25 Mart 2012 Pazar

DEMOKRATİK ÜMMETLER..

               Ben bu Amerikan halkına acıyorum kendi adıma. Hoppala! Biz acınacak durumdayken, bizi soyan haramilerin halklarına acımakta nereden çıktı diyenler olacaktır, şimdi hiç şüphesiz. Ne sandınız, aslında onlar bizden daha ağlanası durumdalar da ondan. Çünkü biz yaklaşık 700 yıldır ne idüğü belirsiz ve kendine Türk diyemeyen(!) Osmanlı-Arap sarmalından binlerce yıl evvel de kimliğimizin sahibi olduğumuz halde, bize neredeyse Türklüğümüzü unutturan yanlış olgunun yanlış mirasıyla, kendi anayurdunda ümmet edilmenin ne demek olduğunu iyi biliyoruz. Ayrıca Ergenekon adlı çok eski bir deneyimimiz daha vardır.
            Bu nerden baksanız, rahmetli Atatürk’le başlayan 87 yıllık bir Cumhuriyet devrimi ve yeniden dirilişin bile, küllerinin altında yatan ümmet kompleksini hala söndüremediği, 700 yıllık bir akültür deneyimidir. Oysa Amerikan halkı şunun şurasında 100 yıl içinde, bizden bile bağnaz ve aymaz bir ümmet haline dönüştürülmüş. Hem de kökü tarihsel ve asil bir kimliğe dayanmayan, bir kaç egemen Demokrasi(!) havarisi pozunda ki, uyanık para babası hergele tarafından. Dolayısıyla onların daha da acınası bir durumda oldukları görülüyor.
            Baksanıza arada sırada, kendilerini gerçekten özgür ve Demokrat sanarak, müktesebatlarını tayin etme haklarını kullanmak istiyorlar, sokaklara çıkıyorlar, sen misin yürüyen, küt diye başlarına Demokrasi(!) sopası iniveriyor ve derebeylerinin özgürlükler(!) ülkesinde, birden ne acınası hallere düşüveriyorlar. Biz en azından onlar gibi, böyle gülünç olmuyoruz. Ümmet olmanın bilincinde(!) paşa paşa oturuyoruz yerimizde hiç olmazsa.

            Hâlbuki bir kımıldayabilseler, sahipleri de kımıldamak(!) zorunda kalacak ve başta kendileri olmak üzere bütün dünya rahat bir nefes alacak. Kriz, mriz de kalmayacak, işler birden açılacak. Ve özgür bireyler gibi yeniden istikbal planları yapmaya başlayabilecekler. Küreselci narkozunu almadan evvel olduğu gibi.
            Ayrıca dünyanın en cahil toplumlarının başında kabul edilen Amerikan ümmeti pardon milleti, klasikleri olan Amerikan rüyasından ne yazık ki hala uyanamadı. Hal ve melalini sorgulamaktan çok uzak arayışlar içinde ki bu safdiller, herhalde işlerin hep böyle süreceğini yani patronları olan Mafyanın 7x24 saat Dolar basmasıyla, bütün dünyaya sonuna kadar sahip olabileceklerini zannediyor olmalılar, kim bilir?

            Eski Almanlar onlara ‘Amis’ yani ‘Amiler’ derlerdi, başka bir şey de değil, sadece Amis, yani onları adamdan saymazlardı. Öyle ya, nereden baksanız her iki Amerikan patentinden ki Hiroşima’ya, Nagazaki’ye atılan Atom bombaları da dâhil, birinde Alman imzası vardır, herhalde ondandır kimbilir. Esasen Normandi de son şanslarıydı.
            Şayet burnu büyük Mareşal Rommel, müttefiklerin ellerinde kalan son araçlarıyla, ağırlığı ticaret şilepleri ve balıkçı gemileri olan 2 milyon askerlik bir çıkarmayı hafife alarak, Almanları tufaya getirmeseydi, harp bambaşka bir sonuçla biterdi. Zira beğenmedikleri Hitler’in, karargâhı Wolfsschanze’dan, Washington’u V2’lerle vurmasına sayılı günler kalmıştı. Ki Coniler o günlerde bunu hayal bile edemezlerdi.
            Hitler bir emperyalist harp başlatmıştı neticede, sonunda ise başta kendisi ve dava arkadaşları olmak üzere, çoğunluğu Nazi olmayan ve kendisini desteklemeyen ama ümmet haline getirdiği milleti, zorunlu vatan savunması yapmak zorunda kalmış ve hepsi birlikte faturayı ödemişlerdi, hala da ödüyorlar. Şimdi de sıra Amerikan ümmetine geliyor. Şayet bize, istemeden bindiğimiz Demokrasi tramvayında alıştıra alıştıra giydirilen ümmet harmaniyesi’ni, sırtımızdan atamazsak bizde sıradayız.
            Bu arada Demokrasi yaftalı emperyalist olgusunda ki, özgürlükler adına üstü örtülü yalanı, daha İstiklal harbi döneminden önce tespit eden dahi Atatürk’ün, neden halklar için en adil ve asil olan Cumhuriyette karar kıldığını da anlamadan geçmeyelim.

            70 li yıllarda Almanya’da, babası Çanakkale’de ayağında postalı, elinde silahı olmayan ama mangal gibi yüreğiyle ‘YENİDEN DİRİLİŞİ’ sergileyen Türk evladına, mihmandarlık yapan bir Alman subayı olan yaşlı bir dostum vardı. Kendisi babasının Türklerle ilgili sevgi, saygı ve kahramanlık öyküleriyle büyümüş, dolayısıyla da bizlere karşı saygı ve sempatisi fazla gelişmiş bir muhteremdi. İş yerinde öğlen tatillerinde piposunu içerken bana harp anılarını uzun uzun anlatırdı.
            Çanakkale’de yokluk içinde ki Türk evlatlarına mihmandarlık yapan bir Alman subayı, hangi nedenle orada bulunursa bulunsun, hiç kalbi zengin Türk evladı için, nasıl kutsal olmaz, oğlu nasıl saygın olmazdı. İşte ben de kendisini bu duygularla, sevdiğim bir aile büyüyüm gibi saygıyla dinlerdim. Alman işgal ordusuyla Rusya’ya yürümüş sonra da İngiltere’de iki yıl esir kalmıştı. Nazi olmadığı, Hitleri desteklemediği halde harbe katılmak zorunda kalan Alman ümmetinden bir fertti sadece. Ve o da diğer çoğunluk gibi sonunda hiç de hak etmediği halde, ne yazık ki faturayı birlikte ödemiş ve ömrünün değerli yıllarını kaybetmişti.
            Bir defasında bana, ‘biz Rusya’ya girerken müthiş zulüm yaptık. Bu pisliğe iştirak eden bazı silah arkadaşlarıma, ya onlar da bize aynı şeyleri yapsalar ne yapardınız diye sorardım. Sonra biz kaybettik, Ruslar Berlin’e kadar girdi, inan ki bizim yaptığımız zulüm ve eziyetin yarısını bize yapmadılar, demek ki onlar daha uygar insanlarmış’ demişti. Böylesi özü sözü doğru saygın bir insandı. Şayet yaşamıyorsa gönlünce yatsın, yaşıyorsa da kulağın çınlasın ‘Herr Borneman’.

            Şimdi Amerikan ümmetine, günlerinin sayılı olduğu hakkında fikir vermek bağlamında, ORSAM raporundan bir alıntıyı, belki uyanmalarına katkı sağlar amacıyla aşağıda görüşlerine sunuyorum. Ve buradan onların aklı başında olan ama varlıkta yokluk yaşayanlarına ve içimizdeki uzantılarına(!) ise, ‘kaldırın artık kafacıklarınızı, çoktan sona eren Amerikan rüyasından’ diyorum.
                                                                                             
                                                                                              Serendip Altındal




    §      Çin ve Rusya’nın kendi yakın çevrelerinde liderlikleri altında bölgesel güvenlik elde etmeye çalışmaları ve maddi güç imkânlarını daha fazla kullanmaya başlamaları ABD’nin temel ilgisinin Ortadoğu bölgesine kaymasıyla yakından alakalıdır. ABD’nin Ortadoğu’daki meşguliyetleri ‘yükselen güçler’i kendi bölgelerinde daha rahat hareket eder hale getirmiştir. Şanghay İşbirliği Örgütü’nün kurulması ve BRİÇ (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) denen oluşumun ortaya çıkması ABD’nin Ortadoğu’daki politikalarından bağımsız düşünülemez.

2000’li yıllarda Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’in neredeyse bir blok halinde hareket etmeye ve küresel politikaların belirlenmesinde daha fazla söz sahibi olmaya başlamışlardır. Avrupa Birliği’nin içersine girdiği kurumsal ve ekonomik kriz ile ABD’nin Irak ve Afganistan bataklıklarına saplanmış olması uluslar arası siyasi ve ekonomik arenada yeni güç merkezlerinin ortaya çıkışını kolaylaştırmıştır. Bu devletler arasında son yıllarda Güney Afrika ve Türkiye de sayılmaktadır. Yükselmekte olan güçlerin neredeyse hepsinin anlaştıkları nokta İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan uluslararası siyasi ve ekonomik düzenin daha çok Batı’nın çıkarlarını yansıttığı ve günümüz ortamında meşruiyetini kaybettiğidir.

Yapılması gereken uluslararası örgütlerin mevcut güç dengelerini daha adil bir şekilde yansıtması için çalışmaktır. Mevcut sistemin kurumlarının ve değerlerinin daha adil ve meşru olabilmesi, yükselen güçlerin çıkarlarını daha fazla yansıtmasına bağlıdır. Salt ‘yükselen güçler’ kavramının pekişmesi bile ABD’nin Irak ve Afganistan’daki operasyonlarıyla dolaylı olarak ilgilidir. Sonuçta ‘yükselen güçler’ olarak tarif ettiğimiz devletler egemenlik, devletlerin iç işlerine karışılmaması, liberal demokrasinin zor kullanılarak ihraç edilmemesi ve bunun bir ulusal güvenlik stratejisi olarak tanımlanmaması konularında benzer görüşlere sahiptirler. Evrensel ve genel geçer insan hakları, egemenlik, güvenlik, modernleşme, kalkınma ve yönetim anlayışlarının olamayacağına inanan bu güçler Batı modelinin Irak ve Afganistan’da uygulanmaya çalışılmasına tepkiyle yaklaşmaktadırlar.

Bu ülkelerin neredeyse hepsi uluslararası meşruiyetin en başta Birleşmiş Milletlerden kaynaklanacağına inanmaktadırlar ve ABD’nin tek taraflı askeri müdanelerini tehlikeli görmektedirler. İnsani gerekçelerle de olsa yapılan askeri müdahalelerin meşrulaşması ve yaygınlaşması bu ülkeleri özellikle kaygılandırmaktadır. Çünkü bu ülkeler bu tarz müdahalelere zemin oluşturabilecek toplumsal dokulara sahiptirler. Gerek Rusya’nın gerekse de Çin’in ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan halk hareketlerine ve bunlara ilişkin geliştirilen Batlı politikalara verdikleri tepkiler başka türlü açıklanamaz.
(ORSAM Rapor No: 77, Ekim 2011)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder