18 Haziran 2012 Pazartesi

İSLAMI ARARKEN..

            Hz. Muhammed; ‘bizden sonra İslam 73 fırkaya ayrılacak, bunlardan sadece bir tanesi kurtuluşu bulacak, diğerleri yok olacaktır’ diye buyurmuştur. Bu fırka hangisidir diye sorulduğunda da, ‘benim ve ashabımın yolundan gidecek olanlar’ demiştir. İşte bu gerçeğin ışığında İslami perspektiften bakıldığında, Kuranda da yazdığı gibi İslam’da mezheplere, hele de tarikatlar, cemaatler, dergâhlar, tekkeler, zaviyelere vb. kısaca ayrımcılığa asla yer olmadığını görüyoruz. Sadece görmüyoruz, özgür ve bağımsız düşünemeyen çoğunluk adına, nafile olduğunu bile bile de temcit pilavı gibi tekrarlıyoruz.
            Ne var ki, insan olarak da bilinen şeytan-tanrının tekliğine has, sosyolojik ve de ekonomik-politik egosu nedeniyle, kendisini aynı zamanda birey yapan ‘inanç’ yetisinin, peygamberin kısa ömrüyle özdeş olarak, sadece 23 yıl süren - kendi insanı değerleriyle örnek yaşantısıyla, dekore ettiği liderlik dönemi süresince – özüne dönük bir ahde vefa gösterebildiğini de, işaretlemeden geçemiyoruz.
            Nitekim peygamberin ölümünden sonra, daha ilk halife Ebu Bekir döneminde bile ilerde mezhepleri oluşturacak ilk sapmalar başlamıştı. Bunu da temel alınca gerçek İslam’ın tarihte ancak 23 yıl dayanabildiğini, 1500 yıldan bugüne sarkanınsa aslında tefsirleri olduğunu ve İslam’da nasıl böyle olduysa, diğer dinlerde de bundan farklı olmadığını anlıyoruz. Mesela 2000 yıllık İncilin bile 4000 den fazla tefsirinin var olduğu biliniyor. Hangisini temel alsın ki inanç sahipleri.
            İşte bizim bugün özgün ve bağımsız akıl yoluyla da kolayca varabildiğimiz bu bilginin, aynı zamanda temel İslamın da hak, adalet, insana özgü bir akıl ve erdem dini olduğunun altını çizmemize vesile olduğunu bilerek, başka da bir itilafa mahal bırakmadan, İslami portreyi tamamlayalım. Pekiyi kendilerini her vesilede Müslüman satarken, aynı doğrultuda bu resmin dışında kalanları ne yapalım. Ben kendi adıma onları size havale ediyorum. Onlar için ne diyor, ne diliyorsanız benimde kabulümdür.

            Biz bunları söyleşmekte olalım, birileri önceden hazırlanmış futbol sahası konumlu ‘showroom’ larda, binlerce taşınmış şakşakçı figüran önünde, ağdalı dizelerle, ülkesinin öz kaynakları yetmiyormuş gibi şimdi de dinini, çok uluslu sömürgenlere pazarlıyor. Asırların biriktirdiği fırkalar cürufunun üstüne adeta tüy diker gibi ve de İslamı bir daha yok sayarcasına, Okyanus ötesine kendi kendini sürgüne yollamış sahte, Vatikan kurgulu yarım vaize, açık davetiye çıkartıyor. Hoş hazret bu davete ne kadar icabet edecektir, o da ayrı bir vuslattır(!). 
            Bu meşhur(!) vaizin - belki de kendisine kalsa çoktan gelecekti ama ona kimse sormuyor -  ‘Türkiye’de güvenli ortam yok’ gerekçesiyle dönmemesinin ardında yatan ana nedense, Amerikalı sahibinin bu kadar emek ve masrafla yarattığı ürünü, Atatürk’ün Türkiyesi’nin bir Humeyni İran’ı olmadığını iyi bildiğinden, uygun ortam oluşmadan da riske atıp kaybetmekten korktuğu olsa gerektir. Bekleyelim bakalım, nasıl olsa yakında bunun da bombası patlayacak, biz de göreceğiz, el mahkûm!
            Bu arada komşumuzun yeni lideri ki, her ne kadar tek başına lider olamasa da, yakın geleceğin adayı olarak, başta AB olmak üzere hepimize(!) hayırlı ve kafasının içi kararmışlara da ışık olsun.

            Sözün özü; kendi spiral devinimi içinde oluşmuş mezhepler sarmalına, sözde İslam’ın en yeni ve Vatikan kurgulu versiyonu, yeni bir dinler baharı formatıyla Türkiye merkez üssünden, bütün Ortadoğu ve Müslüman dünyasına tepeden monte edilmeye hazırlanıyor.
         Bu yapılırken de paralelinde, çeşitli şerefsiz ve satın alınmış kişiler ve odakların bombardımanı altında bırakılan şerefli Türk ordusu, yarın Okyanus ötesinden bu defa silahla gelmeye cesaret edebilecek erik hırsızı Amerikalının, bahçesine yalancı kabadayılar gibi elini kolunu sallaya sallaya – Irana olduğu gibi – gireceği dirençsiz ortamı bulabilmesi adına yıpratılıyor, etkisiz bırakılmaya çalışılıyor.
          Ne var ki, bu milletin atasının ‘TÜRK’ ve bizi iyi tanıyan, hesap bilir Almanlarında dediği gibi ‘unberechenbar’ (hesaplanamaz) veya Napolyon’un da tabiriyle ‘belki öldürülebilir ama asla esir alınamaz’ olduğunu unutuyor.
                                                                                                         
                                                                                                          Serendip Altındal


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder