Milyonlarca
yıl öncesinin kozmolojik nedenlerle yok olan Dinozorları gibi bizlerinde barbarca
ve hunharca ellerimizle yok etmekte olduğumuz habitatımız, sonuçta insanlığı da
yok edecektir. Ve maalesef bu yok oluşa doğru yaptığımız koşuya, durmaksızın
devam ediyoruz. Herhalde mahşer denen yazgı budur.
Belki de o vakit aramızdan daha
önceden seçilmiş olanlar çoktan bir başka gezegende yeni bir yaşama başlamış
olacaklardır. İşte o zaman arkada bıraktıkları tüm seçilmemişler ise ellerimizle
yarattığımız mahşerin ortasında çaresizlikle apışıp kalacaklardır. O halde
geride kalacak olan gariban Dünyalıların vay başına gelene.
Başka bir uzay-mekânda yeni bir
yaşama başlayanlar içinse mahşer bir başka Bahara sarkmış olacaktır şüphesiz.
Lakin evrensel devinim onları da bulacaktır elbette ve her nasılsa, bir süreç
sonunda yine. Demek ki aynı anlamda, varlık eşit yokluktur da diyebiliriz
artık. O halde nedir bu kin, bu ihtiras ve nereye kadar süreceğini
düşünüyorsunuz bu sonu gelmez kavganın. Yeni bir total yok oluşa ya da arkanızda
bir varlık dahi bırakamayacağınız o son vuruşa kadar mı?
Sıra şimdi Atatürk’ün vasiyetine
geldi anlaşılan. Nitekim bir anda İş Bankası da gündeme oturuverdi. Ben de
soruyordum bakalım ne zaman ona sıra gelecek diye kendi kendime. Biraderler
beni yine yanıltmadılar. Kaynakları tükettiğinden, yetki tanımayan uzun kol artık
her tuttuğunu koparmaya kalkıyor. Oysa yasalara göre vasi ve denetim yetkisi de
bellidir. Yoksa hangi yasalar(!) mı deseydik.
Aslı yüce kurucunun bütün asal ve
hukuksal varlığını da yok etmeye odaklı bu müdahalenin yapay gerekçeli nedeni
ortadadır. Bunun başka bir izahı da, ortak aklı ikna edebilmenin çok ötesine
düşer. İşte sırf bu nedenle bile kimse masal anlatmaya kalkmasın.
Ufukta birikmiş çeşitli sebepleri
olan yeni bir Kurtuluş Savaşı sonucu, açıkça ve şimdiden görülmektedir. Yalnız
bu savaşı 1920’lerden ayıran en büyük özellik, savaşın önce içimizdeki düşmana
karşı başlayacak olduğudur. Ancak içerideki enkazı temizlerken aynı zamanda, dış
düşmanla da yoğun bir kavga içine gireceğimiz kesinlik kazanmaktadır. Çünkü
dışarıdakinin bu fırsatı kaçırmayacağını da çok iyi biliyor olmalıyız.
Ne ki özü Türk olan bir ulusun fertleri
olarak aynı zamanda farklı cephelerde farklı düşmanlarla da savaşmaya alışık
olduğumuz, genlerimizde yazıyor nasılsa. Bu yüzden fazla da kafamıza takmamız
gerekmiyor. Diğer taraftan bu sonuçta tetikçi olarak aktif görev alan ve alacak
olanların ise aleyhlerine oluşacak durumları çok iyi kalküle etmeleri, kendi
hayırlarına olacaktır.
1939 da İngiltere ve Fransa ile
yapılan blok antlaşmasından sonra, Atatürk’ü ve özenle vasiyet ettiği dış
Politikasını terk ederek kendilerine karşı bağımsızlık savaşı vermiş olduğu aynı
emperyalist kucaklara oturan Türkiye; DP döneminde ise üstüne ABD
emperyalizmiyle de sıkı bir kaynak yapmıştı. İşte bu vesileyle de Atatürk
Devrimlerinden iyice saptırılan Türkiye bir daha iflah etmedi.
Sömürülerek ve AKP iktidarı ile de kalkınma
trendinde kayıp yılları oynayarak ahu vah ile bugünlere kadar gelebildik. Ne ki
bugün Rusya ile yeniden gelinen ittifak düzeyi, aslında emperyalist ittifakıyla,
bağımsız uygarlaşma yolunda kaybettiğimiz yıllar bağlamında geç kalan bir milli
siyaset ikrarıdır. Lakin bu defa da Erdoğan’ın hiç güven vermeyen siyasası
ülkenin en büyük handikabıdır. Şüphesiz ki bu güvensizliği Ruslar da
hissetmektedirler.
Atatürk Devrimlerini ve Atatürkçü
tarafsız dış siyaseti dıştalayan, aslında ülkeye emperyalistten fazla zarar vermiş
olan Atatürk sonrası siyasileridir. Ki bugünkülerde o sürüden ayrı günahsız Turna
kuşları değillerdir elbette. Ve bunlar sadece Devrimleri geri döndürmekle
kalmadılar.
Tarihin ilk bağımsızlık zaferinin
sahibi Atatürk Türkiye’sini, Milletler Cemiyetindeki saygın yerinden aşağı
çekip Osmanlının son döneminin de öncesine götürerek, ikinci sınıf bir sömürge
durumuna düşürüp itibarımızı sıfırlamışlardır. Kalan bir katre itibarın üstüne
de Erdoğan Hükümeti, Papağan tüyü dikmiştir.
Son günlerde bakıyorum da Erdoğan’dan
neredeyse bir o kadar daha yaşlı olan Bahçeli, daha canlı ve zinde bir görüntü
veriyor. Anlaşılan haller, şartlar ve şeraitler Erdoğan’ı vaktinden önce
yıprattı. Yani durumu hiç de iyi görünmüyor. Ve her geçen gün, bir gün yakasına
yapışacak el sayısının katlandığı ülkede, sonu nasıl biter kimse bilemez.
Gerçeği halkla içiçe yaşayanlar
bilir. Bu siyasiler için de böyledir. Ne ki Erdoğan’ın çevresindeki akbabalar
Sarayda izole yaşayan Erdoğan’ı arada sırada önceden ayarlanmış yandaş
çevrelerde gezdirerek, kendisini sonuna kadar kullanarak malı götürmek için
beynini yıkıyor, aldatıyorlar. Oysa durum hiç de onların algılattığı gibi değildir.
Çünkü çektiği ve daha çekeceği sıkıntılar, artık vatandaşın kemiğine kadar
dayanmıştır.
Neticede fatura her zaman ortada
kalan Reise çıktığı ve çıkacağı için de kendilerini güvende hissederek, nasıl
olsa en yakında oldukları için en son dakikada sıvışabileceklerini düşünüyorlar
olsalar gerektir. Zira yakın çevreden daha uzakta olan yandaşlar, yüklerini
tuttuktan sonra ayakaltında kalmamak için, ne olur ne olmaz diyerek çoktan
ülkeden savuştular bile.
Hani anlayacağınız bazı muzur ve
kendilerine (tokatçı) denen arkadaşlar vardır. Saf arkadaşlarıyla herkesin
hesabını kendi ödemesi şartıyla, lokantaya vs. birlikte gidip, yiyip içtikten
sonra, ‘hemen döneceğim’ diyerek teker teker savuşup, hesabı masada yalnız
kalan saftirik arkadaşlarına ödettikleri gibi. Sonra da aynı arkadaşı ‘bir dahaki
sefere hesabın benden’ diyerek tekrar kandırdıkları da işin cabasıdır. Saftirik
o seferi beklesin dursun artık.
Oysa Erdoğan’ın yerinde bir başkası
olsaydı, iktidar süresinde yeterinden fazla dünyalık yaptığına göre de, bundan
sonraki hayatını Dünyanın istediği bir köşesinde kafasına göre takılır, keyfine
bakardı çoktan. Böylece kendisine gençlik aşısı yapmış ve ömrünü de uzatmış
olurdu.
Ayrıca asla unutmaması gerekense,
her kişisel otokratın, despotik tek adam iktidarının ve her suiistimalin,
husumetin ve ihanetin hasıraltı edilişinin birikmiş borçlarının, nasılsa bir
gün alacaklı millet tarafından mutlaka tahsil edileceğidir. İkbal koltuğundan
ayrılmak zordur; ama ifrat da hep mide fesadı yapar. Dolayısıyla da terk i
diyar etmeden önce istifa etmesi hiç tavsiye edilmez…
Serendip
Altındal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder