Hele de bu sistem bizde, yüzyılların
çoktan gerisinde kalmış, dindar kimliği altında, ilerde toplumun başına
kindar garaiplerin bolca bela olacağı, hala bir imam
hatipli sorunsalını da barındıracaksa, hiç işlemez.
Internet hastalığına benim taktığım
bir isimdir ‘digimania’. Burada amaç, yeni nesilleri görsel ve uygulamalı olarak
Internet üstünden eğitirken, aynı zamanda kontrol altında da tutmak ve istendiği
gibi de yönlendirmektir. Bilgisayarınızı açtığınız anda mesela Microsoft’un
güncelleyici (updater) programcığından önce Amerikan milli güvenlik
kurumlarından (NSA, CIA vb.) birisine ait, üretici firmanın kendi yazılımından
bile daha yüksek prioriteli bir (PP) sorgulama apletinin – şayet lüzum
görülüyorsa -, saniyeler içinde,
makinenizin altını üstüne getirebileceğini bilmek zorunda değilsiniz
tabii ki.
Ben kendi adıma mesela Internet’te
hiçbir servis sağlayıcısıyla (Content ID) güvenlik anlaşması yapmıyorum. Çünkü
parmak izi bırakmak istemiyorum da ondan – cep numaranız bile parmak izinizdir
-. Kimseden korktuğum için değil ama prensip ve etik olarak protesto ettiğim
için. Hoş bununla da korunmuş olmuyorum ama en azından hani, hiç yoktan iyidir
ve de bütün sistemi protesto eylemidir
neticede.
Çünkü Amerikan güvenlik
birimlerinin, bütün sistem üreticileriyle olağan üstü ve dışı çok özel (PP)
anlaşmaları vardır. Şayet bir üretici etik değerleri adına, böyle bir gizli
anlaşmaya imza atmazsa. Amerikada ve dahası Amerikan mandası ülkelerde de
ticaret yapamaz, artık gerisini siz düşünün. Sistem sağlayıcılarınızın size bol
keseden vaat ettikleri ‘güvenliğiniz
korumamız altındadır’ palavrası, sadece reklam amaçlıdır
unutmayın. Ola ki en fazla virüs, activex veya spam koruması alabilirsiniz, o da
kısıtlı olarak – yani sponsorların ki hariç tutularak-.
Okyanus ötesinde ki eşkıya başının,
dış dünyanın devlet ve kamu kurumlarına pazarladığı Mernis projeleri ve bizim
kullandığımız seçim sistemi gibi kontrolü kendi elinde, manüpülatif ve tüm etki
alanında ki ülkelere hatta meccani verdiği uygulamalı sayısız projeleri vardır.
Savaş uçaklarımızın kontrol kodlarını millileştiren başarılı mühendis
çocuklarımızın, arka arkaya gelen şaibeli intiharlarını(!) bir anımsayıverin.
Tam arınmak içinse en azından milli ve bağımsız işletim sistemleri ve aplikasyon
programları kullanmak mecburiyeti vardır. 40 yılın üstünde bir Bilgiişlem
profesyoneli olarak size bu konularda daha çok şeyler anlatabilirim.
Dinamik eğitimde ki esas amaç, ancak
gelecekte mesleki tanımlanması yapılabilecek ve henüz meslek olarak kabul
edilemeyen branşların ilk uzmanlarını yetiştirmektir ve boşuna da değildir.
Aslında milli bilimsellik ve etik adına da olmazsa olmazdır. Ne ki dinamik
eğitimi, etiğinizin vazgeçilmezi olan milli şuurunuzu yaşatmak adına, tamamen
bağımsız bir perspektiften ele alabiliyorsanız ne ala. Ama başımızda ki
küreselci devşirmelerinin bu oldubittiyi, bizi kendisi gibi görmek isteyen
küresel sömürgeci eşkıya adına tezgâhladıkları da bir gerçektir. Hatta bu
hanzoların ne yaptıklarının dahi bilincinde olduklarını hiç sanmıyorum. Sadece
patronları böyle istiyor diye yaptıkları da
kesin.
Mesela ben kendi adıma Almanya da
özel sertifikalı ve paralı bir yüksek teknik okul eğitiminden ve Alman ticaret
bakanlığının 2 gün yazılı bir gün sözlü olmak üzere 3 gün süren lisans
imtihanları sonunda ancak EDV-Organisator, Türkçeleştirirsek sistem analist,
organizatör programcı, kısaca da ‘Bilgiişlem Uzmanı’ olabildim. Bunun için bir
de kendi adıma fazladan, okula başlamadan evvel, daha önce hiç bilmediğim
Almancayı, sözlü yazılı bülbül gibi şakımam gerekiyordu. Birde bunun için para
ve gerekli zamanı harcamam gerekmişti.
Bugün dahi böyle bir mesleğin tam
karşılığı olabilecek bir eğitim yurdumuzda yapılamıyor. Ki ben lisanslı
bilgiişlem uzmanı ve dolgun ücretle anlaşmalı bir profesyonel olarak çalışmaya
başladıktan yaklaşık 10 sene kadar sonra, Almanya’da ilk Enformatik (Bilgisayar
mühendisliği) branşı akademik olarak ihdas edilmişti. Tabii Türkiyemiz de, ondan
en az 10 yıl kadar daha sonra. Yani Türkiye de benimkinin tam karşılığı olamasa
en azından yaklaşan bir mesleki ifadenin kullanılmasına başlandığından en az 20
yılcık(!) kadar daha önce, kalkınmış dünyada ‘bilgiişlem uzmanı’ olarak kabul
gördüğümü ve o dünyada ortamın üstünde kazanç sağladığımı söylemem, bilmem
yanlış anlaşılır mı?
Ne var ki bu bile benim o zaman
aldığım, bugün dahi konusunda tek ve vazgeçilmez olan mesleki eğitimimin
karşılığı değildir. Neden mi, çünkü biz daha o zaman, matematik, trigonometri,
ekonometri, grafik, temel muhasebe, işletme muhasebesi, işletim sistemleri,
periferial sistemler, program dilleri (en az üç dil ve makine dili mecburi),
tasarım mühendisliği (if-case, Orgware uygulama lisanslı), konvansiyonel
organizasyon gibi bugün profesyonellerin bile tam içinden çıkamayacakları bir
paket eğitimi almak zorunda kalmıştık – bu bilgiler profesyoneller içindir -.
Bunlara ilaveten dinamik okuma,
beyin fırtınası optimizasyonları vb. gibi ayrı, uygulamalı seminerler de işin
artılarıydı. Hadi gelin de verin bakalım şimdi bu eğitimi, nerede, nasıl
verebileceksiniz, tabii şayet hocalarını da bulabilirseniz. Ki onları kim
nerede, nasıl eğitecek. Yurt dışından mı ithal edeceksiniz. O takdirde de buna
nasıl milli eğitim diyebileceğiz, yine bağlandık
işte!
Hele Türkiyemizde ilk bilgisayar
mühendislerini, muhasebe yazılımcısı olarak kullanmaya kalktılar ki, bu başlı
başına bir kâbustu ve yazık da oldu birçok gencimize o zamanlar, bunalıma girdi
birçoğu. Çünkü ne mühendis ne de programcı olabilmişlerdi neticede. Bunları
çalıştığım yıllarda misalleriyle hep anlatmıştım çevreme ve yardımcı da oldum
bazı çocuklarımıza ama ne yazık ki söylemlerimiz, iğneyle kuyu kazmakla eş
değerli oldu bu ülkede. Arada sırada bunları hatırlayan kardeşlerim ne kadar
haklı olduğumu bana söylüyorlar, ağabey hep kulaklarınızı çınlatıyoruz diyorlar,
ya da Internet’te bazı, benimle ilgili anılarına rastlıyorum, bunlar da bana
yetiyor zaten.
Bugün geriye baktığımda iyi ki bütün
bunları yapmışım diyebiliyorum. Çünkü eşimi ve iki kızımı tek başıma uzun yıllar
yabancı ellerde, sonrada Türkiyemizde bugünlere kadar kimseye muhtaç etmeden,
üst düzey yönetici olarak çalıştığım firmalarda, sadece mesleki beceri ve
gelirimle eksiksiz yaşatabildim ve kızlarımı paşalar gibi okutup Mürvetlerini
görebildim. İşte o ülke bana bu imkânı vermişti, buna müteşekkir olmamak, adil
olmamam demektir ki bu da bana hiç uymaz. Bu imkânı Türkiyemizin sağlayabilmesi,
hele de o zamanlar akla bile gelmezdi.
Şu anda bile en ağır projelere
soyunabileceğim halde, artık bıktım demek istiyorum. Aynı şeyleri, uzman(!)
olarak, hiçbir bizatihi uygulama ve projeye imza atamamış, ama kendilerine
uzatılan her ekran ve mikrofon fırsatında, bir yerlerden (genelde de WEB den)
okuduklarını bülbül gibi şakıyan, Bilgiişlemi de ‘MOVE A TO B, GO EXIT) sayan, sayısız profesyonelin(!) benim rahatlığımla,
söyleyebileceğine inanmıyorum. Ve buradan da böylelerine sesleniyorum, kapalı
veya açık her tartışmaya hazırım kendileriyle. Özellikle de içlerinde
akademisyen(!) geçinenlere.
Biz buna kısaca ‘dinamik eğitim’ de
diyebiliriz, faydası olmadığı da söylenemez. Mesela bir zamanlar Çinliler artan
nüfuslarına Dışardan ne idüğü belirsiz doktor ve eğitimli hastane personeli
getirmek yerine, kendi doktorlarını yetiştirmek üzere uzun tıp eğitimini en
fazla iki senede tamamlayan ve kendi şartlarına uydurdukları, uygulama ağırlıklı
bir dinamik eğitimle, hayli de başarılı olmuşlar ve kendi kendilerine de
yetmişlerdi. Bugün nereden baksak, Çinlilerin ömür ortalamalarının bizimkilerden
hatta Avrupalılardan bile fazla olduğunu görürüz. Bu bağlamda farklı metotlar
göreli olarak bulunabilir ve ihtiyaca göre - ki bunun insanoğlu için sınırı
yoktur - sürekli de geliştirilebilir zaten.
Esasen uzun eğitim yılları boyunca,
hiçbir işe yaramadan geçmiş kayıp yılların ve sayılı ciddi olanlarının dışında,
boşuna dinlediği, laf ı güzafı, çeşitli kişiye özel kapris ve fasaryayı kim
hatırlıyor, onlardan kim nemalanıyor ki. Ayrıca milli servetlerde bu bürokratik
fasaryalara boşuna harcanmıyor mu? Hadi parayı yerine koyabilirsiniz ama
kaybettiğiniz zamanı asla. Bakın bütün eğitim yıllarından geriye kalan süjeyi
aslında dolu dolu altı aya sıkıştırabilirsiniz, ya da en fazla bir seneye.
Kalifikasyonun karşılığı aslında bizatihen mesleki deneyim ve iş tecrübesi
değilmidir? Kim aksini iddia edebilir ki.
Yeter ki milli ve bilimsel
gelişmeyle orantılı, dinamikte olsa bütün vatandaşlarınız için eşit ve adil
olarak millileştireceğiniz eğitimlerinizin mezunlarına, piyasa talebini
sağlayın. Bunun içinde öz kaynaklarınızı kendiniz değerlendirin. İhracat
merkezli milli ekonomiye odaklanın. Cumhuriyet yıllarının başında ki ‘Türk
ekonomi mucizesinde’ olduğu gibi, acilen dış borçlarınızdan kurtulun.
Para basan devlet fabrikaları ve yer
altı servetleri asla özelleştirilemez, tıpkı merkez bankası gibi. Milli
ekonominize ve emisyon gücü olan bağımsız paranıza sahip olun. Hem bağımsız hem
de güdümsüz, yani işin özünde her şeyden evvel, KEMALİST ve ahde vefa sahibi olmayı bilin. O
takdirde hangi sistemi kullanırsanız kullanın, eğitim nasıl olsa milli
olacaktır. Gelecek nesillerimizi adam edebilmek için bu kadarı da
yeterlidir.
Sözün
özüne gelirsek; özgün sıkıştırılmış, dinamize edilmiş, sekreti çıkarılıp hayat
suyu haline getirilen ve anayasal çerçevede, topluma eşit ve parasız dağıtılacak
eğitime asla karşı değilim. Bilakis bunu toplumsal kalkınmanın bilimsel tek
paradoksu olarak görüyorum. Hayat sekreti dediğimiz doğanın bahşettiği
hormonlarla (süje) yaşam mecburiyetimiz,
aslında bu değilmidir, süje haline getirilen eğitim neden böyle algılanmasın ki.
Bir tutam bal için bir çuval odun
çiğnemeye ne gerek ve ne de zamanımız kalmıştır artık.
Ayrıca Cumhuriyetimizin bin bir
meşakkatle kuruluşundan bugüne kadar ‘ihtiyacı olduğu gerçek öğrenimden’
yoksun bıraktığınız ve bugünlerinizin de sebebi olan milletinize, boşuna
kaybettirdiğiniz yılları nasıl geri verebileceksiniz ki.
Bu dediklerimizi yapabilmek için özüyle
‘MİLLİ’ olan bir devlete ihtiyaç vardır. İşte o ortada yok, her şeyden önce de bunun sağlanması lazımdır.
Yoksa sömürgeci eşkıyanın direktif ve doğruları(!) vazgeçilemez yaşam tarzımız
haline gelir ki, o zaman kendi robotlarından farkımız kalmaz, bu durumsa bize
hiç uymaz. İşte asıl buna toplumsal tavır koymak gerekir. Problem çözümüyle
vardır ve kendi çözümünü de içinde barındırır esasen, yoksa problem olmaz. Yani
çözümün anahtarı problemin içindedir. Bunu teşhis ederseniz problem de kalmaz
ortada. Yani rüzgâr eken ‘fırtınayla’, kin eken ‘cinnetle’ gider.
İşte çözümde gerektiğinde bu kadar
açık, seçik ve basittir aslında. Yeni bir dünya harbi dahi netice de
patladığıyla kalır ve kendi çözümünü de beraberinde getirir. Zira sonrası uzun
süreli sükûnet, yeni bir aklını başına devşirme dönemi ve daha doğrusu, geride kalanlar için mutlak huzurdur. Bilmem
anlatabildim mi?
Serendip Altındal