ana fikir okura
bırakılmalıdır. Ancak bu doğrultuda tarihsel kaynaklar hakkında gerekçeli bilgiler
oluşabilir ve yine gerekçeli kararlar adil biçimde öze sadık kalınarak
alınabilir. Öyle ki özne her ne ve hangi hususta ise geçmişle alakalı bir
bilgiye bilgi diyebilmemiz için bu perspektife, azami itina ile sahip olmak
zorundayız.
Mesela bazı Batılı tarihçilerin
Osmanlı Rumeli’de kuruldu deyişiyle, Osmanlı İmparatorluğunu bile kendilerine
mal ettikleri de asla unutulmamalıdır. Aslında Oğuzların Kayı boyundan olan
Osmanlı’lar, diğer göçebe Türk boylarını, yerleşik olmadıkları için Türkmen
başlığı altında dışlayarak lakin ordularında kullandıkları Hristiyan
devşirmelere (Yeniçeri) ve paralı Bizans askerlerine rağmen, Ordunun tamamına
yakını olan Türkmenler (Türkler) sayesinde yüzyıllarca Dünyanın en uygar ve
güçlü Devleti olarak ayakta kalabilmişlerdir.
Hâlbuki Osmanlılar Türklerin göçebe
değil kendileri gibi göçer konar olduğunu ve ancak yerleşke olmaya müsait
habitat ve stratejik olanaklarıyla gelecek vadeden topraklarda, derhal ve geleceği
Dünya İmparatorlukları olacak Devletler kurduklarını da iyi biliyor
olmalıydılar. Ne yazık ki kendileri de kurucu boy beyleri Osman’a ve Türk
ilkelerine tamamen sadık kalmamışlardı.
İşte alfabelerini bile uygar
Türklerin tamgalarından; anlamlarını çözemedikleri için de sadece sembollerini
kopya ederek telif hakkını bile yok sayarak aşıran Latinlerin gözünde, Türk tarihinin
Osmanlısı bile Rumelili sayılırken, Osmanlı monarşisini devirdikten sonra Dünya
tarihini yeniden değiştirerek, Türkiye Cumhuriyetini kuran Türklerin Asya
Devleti olduğunu iddia etmek, Latin paradoksu değil de nedir. Hadi gel de şimdi
kendi tarihini bir de bu sözüne güvenilemez sahtekârlardan, öğrenmeye kalk!
Aman ha, denemeyin bile sakın. İşte yeter ki bu bilinci ceman sahiplenmiş
olalım...
Böylece Devletler hukuku ve insan
hakları masalcılarıyla, muhtelif vesilelerle Saraylarda, Şatolarda ve tarihi konaklarda
verilen en seçkin ziyafetlerde bile altın tabaklarda önümüze sunulan ve ne
olduğunu bilmediğimiz yiyecekleri bile yemeden önce, en az iki defa düşünürüz
belki.
Yani özetle: Konu özellikle de kendi
tarihimiz ise bunu yabancılardan değil, öncelikle hayatını ve tüm mesaisini tarihine
adamış ve otorite kabul edilen 39 Türkçe lehçeyi bilen rahmetli Kazım Mirşan ve
diğerleri gibi milli tarihçilerimizden öğrenmeliyiz. Bağlamında kendi
yorumlarımızı oluştururken, tarafsız diğerleriyle de karşılaştırırsak, daha
geniş ve detaylı perspektiflerde kazanabiliriz kuşkusuz.
Mesela birisi eliyle bana, karşı
dağları işaret ederek onların kendisine ait olduğunu söylüyorsa; ben orada
gözüme ilişen bir iki kulübenin içinde kimlerin oturduğunu, nasıl yaşadıklarını
ve çevrelerine nasıl baktıklarını (görelilik) düşünürüm ilk önce ne hikmetse. Aslında
karşıdaki dağların sahibi olduğunu söyleyen, onları bana işaret ederken, o ana
kadar görmediğim ve varlığının dahi bilincinde olmadığım bir düşünceyi kafamda
oluşturmuştur gerçekte.
Suriye’nin Kuzeyinde cebelleşmekte
olduğumuz Coni de bizi aynı Latin ninnisi ile uyutmaya kalkıyor. Biz uykuya
dalarken Kıbrıs’ı da elimizden alma hesapları yapıyor aynı paralelde. İslam
Federasyon Devletini hedefleyen bir cephe Güneydoğu hudutlarımızda açılmışken, Türk
bölgesini bile yok sayan bir diğerinin, Kıbrıs da oluşturulduğu görülüyor. Bizimki
ise uzatmalı İslam ninnisini ha babam, uyumaya hiç niyeti olmayan milletin kulağına
fısıldayıp duruyor…
Serendip
Altındal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder