9 Eylül 2018 Pazar

İZMİR KIRIMI..


            Son gelişmeler İdlib’in, ilişkili lider güçler tarafından istemedikleri terörist gruplarını tasfiye edecekleri bir filtre gibi kullanılacağını ortaya koyuyor. Bu arada istemek ve istememekle kastedilen göreceli olduğu için adamına göre değişiyor. Ne ki her hâlükârda Türkiye’nin de Erdoğan Hükümetiyle içine düştüğü terör batağından yüzünün akıyla çıkamayacağı da, asla falcılık olmuyor.


            İşte o zaman da masamızda ne bulacağımızı daha doğrusu umduğumuzu bulamayacağımızı kestirmek ise hiç zor değildir. Hele de mevcut ve dış siyaseti kenara koymuş bu kafayla ve aynı yöne doğru yapılan bu çılgın koşu sürdükçe. Uykularımızda bile karabasanlarla boğuşmadığımız gecemiz kalmadı artık. Bakalım devamlı haksızlığa uğrayan ve hırsından artık patlama noktasına gelmiş olan Dev, bir de ayağa kalkınca neler olacak.


            1930’lar da Atatürk’ün bilinçli ve sağlıklı dış Politikasıyla ‘Milletler Meclisine’ (bugünkü BM), kendisini zorunlu olarak davet ettiren Türkiye Cumhuriyeti, beraberinde Rusya’yı da o Meclise sokmak için bir de Nota vermişti. Eski düşman emperyalist Çarlık Rusya’sı devrildikten sonra, antiemperyalist Rusya ile aynı bileşkede ve İstiklal döneminde artık kanka da olan Türkiye, Rusya ile kardeş Devlet olarak ikili bir saldırmazlık paktına da imza koymuştu. Öyle ki ikili olarak başka Devletlerle birbirlerinin aleyhine olabilecek antlaşmalara da imza koymayacaklardı.


            Esasen Türkiye, Milletler Meclisine girerken de Batılı Devletlerce Rusya’ya karşı yapılacak herhangi bir kumpasta yer almayacağı maddesini de Meclise kabul ettirmişti. İşte doğrucu Davut Atatürk’ün her şeyi gibi dış Politikası da böylesine harbiydi. Bugünkü dış siyasete bakınca, şimdi adı geçenlerin ne yazıktır ki sirk maymununa ters takla attırmak gibi çerezlerle uğraştıkları görülüyor. Yani nerede bayım nerede Paşam anlayacağınız.


            Lozan’da Türkiye’nin karşısında olan başta Yunanistan olmak üzere, dünün düşmanı bütün Balkan Devletlerinin bile Montreux ’da tam destekle yanımızda yer alması, Atatürk’ün güvenilir, sağlam dış siyaset başarısının da sonucudur. Bu dik duruş, bütün komşuları tarafından güvenilir kabul edilmek özeğinde ‘yurtta sulh cihanda sulh’  deyişinin de bağlamında Atatürk’çesidir. Oysa bugün boktan Astana da bile, aynı Türkiye’nin o dönemde asla oluşamayacak şu sorunlarına bakın. Yani ülke aynı; ama adamları(!) değişik, sıkıntıda burada ya zaten.


            Hele de iştirakçilerinden birisi, bugün varlık nedenlerimizden olan güvenilir bir kanka iken, kardeşiyle bile anlaşamayanın hazin gerçeği denir işte buna. Peki, neden! Atatürk gibi açık, seçik ve güvenilir bir iç ve dış politika ortaya koyamıyor da ondan. Sorarım size, kurucu anayasayla Pazarcı kesekâğıdı gibi oynamaya müsaade eden bir devlete kim güvenebilir ki.


§          1 Aralık 1921 ATATÜRK'ÜN BİR KONUŞMASINDAN

 «Büyük hayaller peşinde koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayali şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kinini memleketin ve bu milletin üstüne çektik. Biz Panislamizm yapmadık. Belki 'yapıyoruz, yapacağız' dedik. Düşmanlar da 'yaptırmamak için bir an önce öldürelim' dediler. Panturanizm yapmadık. Yaparız, yapıyoruz, yapacağız dedik ve yine 'öldürelim' dediler. Bütün dava bundan ibarettir... Haddimizi bilelim. Biz yaşam ve bağımsızlık isteyen milletiz. Ve yalnız ve ancak bunun için yaşamımızı veririz. (Alkışlar) .»
(Doğan Avcıoğlu - Milli Kurtuluş Tarihi s. 1423)





            9 Eylül İzmir’in kurtuluşu olduğuna göre bunu atlamayalım. Ne ki daha gerçekçi bir perspektifle ve tekrar uykuya dalmadan. Ki otokontrolü elimize alıp, yeniden acınacak durumlara düşmeyelim. Kurtuluşu kutlarken kırımdan söz etmek üzücüdür.


            Lakin dostlar sonuçlar her zaman doğru ve gerçekçi olmayabilir, sebepler ise her zaman doğru ve gerçek olduklarından eğiticidirler de. İşte bu yüzden de onları asla yadsımamalıyız. Çünkü kalıcı olabilmek için hep öğrenmek zorundayız. Ve sonuçlar doğrultusunda geçmişse, geleceğin aynasıdır. Kırım demişken şimdi içimizde Türk’ü hiç sevmeyen Araplar ve üstüne menşei karışık işi öldürmek olan eli kanlı cihatçı teröristler de var.


            Yarın bunlarla nasıl problemler yaşayacağımızı öngörebilmek, falcılık olmasa gerekir. O halde asıl soruyu soralım şimdi. İçeride ve hudutlarımızın dışında bu musibeti başımıza açanlar, Türk milletinin evladı olabilir mi hiç. Yoksa buna hala inananlarınız mı vardı. Bilmem anlaşılır oldu mu? Ya da bunu daha nasıl anlatalım ki.


            Bu notu bilhassa İzmirli dostlara ithaf ediyorum. Sizi gidi İzmirliler, o zaman çok güveniyordunuz Ermenilere, Rumlara. Aşağıda alın size Ermeni kırımından da bazı satırlar var. Dostunu bilmek için ilk önce, onu düşmanın farz edip özelliklerini ve genetik geçmişini öğrenmek zorundasın ki gerektiğinde, ördek düdüğüne koşan aptal ördek gibi avlanmayasın…


§          1919 İZMİR KIRIMI

Yunan işgali, gerçekten beklendiği gibi felaketli olur. İngiliz, Fransız ve Amerikan donanmaları subaylarının gözleri önünde, Yunanlılar, Türk kırımına girişirler. Direnmeyi yasaklayan Kolordu Komutanı Ali Nadir başta olmak üzere, subaylar en ağır hakaretlere uğratılır, bir kısmı şehit edilir. Evler basılır, ırza geçilir, çarşı yağma olunur. Ayrıntılarına girmek istemediğimiz tek yanlı çok yazılmış İzmir kırımını Prof. Tayyip Gökbilgin, milli burjuvazi açısından özetler:
«Hakarete dayanamayan Askerlik şubesi Başkanı Fethi Bey, Hukuk-u Beşer gazetesi sahibi Hasan Tahsin Recep, tüccardan Bakırcızade Hafız Sabri Beyler, otuzdan fazla yüksek rütbeli subay şehit edilir. Gümrükteki mallar ve şehirdeki bazı mağaza ve dükkânlar tamamen yağma olunur. Bunlar arasında Süleyman Şevket ve ortakları, Kırzadeler, Zaimzadeler, Şeyhzadeler, Alaiyeli Mahmut Bey ve daha bini aşkın Türk ticarethanesi vardı. Zarar ve ziyan, o zaman 3 milyon lira saptanmıştı.
Prof. Toynbee, yabancılardan dinlediklerine dayanarak İzmir olaylarını özetle Şöyle anlatır:
“ İhtilaf Devletleri planına göre, çıkabilecek olayları önlemek için, Yunanlıların şehrin iki aşırı ucundan girerek kenar mahalleleri çevirmeleri ve çıkartma başlarken karadan da varlıklarını duyurmaları kararlaştırılmıştı. Fakat ertesi gün Yunanlılar, rıhtımın orta yerine çıktılar. Rahip, karşılamaya geldi. Dinsel tören ve milli danslar yapıldı. Birlikler şehre ilerledi. Bir ateş sesi gelince, askerler kalabalığa ateş açtı...
Ateşe tutulan ve teslim olan Türk subayları, elleri başlarında rıhtıma doğru yürütüldüler. 'Yaşasın Venizelos' ya da 'Yaşasın Yunanistan' diye bağırtıldılar. Onları tutsak alanları hoşnut etmeye yetecek kadar yüksek sesle haykırmak koşuluyla, ister Venizelos, isterse Yunanistan yaşasın demekte onlar serbesttiler. Yürüyüş sırasında tökezleyen ya da düşen subaylar, hemen muhafızları tarafından süngülendiler ve denize atıldılar...
Rıhtımda bekletilirken, yerli sivil Rumlar, muhafızların ellerinden silahlarını kaparak bazı tutsaklara ateş açtılar. İzmir geleneklerinin yabancısı olan Yunan askerleri, fes giyen her sivili kurşunladılar. Bu yüzden fes giyen Rum, Ermeni ve Yahudiler de ateşe uğradılar. Kırım, sokaklarda tek bir fes görülmeyinceye kadar günlerce devam etti. Yağma ise, 15 günden fazla sürdü. Yağma, görünüşe göre, askerlerden çok yerli Osmanlı Rumları tarafından yapıldı. Yalnız İzmir kentinde değil, kenti altı millik bir çevrede kuşatan köylerde dahi yerli Rumlar, birden silah edindiler ve Türk komşularının evlerine saldırdılar. Ev eşyalarını yağma ettiler, hayvan sürülerini götürdüler. Steryadis (Yunan Yüksek Komiseri) sahneye çıkana kadar, işgal kuvvetleri bu olaylara izin verdiler... En azından 200 Türk öldürüldü.
Böylece Ege'de topluluklar arası kırım en açık biçimde başlar ve devam eder. 16 Mayıs 1919'da Urla'da karaya çıkan bir piyade Efzun Bölüğü, İzmir olaylarını tekrarlar. Halka ve subaylara saldırır. Urla civarındaki Kuşçular, Kızılcaköy, Devederesi gibi köyler yakılır, mallan yağma edilir. Köylülerden sağ kalanlar ilçe merkezine sığınır. Seferihisar, Çeşme ilçeleri de hemen ve kolayca işgal edilir. Seferihisar ve Gülbahçesi'ndeki müfrezelerimiz, İzmir’in Yunanlılar eline düştüğünü haber alınca, Celal Bayar'a göre, dağılırlar...
Yunanlılar, İzmir hinterlandına sarkmaya başlarlar. Torbalı yönünde ilerlerler. Seydiköy ve Buca'nın yerli Rumları, Cumaovası'na doğru bütün İslam köylerine saldırırlar, hayvanlarını yağma ederler. Torbalı ve Söke köylerinde aynı olaylar görülür. (a.g.e. s. 1236-38)

DOĞU ANADOLU'DA IRKLAR SAVAŞI

Milletimize iftira etmeyiniz. Türkiye’de bir Ermeni kırımı değil, bir Türk - Ermeni vuruşması vardır. Bize arkadan vurdular, biz de vurduk. (17 May1s 1919 Ziya GOKALP Ermeni kırımından suçlu olarak yargılandığı Sıkıyönetim Mahkemesindeki sözleri)

1917 ERMENİ ÖCÜ

Sürülenler, cana, mala ve ırza yönelmiş toptan bir imha için itilaf Devletleri'nin zaferini beklerler, onların ordularına girerek, Türklere karşı savaşırlar. Fransızlar, Kilikya'da kullanmak üzere «Doğu Lejyonu» adlı birliklerini, öçten tutuşan bu Ermenilerle doldururlar.
1916 yılında Doğu bölgelerimizi işgal eden Rus Ordusunda birçok Ermeni asker vardır. Ayrıca Rus orduları Erzurum, Trabzon ve Erzincan vb. gibi illeri işgal ettikçe, ordunun ardından Ermeni çeteleleri ve gençleri eski yerlerine Türklerden toptan öç almak için dönerler. Gerçekten Ermeniler, Doğu bölgesinde, özellikle Bolşevik ihtilaliyle Rus askerleri çekilirken, büyük kırım yaparlar. Birkaç örnek, durumu daha iyi belirtecektir:
Trabzon'un Akçaabat ilçesinde Haziran 1915'te, orada mevcut 411 Ermeni’nin tümü, sürgün edilmek üzere kamplara gönderilir. Bu Ermenilerin bir kısmı kamplardan kaçarak Kafkasya'ya gider, Rus Ordusu'na katılır. 1916 başında Rus orduları ilerleyip Trabzon'a yaklaşınca Ermeni ve benzer durumda olan Rum öcünden korkan Türkler kitle halinde kaçarlar, Samsun ve Ordu'da daha önce boşaltılmış Ermeni evlerine kötü koşullarda yerleşirler. Ermeniler, Rus işgali altındaki yerlerde, çeteleri eliyle Türk kırımına girişmişlerdir. ihtilalle Rus orduları dağılınca, ilerleyen Türk kuvvetlerinin karşısında geri çekilme zorunda kalan Ermeni ve Rumlar, çeteleri eliyle köy ve kasabaları yakıp yıkarlar, toplu kırımlara girişirler ve Ordumuzla savaşırlar. Bu olayları yaşayan Akçaabat Tarihi yazarı Lermioğlu, gördüklerini şöyle anlatır:
«Türk yönetiminin bir daha geri gelmeyeceği kanısını taşıyan, yüzyıllarca bizimle bir arada yaşayan ve bizden çok daha özgür ve mutlu bir yaşam süren, refah ve huzur içinde gelişen Rumlar, Rus Ordusu ve bu ordu ile buralara sarkan Ermenilerle birleştiler. Önce talana ve sonra da rasgeldikleri ve fırsatını düşürdükleri Türkleri kadın, erkek ve çocuk demeksizin, bir ayrım yapmaksızın öldürmeye koyuldular. Her Rum, öldürmeye gücü yetmediği yerde, ağır bir hakaretle Türk komşusunu manen olsun ezmeye çabalıyordu. Geceleri birçok evleri ateşe vererek, yakın komşularını diri diri yakmışlardı... Rum ve Ermenilerden bazıları, asker elbise ve silahlarıyla dağlarda dolaşarak ve kendilerine Rus eri süsü vererek Türk köylüsünün elinde son kalan hayvanlarını, yiyeceğini zorla alıyor, yağma ediyorlardı... »
İhtilalle Rus Ordusu çekilirken, elini kana bulayan Rum ve Ermeniler de korkuyla kaçarlar. Çeteler yıkıp yakmaya koyulurlar. Rum ve Ermeni çetelerinin yıkım ve kırımını, Türk Ordusu gelinceye kadar azaltmak için dağlarda acele Türk çeteleri kurulur ve «Kahraman Bey» adıyla bir subay, çetelerin başına geçerek, Rum ve Ermeni çeteleriyle mücadeleye girişir. Bu çetelerin yaktıkları kasabalarını kurtarmak için eşraf silaha sarılır. Harakalı Mustafa Ağa, kardeşi Eyüp Ağa, Sadıroğlu Süleyman Ağa ve daha birçok kişi Trabzon çevresinde Ermeni ve Rumlarla savaşır. Bir Rus subayı, Yarbay Twerdokhleboff, Rus Orduları çekilirken Ermenilerin giriştiği kırımı açıklar:
«Erzurum'un en çok saygı gören eşrafından biri olan Bekir Hacı Efendi, kendi evinde Öldürülmüştür. Tarlalarda çalıştırılan Türk tarım işçilerinin yarısından azı geriye dönmüştür. Erzincan'da Türk kırımı, çeteler tarafından değil, şehrin doktoru ve Ordu müteahhidi tarafından düzenlenmiştir. Silahsız Türkler, bir sığır gibi boğazlandıktan sonra Ermenilerin kazdıkları büyük çukurlara atılmışlardır. Kırımı yöneten Ermeni, talihsiz kurbanları saydıktan sonra, 'yetmiş' diye haykırmış ve 'daha on kişilik yer var' demiştir. Bunun üzerine daha on kişi boğazlanmış ve çukur doldurulmuştur...
Erzincan'dan Erzurum'a üşüşen Ermeni çeteleri, yollar üzerindeki bütün İslam köylerini yakmışlar ve köylüleri yok etmişlerdir. Rus Komutanının bana söylediğine göre, Ilıca köyünde kaçamayan bütün Türkler öldürülmüştür. Komutan, kafaları baltayla uçurulmuş çocuk cesetleri görmüştür...
7 Şubat 1918'de Erzurum büyük kırımı başlamıştır. Karabetof adlı bir başçavuşun öncülüğünde Ermeni topçu askerleri, sokaktan 270 Türkü toplamışlar, elbiselerini soyarak onları bir hamama kapatmışlar, cinsel isteklerini gidermişler, sonra onları öldürmüşlerdir. Rus Yarbayı, bunlardan yüz kadarını büyük çabalarla kurtarabilmiştir...
12 Şubatta Ermeniler, Erzurum istasyonunda silahsız, kendi halinde on köylüyü silahla vurmuşlardır. Ermeniler, Erzurum'da Türk pazarını ateşe vermişlerdir. Tepeköy'de erkek, kadın, çocuk hepsi toptan öldürülmüştür...
26/27 Şubat gecesi, Ermeniler, önceden planlanmış yeni bir kırım yapmışlardır. Yakalanan bütün Türkler, teker teker öldürülmüşlerdir. Ermeniler, gururla, gecenin bilançosunun toplam üç bin Türk olduğunu söylemişlerdir .> Olayları sıralayan Rus Yarbayı, raporunu şu yorumla tamamlar:
<Ermeni halkının eğitim görmüş tabakaları, bu kırımı pek ala önleyebilirlerdi. Bu tabakaların cinayetlerde çetelerden daha fazla rol oynadıkları sonucuna varılabilir. Her durumda, baş sorumluluk bunlara aittir.> Mütareke’ den sonra doğduğu şehre dönen Cevat Dursunoğlu, Ermeni kırımından kurtulan Erzurum'u yıkık bir köy olarak bulur:
«Çocukluğumun en mutlu günlerini içinde geçirdiğim ve 1915 - 1916 kışında tabyalarında dövüştüğüm Erzurum şehri, bir enkaz yığını olmuştu. Savaştan önce 80 bin nüfusu oldukça refahla besleyen, çarşılarında pazarlarımda kalabalıktan geçilmeyen bu gösterişli sınır Kentinden kocaman bir köy harabesi ortada kalmıştı: Savaş yıllarında on binlerce insan tifüsten ve çeşitli bulaşıcı hastalılardan ölmüş, istila öncesinde eli ayağı tutanlar göçmen olmuş, on bin kadar hemşeriyi de Ermeniler çekilirken öldürmüşlerdi. Şehirde kılıç artığı olarak üç-dört bin kişi kalmıştı. Bir o kadar da köylerden buraya göç eden vardı. Bu yüzden şehir köyleşmişti.>
(a.g.e. s.  1146-49 )


           
            Vatanla yatıp vatanla kalkıyorsak, kadınımızı nasıl bir kenara bırakabiliriz ki. Çünkü Gökalp’in de daha o zamanlar dediği gibi kadın ailedir. O halde aile cemiyet, cemiyet de millet, millet de ulus ve ulus da Devlet demek olur. Yani kadın yoksa bunların da hiç birisi yok demektir. Ve bilmem o zaman da bir vatandan bahsetmek mümkün olabilir mi?


 AİLE

Kadın tamam olmadıkça eksik kalır bu hayat...
Ailenin adile uygun olmak için binası
Nikâh, talak, miras, bu üç işte gerek müsavat
Bir kim işte yarım erkek, izdivaçta dörtte bir
Bulundukça ne aile, ne memleket yükselir.
Diğer haklar için mahkemeler açmışız,
Aileyi bırakmışız Medresenin elinde...
Bilmem niçin kadınlığa ait işten kaçmışız
Ya onun da bir emeği yok mu bu Türk ilinde?
Yoksa o mu iğnesinden kanlı süngü yaparak
Haklarını pençemizden ihtilalle alacak?

Ziya Gökalp


            Atatürk’e de ışık tutan yüce Türk, sende kabrinde bütün yoldaşlarınla birlikte Kâinatın atası Tengri’nin dört yönden gelen huzmelerinde uyu…

                                                                       Serendip Altındal



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder