Ortadoğu’yu
mesken tutmakta ısrarcı olan ABD, bu ısrarını yeni bir Dünya Savaşına yol
açmadan gerçekleştirebileceğine inanıyorsa, işte bu gerçek bir absürt çelişkidir.
Bu durumu uzaktan ve yorumsuz izleyen Medya dediğiniz ise, bir azınlığı tenzih
etmek kaydıyla, esasen işin gırgırında, hak etmeden kazandıklarının
kaygusundadır. Doğan medya ile Demirören medyanın, Doğan ayağının havlu
atmasıyla, artık zorunlu hale de gelen bileşkesinden, bundan sonra da hanidir
özgür olmayan bir Hürriyet bile çıkamayacağı gün gibi aşikârdır.
Aydın Doğan’ın yaşından dolayı havlu
attığı söyleniyor. Oysa yaşlandıkça öz değerler, ahde vefa, erdem, kimlik,
kişilik gibi kavramlar pekişir, çelikleşir bilhassa da yaşlılarda. Meğerki öz
hamur sağlam olsun. Aydın Doğan da ne yazık ki ruhunu maddiyatına teslim etmiş
olanlardan biridir anlaşılan. Çevrenize bakarsanız her meslek grubunda iki
kategoriye de uyan sayısız örnekler göreceksiniz.
Sırası
gelmişken ve yaşlılardan bahsetmişken yazalım bari belki faydası olur. Kendisi
de ruhunu (erdem, asalet) menfaatlerine teslim etmiş olanlardan biri olan ve 33
yıllık istibdadından sonra Sarayında tutuklu iken 10 Şubat 1918 tarihinde ölen
Abdülhamit’ten, o zamanki yandaş medya da bile sadece küçük bir haber yayınlanmıştı.
Yani şaşmaz kader onun da kapısını çalmıştı sonunda. O da gittiğiyle ve sadece tarihteki
bir, iki paragrafıyla kaldı anlayacağınız.
Afrin’in Doğusundan itibaren
Kandil’e kadar uzanan alanda konuşlanan ABD terörist ordusu ile kaçınılmaz takışmamız,
bizim milli meselemiz olurken; işportacı ABD için, orada açtığı pazarda
satacağı, sadece yeni bir tezgâh emtiası olacaktır. O da şayet bölge insanları
bu malı yiyecek olurlarsa tabi. Ki aklını artık kullanmayı öğrenen ve gözü
açılan bölge insanlarının ise buna hiç meyli yoktur.
Bu nedenle de ABD için hiç bir nefsi
müdafaa niteliği taşımayan ve ana toprağından çok uzaklarda olan bu tehlikeli
sulardaki mevcudiyetinin, kendi adına taşıdığı büyük risk ortadayken, çapulcu
beslemelerini Afrin ve diğer bölgelerde olduğu gibi sarsılmaz Mehmetçiklerimizin
karşısında, yine kaderlerine terk etmek zorunda kalacağı açıktır.
Esasen ABD, en başta Rusya ve
Çin’in, aşağı ve küçük Asya hudut kapılarındaki bu mide bulandıran oynaşmalardan
ziyadesiyle rahatsız olduklarının ve o bölgelerde bir bağımsız Kürdistan
antetli; ama aslında tescilli bir ABD/Israil varlığına asla tahammül
edemeyeceklerinin de kuşkusuz bilincinde olmalıdır. Çünkü bunun aksi, yeni bir
Dünya Savaşının kaçınılmaz tetikçisi olur ki bu da başta merkezi ülkeler olmak üzere
bütün iştirakçilerin, toplu intiharları demek olacaktır.
Tüm bu koşulların yoğunlaştığı zaman
ve mekânda Erdoğan Hükümetinden hala bir milli çözüm beklemek, buna umutlanmak
ise, Temmuz sıcağında Uludağ’da kar beklemekle eş anlam taşır. Bu durumda da
milli çözüme, İstiklal Harbinde olduğu gibi ancak Türk Ulusunun milli
birliğinin ortak tensibi ile ulaşılabileceği, bunamış idraklerin bile
yadsıyamayacağı bir gerçek olmuştur artık.
Yazgı ve çizgisi bol, boş
mugalataları acilen terk edip, milli insanlarımızla, hayati önemdeki milli
meselemize, salt milli gözle bakmamız, bundan böyle kaçınılmazımızdır. Hele de
Başkanlıkla buluşan, ne mene bir seçimin kapıda olduğu ve bütün geleceğimizi
tersyüz edecek bir ortamın, hiçbir Devletin seçim tarihinde yer almamış
otokratik bir manipülasyonla ve bütün Demokratik haklarımızın kadük edildiği
bir hazırlık çerçevesinde yapılıyor olması, asla kabul edilir değildir.
Yoksa bu şartlarda oluşturulan bir
seçimin tek bir kazananı olur ki aslında bu da kazandığını sanan, yeni Osmanlı
rüyası içindeki müstevli için bile büyük bir kayıptır gerçekte. Bu durumda ise
çaresizlikle günü kurtarmak adına boş safsatalarla dakikası bile kıymetli kalan
zamanı boşa harcamak, havanda su dövmekle sadece eşdeştir. İşbu yazı kendilerini
milli muhalefet kabul eden Partiler, siyasiler, resmi, sivil bütün milli ve
milliyetçi kurumlarımız için yazılmıştır…
İkinci Dünya Savaşından sonra,
savaşın galibi ABD’nin yönetiminde, ekonomisinde posta başı olan Siyonistlerin
baskısıyla kurulan küçük İsrail Devletinin varlığı bile bütün Ortadoğu’yu tek
başına karıştırmaya yetmiştir. Sonra da Arap Baharıyla daha da büyüyen kargaşa,
aslında AB’li olanlarının giderek aleyhine gelişmişken, ABD emperyalistinin nasıl işine
yaradığı, menfaatine nasıl daha uygun hale geldiği de görülmektedir. Aynı bağlamdaki
BOP Projesinin ve eş başkanlığının gerçek nedeni de açıkça ortaya çıkmıştır.
Şimdi bu şartlar altında ki
Türkiye’miz, özellikle ‘güç oyunu bozar’ prensibiyle, şayet Rusya ile
olmayacaksa; Çin, İran, Kuzey Kore, Japonya vs. - ya da her kim ciddi ise - ile
acilen bağımsız bir nükleer güç sanayii
ortaklığına imza atmak zorunluğundadır ve bundan başka da çaresi kalmamıştır artık.
Bakalım eş Başkan buna ne diyecektir?…
Hilafet konusunda da Atatürk hakkında
birçok spekülasyonun yapıldığı bu günlerde, o günlerin canlı şahitlerinden ve
Atatürk’ün sevdiği gazetecilerden birisi olan Ahmet Emin Yalman’ın anılarından
derlediğim bir yazıyı aşağıda görüşlerinize sunuyorum. Sonuna kadar dikkatle
okumanızı mutlaka öneriyorum…
Harp cephesinde işin kolaydır. Çünkü
düşmanın karşında ve sana da hiç muhabbetle bakmıyordur. Ne ki sivil cephede
durum farklıdır. Çevrendeki ve sadece kendi nefsine faydası olan, hepsi de aynı
gözler ve suratları taşıyan, riyakâr insanlar arasında dostu, düşmanı ayırman
zordur. İşte Atatürk; istisnai dehasıyla bu problemi de aşmasını bilmişti
elbette.
Üniformasını çıkarttığında kendisini
çıplak hissetmişti. Aşağıda ki resimde görüldüğü üzere, Erzurum Kongresinde,
etrafındaki, azim ve kararlılıkları gözlerinden okunan yürekli milli
birlikçilerin lideri olarak ilk sivil görevine başladığında, üstündeki
jaketatayı bile emanetti. Allah gani gani rahmet eylesin. Ey yüce Türk evladı,
o yattığın yerde, kristal ışık huzmen içinde ebediyen uyu.
17 Ocak 1923’de Ankara’nın İstanbul temsilcisi Hamid Bey’den
bir haber geldi: İstanbul’un altı gazetecisi Gazi tarafından İzmit’e
çağırılmıştı. Belli başlı gazetecilerden çağırılmayan yalnız “Tasvir-i Efkâr”
başyazarı Velid Bey’di. Pendik iskelesinde buluşacak ve küçük bir vapurla yola
çıkacaktık.
İzmit’teki münakaşa konusu ne olacaktı? Bunu hepimiz merak
ediyorduk. Benim hatırıma, Halk Partisi’nin kuruluşu etrafında yükselen
itirazlar geliyordu. Gazı belki de bunları cevaplandırmak, yarın hesabına
tutacağı yolu belirtmek istiyordu.
İzmit’te sevimli Mutasarrıf (sonraki İstanbul Polis Müdürü)
Sadettin Bey bizi karşıladı. Doğruca Sultan Aziz’in İzmit’e seyahati sırasında
yapılan saraya gittik. Orada karşılaştığımız her şey, mühim hadiselerin
arifesinde olduğumuzu belirtiyordu. Büyük salonun bir tarafında bir kürsü
vardı. Önünde Büyük Millet bir grup not almak üzere sıralanmıştı. Dr. Adnan
Bey’le Halide Hanım’ın toplantıda bulunmak üzere Ankara’dan gelmiş olmaları da,
olağanüstü bir şeyler cereyan etmek üzere olduğu hakkındaki kanaatimizi
kuvvetlendiriyordu.
Akşama doğru Gazi, salona girdi, kürsüye geçti. Halide Hanımla
Dr. Adnan Bey yan tarafta, biz gazeteciler ise karşısında yer aldık. Gazi, çok
sevdiği annesini tam o günlerde kaybetmişti. Çok üzgün görünüyordu, yol
yorgunu olduğu da göze çarpıyordu.
Konuşma şu sözlerle başladı:
‘"Size bir sual soracağım. Her birinizin cevabını ayrı
ayrı anlamak istiyorum: Hilafet’in istikbali hakkında ne düşünüyorsunuz?”
Sıra ile suale cevap verdik. Hepimizin söyledikleri, İstanbul’un
bütün İslam âlemine merkez olacak bir Hilafet şehri halini alması, burada aydın
bir ruh taşıyan dini müesseseler kurulması, İslam memleketlerinden binlerce
öğrenci ve ziyaretçi gelmesinin sağlanması tarzında noktalar üzerinde
duruyordu. Gazi, bizi sabırla dinliyordu. Cevaplarımız yarım saat kadar zaman
almıştı. Sözlerimiz bittikten sonra Gazı’nin ağzından şu sözleri işittik:
“ İsmet Paşa’va bu bahsi açtığım zaman o da sizin söylediğiniz
tarzda şeyler söyledi, fakat hepiniz aldanıyorsunuz. Hilafet’in mutlaka
kökünden İlga edilmesi lazımdır.”
O salona birdenbire yıldırım düşmüş gibi bir his duyduk.
Hilafet’in ilgası gibi bir fikrin her hangi bir kimsenin hatırının kenarından
geçebileceğini düşünmek bile kudretimizin dışında bir şeydi. Bunun dokunulmaz,
lüzumlu, ilgasının imkânsız bir şey olduğu fikri eskiden beri zihinlerimizde
yerleşmiş bulunuyordu. Bir Katolik topluluğuna Papalığın ilgasından
bahsedilse, ne gibi tepki uyanabilirse biz de o yolda bir tepkinin etkisi
altındaydık. Şaşırmış kalmıştık.
Mustafa Kemal Paşa dedi ki :
“Sözlerimin sizde tereddütler, itirazlar yarattığını
görüyorum. Hiç sıkılmayın, içinizi bana serbestçe dökün. İşin her safhasını
beraberce aydınlatalım. Bu düşünceyi candan benimsemenizi ve inanarak
yazacağınız yazılarla bu ıslahat hamlesinin zeminini hazırlamak üzere bana
yardımcı olmanızı istiyorum.”
Sözüme Atanın cevabı Birer birer itirazlarımızı
söyledik. Gazi hepimize uzun, inandırıcı cevaplar verdi. Bu arada ben de dedim
ki:
“Bu memlekette bir mutaassıp hoca grubu var. Halk aydın din
adamlarının değil, taassup erbabının tesiri altındadır. Bunlar elbette
ıslahata karşı koyacaklardır, halkı da peşlerinden sürükleyeceklerdir. Bu
tehlikeye karşı tedbiriniz nedir?”
Gazi’nin cevabı şu oldu:
“Bahsettiğiniz cahil ve mutaassıp güruh, aslında hesaplı
nüfuz ve menfaat simsarlarıdır. Hükümet’e başvururlar, derler ki: ‘Halk bizim
arkamızdadır. Bizim istediğimizi yapmazsanız işiniz kötü olur.’ Halka karşı da
şöyle bir lisan kullanırlar: ‘Hükümet bizim avucumuzun içindedir. Bizim her
sözümüze uymazsanız bizim himayemize sığınmazsanız, perişan bir hale
düşersiniz.’
Biz bu hilekâr nüfuz simsarlarına hiç kulak asmazsak ve
Hükümet’in hiçbir surette kendilerine değer vermediğini belirtirsek, bunlar hiç
haline inerler.”
Atatürk’ün cevabı güzeldi, iç açıcıydı. O zaman bu görüşün
doğruluğuna bayıldım, fakat yıllarca sonra çok partili hayat başladıktan sonra
belli oldu ki siyasi partiler Atatürk’ün işaret ettiği berrak yolda yürümek
dirayetini gösteremediler. Halk üzerinde itibarlı sayılan nüfuz ve menfaat
simsarlarını kendi taraflarına çekmek için yanşa çıktılar. Bu yüzden gerilik
ağır bastı, terakki ve ıslahat yolları kökünden tıkandı,
Gazi’nin o gün arkadaşların hepsine verdiği güzel cevapları
merakla, heyecanla dinledim. Bu müstesna dimağın berraklığına, derinliğine,
intizamına, süratli kavrayışlarına, cesaretine hayran kaldım. Sosyolojideki
ölçülerle rehberlik, uzağı herkesten evvel ve herkesten iyi görmek, herkesten
ziyade cesaret göstermek ve umumun imkânsız sandığı bir şeyin yapılabileceği
hakkında nefse güvenmek manasına gelir. Mustafa Kemal Paşa’nın bu anlamda tam
bir rehber olduğunu, Anadolu mücadelesinde imkânsızlıkları imkâna çevirmesi
geniş ölçüde ispat etmiş olduğu gibi, İzmir’deki tarihi konuşmaları da bir kere
daha meydana koymuş oldu,
O akşamın konuşması, gece saat üç buçuğa kadar devam etti.
Geniş bir salonda hep bir arada yapılan yataklarımıza yorgun bir halde
uzandık. Fakat ilk şahitleri olduğumuz tarihi inkılap hazırlığı o kadar
mühimdi ki uzun zaman gözlerimizi kapayamadık, münakaşa devam etti. Bunlar
belli ediyordu ki Mustafa Kemal Paşa hedefine varmıştı, Hepimizin
tereddütlerini gidermiş, konunun manasını kavramamızı ve büyük tarihi inkılabı
benimsememizi sağlamıştı,
Zararlı İkilik Ertesi sabah tekrar toplandık. Daha
ziyade Gazi’niıı söylediği önemli sözleri dinlemek suretiyle üç saat daha
geçti. Söylediklerinin özü şunlardı:
“İstiklal mücadelesi sahasındaki tarihi vazifemi tamamladım,
bir kenara çekilmek içimden geliyor. Siyasi hayat insanları yıpratır. Bunu da
biliyorum, fakat başladığım işi yarıda bırakamam. İnkılap mücadelelerine devam
etmek vazifemdir. ”
Mustafa Kemal Paşa’nın Hilafet hakkında bize söyledikleri
şunlardır: “Eski Hanedanın Halifelik adı altında memlekette kalması, tehlikeli
bir ikilik yaratacak, ahenkli ve temelli bir şekilde gelişmemizi imkân haricine
çıkaracaktır. Müstemlekeci devletlerin hiç vazgeçmedikleri usul, Müslüman
memleketlerini taassup zincirine bağlı tutmak, böylece göz açmalarını, hak ve
hürriyet aramalarını önlemektir. Bize de yarın paylaşacakları bir sömürge
gözüyle baktıkları için yıllardan beri bizi üç yüz milyon Müslüman’ın
halifeliği sözüyle oyalamışlar, böylece bizi taassup baskısı altında tutmaya
uğraşmışlardır. Hâlbuki bu 300 milyonluk dayanışma iddiasının hiçbir esasa
dayanmadığı, Cihan Harbi’nde emperyalist devletlerin Müslüman uyruklarını,
düşman sıfatıyla her cephede karşımızda görmemizle ve Almanların tesiriyle
ilan ettiğimiz Mukaddes Cihat’ın hiçbir netice vermemesiyle belli olmuştur.
Biz Hilafeti ilga ettiğimiz zaman sömürgeci ve emperyalist
devletler, ‘Bizi tehdit eden bir tehlike ortadan kalktı, Müslüman birliği
sistemi sarsıntıya uğradı..,’ diye sevinmeyecekler, ‘Bize Müslüman
memleketlerini uyuşuk bir halde tutmak imkanını veren bir vasıta elimizden
kaçtı,’ diye dövünecekler, bize karşı hücuma geçeceklerdir.”
Gazi’nin dış âlemi ne kadar iyi tanıdığı ve o zamanki
dünyaya ait davaları ne kadar iyi kavradığı derhal belli oldu. O sıralarda
bize karşı daima düşmanca yazılar yazan “Daily Telegraph” gazetesi başta olmak
üzere İngiliz gazetelerinden çoğu: “Bu ne gaflettir, Hilafetin etrafındaki
birliği elden kaçırıyorlar,” diye bize karşı şiddetli hücumlara geçtiler,
inkılap ve terakkimizin karşısında olduklarını böylece apaçık belirttiler.
Yeni bir zemin hazırlanıyor İzmit’te bulunan
gazetecilerin hepsi oradan döner dönmez Hilafet ’in ilgasına umumi efkârı
hazırlamaya koyuldular. Gazi Mustafa Kemal Paşa da Meclis’te Seyit Bey gibi
İslam hukukunu iyi bilenleri vazifeye çağırmış, aynı konu etrafında yayınlar
yapılmasını, konferanslar verilmesini sağlamıştı. Böylece tarihin en muazzam
inkılaplarından biri, hiçbir zor kullanılmadan, tamamıyla ikna kuvvetiyle
yürütüldü, “Halife olmazsa Cuma namazı kılınmaz” yolunda iddialarla böyle bir
meseleyi münakaşa konusu yapmaktan çekinenlerin hepsi: “Hakikat bu kadar sade
ve aşikârmış da biz nasıl bunu görememişiz” diye konuşmaya başladılar ve Hilafet’in
ilgasını benimsediler. Gerçek şudur ki Atatürk, İzmit’te bizimle buluşmasında
Hilafet’in ilgası sözünü kullanıncaya kadar Türkiye’de hiç kimse, böyle bir
şeyin yapılabileceğini değil, böyle bir düşüncenin her hangi bir kimsenin
hatırının kenarına gelebileceğini bile tasavvur etmiyordu. Kısa bir zaman
sonra ilganın normal ve tabii bir şey imiş gibi kabul edilmesinin, artık
üstünde durulmamasının hikmeti Atatürk’ün sihirli dehasını büyük bir sabırla
kullanmayı bilmesinden ve Kurtuluş Mücadelesinde geçirdiği liderlik
imtihanından sonra kendisine güvenin ve ikna kudretinin hudutsuz olmasındadır, O
zaman hadiselerini yakından izleyen bir gazeteci sıfatıyla benim iddiam şudur
ki, parti ayrılığı yolunda bir müddet gidilmeseydi, Atatürk, bütün mücadele
arkadaşlarını yeni bir milli misakı yürüten bir milli blok halinde bir arada
tutsaydı, Türkiye’de halledilmemiş hiçbir mesele kalmazdı, ikilik istidatları
kökünden önlenirdi. Bu arada din kudreti gitgide kara kuvvetin eline geçmez,
laiklik yanlış anlaşılmaz, terakkiyi destekleyen nurlu bir din anlayışı kök
tutardı. Bir taraftan da çok partili hayat için sağlam bir temel, yavaş yavaş
hazırlanırdı.
Burada hatırlatmak istediğim bir nokta var: İzmit’te Atatürk
tarafından yapılan tarihî konuşmaların notları Büyük Millet Meclisi’nin
hizmetindeki zabıt kâtipleri tarafından harfi harfine tutulmuştur. Gerek Atatürk’ün
berrak ve parlak dimağı ve gerek laiklik anlayışı bakımından ortalığa ışık
tutacak bir nitelik taşıyan bu konuşmaların ortaya çıkması ve bir an evvel
yayılması mutlaka lazımdır. Atatürk’ün vazife hayatına ait bir takım
vesikaların neşrinin sonraya bırakılmasına lüzum görülse bile böyle bir düşüncenin
Hilafet’in ilgası gibi tarihe tamimiyle mal olmuş bir mesele hakkında yeri
olamaz.
Hedefe mutlaka varılacak! İzmit’te Atatürk’ten
aldığım ilhamların hızıyla, umumi efkârı Hilafet’in ilgasına ve diğer bu gibi
radikal inkılap hareketlerine hazırlamak için bir hayli yazı yazdım. İzmit’ten
döner dönmez 20 Ocak 1923 tarihli “Vakit” için yazdığım ilk yazıda şu sözler
vardır: “İnkılabın tılsımı ve yeni bir varlığın anahtarı, Türk milletinin
elindedir. En cüretlilerimizin ve en ileri yenilik taraftarlarının bile
tasavvur edemeyecekleri bir yarın hazırlanacak ve bunun karşısında memleketin
içindeki ve dışındaki ufak çapta kafalar, bütün hesaplarında yanıldıklarını
anlayacaklardır. Elde kesin surette şekil atmış bir gelişme programı var. Bunun
arkasında da yaman bir rehber, her türlü noktaları ve vasıtaları düşünmüş olmak
suretiyle harekete hazır duruyor. İzmit’te İstanbul gazetecilerine bunlardan
bahsettiği zaman bize: 'Siz susun, milli meseleler hakkında sizden binlerce
kere fazla yetkiyle söz sahibiyim. Benim sözlerimi hiç incelemeden, doğru diye
kabul etmelisiniz,’ dememiştir. Mustafa Kemal, İzmit’te bizimle konuşurken,
bize bu tarzda bir düşünceyi uzaktan uzağa bile olsa hissettirmemiştir.
Tamamıyla aksine olarak bizi eşit şartlar arasındaki serbest bir münakaşaya
çağırmış ve: “Bana her şeyi sorun. İçinizde en küçük bir tereddüt kalmasın, tam
bir görüş ve gaye birliğine varmaya çalışalım,” tarzında bir lisan
kullanmıştır. İnkılap davaları hakkında İzmit’te yapılan münakaşanın on iki
saat sürmesinin hikmeti budur. Yoksa maksat, varılmış bir kararı, inanç
aratmadan dikte yoluyla kabul ettirmek olsaydı, beş, on dakika içinde her şey
biterdi.”
Serendip
Altındal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder