17 Mart 2012 Cumartesi

DÖRTLÜ DÖLLEME VE YENİ ÇAĞIN HASTALIĞI 'DIGIMANIA'

            4+4+4 tiplemesiyle, dörtlü dölleme(!) mevzuatı içine alınan ‘milli eğitim’, aslında eğitimsel olarak, laik, devletçi, milliyetçi, Cumhuriyetçi gibi kavramları, literatürlerinde mevcut olsalarda tanımayan, kendine en fazla ‘sosyal demokrat(!)’ diyebilen, tamamiyle emperyalist kapitalist tüketim robotu haline getirilmiş batılı toplumların eğitim modelidir. Bu toplumların yeni kuşaklarının kanlarına, ayrıca ‘digimania’ mikrobu zerk edilerek, yarı yarıya uyuşturulmuş gençlerinin kafalarına, daha çocuk yuvalarından itibaren oturtulmaya başlanan hastalıklı bir tasarımdır. Yani anlayacağınız GDO’lu bir eğitim ürünüdür.
            Hele de bu sistem bizde, yüzyılların çoktan gerisinde kalmış, dindar kimliği altında, ilerde toplumun başına kindar garaiplerin bolca bela olacağı, hala bir imam hatipli sorunsalını da barındıracaksa, hiç işlemez.
            Internet hastalığına benim taktığım bir isimdir ‘digimania’. Burada amaç, yeni nesilleri görsel ve uygulamalı olarak Internet üstünden eğitirken, aynı zamanda kontrol altında da tutmak ve istendiği gibi de yönlendirmektir. Bilgisayarınızı açtığınız anda mesela Microsoft’un güncelleyici (updater) programcığından önce Amerikan milli güvenlik kurumlarından (NSA, CIA vb.) birisine ait, üretici firmanın kendi yazılımından bile daha yüksek prioriteli bir (PP) sorgulama apletinin – şayet lüzum görülüyorsa -, saniyeler içinde,  makinenizin altını üstüne getirebileceğini bilmek zorunda değilsiniz tabii ki.
            Ben kendi adıma mesela Internet’te hiçbir servis sağlayıcısıyla (Content ID) güvenlik anlaşması yapmıyorum. Çünkü parmak izi bırakmak istemiyorum da ondan – cep numaranız bile parmak izinizdir -. Kimseden korktuğum için değil ama prensip ve etik olarak protesto ettiğim için. Hoş bununla da korunmuş olmuyorum ama en azından hani, hiç yoktan iyidir ve de bütün sistemi protesto eylemidir neticede.
            Çünkü Amerikan güvenlik birimlerinin, bütün sistem üreticileriyle olağan üstü ve dışı çok özel (PP) anlaşmaları vardır. Şayet bir üretici etik değerleri adına, böyle bir gizli anlaşmaya imza atmazsa. Amerikada ve dahası Amerikan mandası ülkelerde de ticaret yapamaz, artık gerisini siz düşünün. Sistem sağlayıcılarınızın size bol keseden vaat ettikleri ‘güvenliğiniz korumamız altındadır’ palavrası, sadece reklam amaçlıdır unutmayın. Ola ki en fazla virüs, activex veya spam koruması alabilirsiniz, o da kısıtlı olarak – yani sponsorların ki hariç tutularak-.
            Okyanus ötesinde ki eşkıya başının, dış dünyanın devlet ve kamu kurumlarına pazarladığı Mernis projeleri ve bizim kullandığımız seçim sistemi gibi kontrolü kendi elinde, manüpülatif ve tüm etki alanında ki ülkelere hatta meccani verdiği uygulamalı sayısız projeleri vardır. Savaş uçaklarımızın kontrol kodlarını millileştiren başarılı mühendis çocuklarımızın, arka arkaya gelen şaibeli intiharlarını(!) bir anımsayıverin. Tam arınmak içinse en azından milli ve bağımsız işletim sistemleri ve aplikasyon programları kullanmak mecburiyeti vardır. 40 yılın üstünde bir Bilgiişlem profesyoneli olarak size bu konularda daha çok şeyler anlatabilirim.

            Dinamik eğitimde ki esas amaç, ancak gelecekte mesleki tanımlanması yapılabilecek ve henüz meslek olarak kabul edilemeyen branşların ilk uzmanlarını yetiştirmektir ve boşuna da değildir. Aslında milli bilimsellik ve etik adına da olmazsa olmazdır. Ne ki dinamik eğitimi, etiğinizin vazgeçilmezi olan milli şuurunuzu yaşatmak adına, tamamen bağımsız bir perspektiften ele alabiliyorsanız ne ala. Ama başımızda ki küreselci devşirmelerinin bu oldubittiyi, bizi kendisi gibi görmek isteyen küresel sömürgeci eşkıya adına tezgâhladıkları da bir gerçektir. Hatta bu hanzoların ne yaptıklarının dahi bilincinde olduklarını hiç sanmıyorum. Sadece patronları böyle istiyor diye yaptıkları da kesin.
            Mesela ben kendi adıma Almanya da özel sertifikalı ve paralı bir yüksek teknik okul eğitiminden ve Alman ticaret bakanlığının 2 gün yazılı bir gün sözlü olmak üzere 3 gün süren lisans imtihanları sonunda ancak EDV-Organisator, Türkçeleştirirsek sistem analist, organizatör programcı, kısaca da ‘Bilgiişlem Uzmanı’ olabildim. Bunun için bir de kendi adıma fazladan, okula başlamadan evvel, daha önce hiç bilmediğim Almancayı, sözlü yazılı bülbül gibi şakımam gerekiyordu. Birde bunun için para ve gerekli zamanı harcamam gerekmişti.
            Bugün dahi böyle bir mesleğin tam karşılığı olabilecek bir eğitim yurdumuzda yapılamıyor. Ki ben lisanslı bilgiişlem uzmanı ve dolgun ücretle anlaşmalı bir profesyonel olarak çalışmaya başladıktan yaklaşık 10 sene kadar sonra, Almanya’da ilk Enformatik (Bilgisayar mühendisliği) branşı akademik olarak ihdas edilmişti. Tabii Türkiyemiz de, ondan en az 10 yıl kadar daha sonra. Yani Türkiye de benimkinin tam karşılığı olamasa en azından yaklaşan bir mesleki ifadenin kullanılmasına başlandığından en az 20 yılcık(!) kadar daha önce, kalkınmış dünyada ‘bilgiişlem uzmanı’ olarak kabul gördüğümü ve o dünyada ortamın üstünde kazanç sağladığımı söylemem, bilmem yanlış anlaşılır mı?
            Ne var ki bu bile benim o zaman aldığım, bugün dahi konusunda tek ve vazgeçilmez olan mesleki eğitimimin karşılığı değildir. Neden mi, çünkü biz daha o zaman, matematik, trigonometri, ekonometri, grafik, temel muhasebe, işletme muhasebesi, işletim sistemleri, periferial sistemler, program dilleri (en az üç dil ve makine dili mecburi), tasarım mühendisliği (if-case, Orgware uygulama lisanslı), konvansiyonel organizasyon gibi bugün profesyonellerin bile tam içinden çıkamayacakları bir paket eğitimi almak zorunda kalmıştık – bu bilgiler profesyoneller içindir -.
            Bunlara ilaveten dinamik okuma, beyin fırtınası optimizasyonları vb. gibi ayrı, uygulamalı seminerler de işin artılarıydı. Hadi gelin de verin bakalım şimdi bu eğitimi, nerede, nasıl verebileceksiniz, tabii şayet hocalarını da bulabilirseniz. Ki onları kim nerede, nasıl eğitecek. Yurt dışından mı ithal edeceksiniz. O takdirde de buna nasıl milli eğitim diyebileceğiz, yine bağlandık işte!
            Hele Türkiyemizde ilk bilgisayar mühendislerini, muhasebe yazılımcısı olarak kullanmaya kalktılar ki, bu başlı başına bir kâbustu ve yazık da oldu birçok gencimize o zamanlar, bunalıma girdi birçoğu. Çünkü ne mühendis ne de programcı olabilmişlerdi neticede. Bunları çalıştığım yıllarda misalleriyle hep anlatmıştım çevreme ve yardımcı da oldum bazı çocuklarımıza ama ne yazık ki söylemlerimiz, iğneyle kuyu kazmakla eş değerli oldu bu ülkede. Arada sırada bunları hatırlayan kardeşlerim ne kadar haklı olduğumu bana söylüyorlar, ağabey hep kulaklarınızı çınlatıyoruz diyorlar, ya da Internet’te bazı, benimle ilgili anılarına rastlıyorum, bunlar da bana yetiyor zaten.
            Bugün geriye baktığımda iyi ki bütün bunları yapmışım diyebiliyorum. Çünkü eşimi ve iki kızımı tek başıma uzun yıllar yabancı ellerde, sonrada Türkiyemizde bugünlere kadar kimseye muhtaç etmeden, üst düzey yönetici olarak çalıştığım firmalarda, sadece mesleki beceri ve gelirimle eksiksiz yaşatabildim ve kızlarımı paşalar gibi okutup Mürvetlerini görebildim. İşte o ülke bana bu imkânı vermişti, buna müteşekkir olmamak, adil olmamam demektir ki bu da bana hiç uymaz. Bu imkânı Türkiyemizin sağlayabilmesi, hele de o zamanlar akla bile gelmezdi.

            Şu anda bile en ağır projelere soyunabileceğim halde, artık bıktım demek istiyorum. Aynı şeyleri, uzman(!) olarak, hiçbir bizatihi uygulama ve projeye imza atamamış, ama kendilerine uzatılan her ekran ve mikrofon fırsatında, bir yerlerden (genelde de WEB den) okuduklarını bülbül gibi şakıyan, Bilgiişlemi de ‘MOVE A TO B, GO EXIT) sayan, sayısız profesyonelin(!) benim rahatlığımla, söyleyebileceğine inanmıyorum. Ve buradan da böylelerine sesleniyorum, kapalı veya açık her tartışmaya hazırım kendileriyle. Özellikle de içlerinde akademisyen(!) geçinenlere.

            Biz buna kısaca ‘dinamik eğitim’ de diyebiliriz, faydası olmadığı da söylenemez. Mesela bir zamanlar Çinliler artan nüfuslarına Dışardan ne idüğü belirsiz doktor ve eğitimli hastane personeli getirmek yerine, kendi doktorlarını yetiştirmek üzere uzun tıp eğitimini en fazla iki senede tamamlayan ve kendi şartlarına uydurdukları, uygulama ağırlıklı bir dinamik eğitimle, hayli de başarılı olmuşlar ve kendi kendilerine de yetmişlerdi. Bugün nereden baksak, Çinlilerin ömür ortalamalarının bizimkilerden hatta Avrupalılardan bile fazla olduğunu görürüz. Bu bağlamda farklı metotlar göreli olarak bulunabilir ve ihtiyaca göre - ki bunun insanoğlu için sınırı yoktur - sürekli de geliştirilebilir zaten.
            Esasen uzun eğitim yılları boyunca, hiçbir işe yaramadan geçmiş kayıp yılların ve sayılı ciddi olanlarının dışında, boşuna dinlediği, laf ı güzafı, çeşitli kişiye özel kapris ve fasaryayı kim hatırlıyor, onlardan kim nemalanıyor ki. Ayrıca milli servetlerde bu bürokratik fasaryalara boşuna harcanmıyor mu? Hadi parayı yerine koyabilirsiniz ama kaybettiğiniz zamanı asla. Bakın bütün eğitim yıllarından geriye kalan süjeyi aslında dolu dolu altı aya sıkıştırabilirsiniz, ya da en fazla bir seneye. Kalifikasyonun karşılığı aslında bizatihen mesleki deneyim ve iş tecrübesi değilmidir? Kim aksini iddia edebilir ki.

            Yeter ki milli ve bilimsel gelişmeyle orantılı, dinamikte olsa bütün vatandaşlarınız için eşit ve adil olarak millileştireceğiniz eğitimlerinizin mezunlarına, piyasa talebini sağlayın. Bunun içinde öz kaynaklarınızı kendiniz değerlendirin. İhracat merkezli milli ekonomiye odaklanın. Cumhuriyet yıllarının başında ki ‘Türk ekonomi mucizesinde’ olduğu gibi, acilen dış borçlarınızdan kurtulun.
            Para basan devlet fabrikaları ve yer altı servetleri asla özelleştirilemez, tıpkı merkez bankası gibi. Milli ekonominize ve emisyon gücü olan bağımsız paranıza sahip olun. Hem bağımsız hem de güdümsüz, yani işin özünde her şeyden evvel, KEMALİST ve ahde vefa sahibi olmayı bilin. O takdirde hangi sistemi kullanırsanız kullanın, eğitim nasıl olsa milli olacaktır. Gelecek nesillerimizi adam edebilmek için bu kadarı da yeterlidir.

            Sözün özüne gelirsek; özgün sıkıştırılmış, dinamize edilmiş, sekreti çıkarılıp hayat suyu haline getirilen ve anayasal çerçevede, topluma eşit ve parasız dağıtılacak eğitime asla karşı değilim. Bilakis bunu toplumsal kalkınmanın bilimsel tek paradoksu olarak görüyorum. Hayat sekreti dediğimiz doğanın bahşettiği hormonlarla  (süje) yaşam mecburiyetimiz, aslında bu değilmidir, süje haline getirilen eğitim neden böyle algılanmasın ki.  Bir tutam bal için bir çuval odun çiğnemeye ne gerek ve ne de zamanımız kalmıştır artık.
         Ayrıca Cumhuriyetimizin bin bir meşakkatle kuruluşundan bugüne kadar ‘ihtiyacı olduğu gerçek öğrenimden’ yoksun bıraktığınız ve bugünlerinizin de sebebi olan milletinize, boşuna kaybettirdiğiniz yılları nasıl geri verebileceksiniz ki.
         Bu dediklerimizi yapabilmek için özüyle ‘MİLLİ’ olan bir devlete ihtiyaç vardır. İşte o ortada yok,  her şeyden önce de bunun sağlanması lazımdır. Yoksa sömürgeci eşkıyanın direktif ve doğruları(!) vazgeçilemez yaşam tarzımız haline gelir ki, o zaman kendi robotlarından farkımız kalmaz, bu durumsa bize hiç uymaz. İşte asıl buna toplumsal tavır koymak gerekir. Problem çözümüyle vardır ve kendi çözümünü de içinde barındırır esasen, yoksa problem olmaz. Yani çözümün anahtarı problemin içindedir. Bunu teşhis ederseniz problem de kalmaz ortada. Yani rüzgâr eken ‘fırtınayla’, kin eken ‘cinnetle’ gider.
         İşte çözümde gerektiğinde bu kadar açık, seçik ve basittir aslında. Yeni bir dünya harbi dahi netice de patladığıyla kalır ve kendi çözümünü de beraberinde getirir. Zira sonrası uzun süreli sükûnet, yeni bir aklını başına devşirme dönemi ve daha doğrusu,  geride kalanlar için mutlak huzurdur. Bilmem anlatabildim mi?

                                                                                              Serendip Altındal

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder