Bu nerden baksanız, rahmetli Atatürk’le başlayan 87
yıllık bir Cumhuriyet devrimi ve yeniden dirilişin bile, küllerinin altında yatan
ümmet kompleksini hala söndüremediği, 700 yıllık bir akültür deneyimidir. Oysa
Amerikan halkı şunun şurasında 100 yıl içinde, bizden bile bağnaz ve aymaz bir ümmet
haline dönüştürülmüş. Hem de kökü tarihsel ve asil bir kimliğe dayanmayan, bir
kaç egemen Demokrasi(!) havarisi pozunda ki, uyanık para babası hergele tarafından.
Dolayısıyla onların daha da acınası bir durumda oldukları görülüyor.
Baksanıza arada sırada, kendilerini gerçekten özgür ve
Demokrat sanarak, müktesebatlarını tayin etme haklarını kullanmak istiyorlar,
sokaklara çıkıyorlar, sen misin yürüyen, küt diye başlarına Demokrasi(!) sopası
iniveriyor ve derebeylerinin özgürlükler(!) ülkesinde, birden ne acınası hallere
düşüveriyorlar. Biz en azından onlar gibi, böyle gülünç olmuyoruz. Ümmet
olmanın bilincinde(!) paşa paşa oturuyoruz yerimizde hiç olmazsa.
Hâlbuki bir kımıldayabilseler, sahipleri de kımıldamak(!)
zorunda kalacak ve başta kendileri olmak üzere bütün dünya rahat bir nefes
alacak. Kriz, mriz de kalmayacak, işler birden açılacak. Ve özgür bireyler gibi
yeniden istikbal planları yapmaya başlayabilecekler. Küreselci narkozunu
almadan evvel olduğu gibi.
Ayrıca dünyanın en cahil toplumlarının başında kabul
edilen Amerikan ümmeti pardon milleti, klasikleri olan Amerikan rüyasından ne
yazık ki hala uyanamadı. Hal ve melalini sorgulamaktan çok uzak arayışlar
içinde ki bu safdiller, herhalde işlerin hep böyle süreceğini yani patronları olan
Mafyanın 7x24 saat Dolar basmasıyla, bütün dünyaya sonuna kadar sahip
olabileceklerini zannediyor olmalılar, kim bilir?
Eski Almanlar onlara ‘Amis’ yani ‘Amiler’ derlerdi, başka
bir şey de değil, sadece Amis, yani onları adamdan saymazlardı. Öyle ya,
nereden baksanız her iki Amerikan patentinden ki Hiroşima’ya, Nagazaki’ye atılan
Atom bombaları da dâhil, birinde Alman imzası vardır, herhalde ondandır
kimbilir. Esasen Normandi de son şanslarıydı.
Şayet burnu büyük Mareşal Rommel, müttefiklerin ellerinde
kalan son araçlarıyla, ağırlığı ticaret şilepleri ve balıkçı gemileri olan 2
milyon askerlik bir çıkarmayı hafife alarak, Almanları tufaya getirmeseydi,
harp bambaşka bir sonuçla biterdi. Zira beğenmedikleri Hitler’in, karargâhı Wolfsschanze’dan, Washington’u V2’lerle
vurmasına sayılı günler kalmıştı. Ki Coniler o günlerde bunu hayal bile edemezlerdi.
Hitler bir emperyalist harp başlatmıştı neticede, sonunda
ise başta kendisi ve dava arkadaşları olmak üzere, çoğunluğu Nazi olmayan ve kendisini
desteklemeyen ama ümmet haline getirdiği milleti, zorunlu vatan savunması
yapmak zorunda kalmış ve hepsi birlikte faturayı ödemişlerdi, hala da
ödüyorlar. Şimdi de sıra Amerikan ümmetine geliyor. Şayet bize, istemeden
bindiğimiz Demokrasi tramvayında alıştıra alıştıra giydirilen ümmet
harmaniyesi’ni, sırtımızdan atamazsak bizde sıradayız.
Bu arada Demokrasi yaftalı emperyalist olgusunda ki,
özgürlükler adına üstü örtülü yalanı, daha İstiklal harbi döneminden önce
tespit eden dahi Atatürk’ün, neden halklar için en adil ve asil olan
Cumhuriyette karar kıldığını da anlamadan geçmeyelim.
70 li yıllarda Almanya’da, babası Çanakkale’de ayağında
postalı, elinde silahı olmayan ama mangal gibi yüreğiyle ‘YENİDEN DİRİLİŞİ’ sergileyen Türk evladına,
mihmandarlık yapan bir Alman subayı olan yaşlı bir dostum vardı. Kendisi
babasının Türklerle ilgili sevgi, saygı ve kahramanlık öyküleriyle büyümüş,
dolayısıyla da bizlere karşı saygı ve sempatisi fazla gelişmiş bir muhteremdi.
İş yerinde öğlen tatillerinde piposunu içerken bana harp anılarını uzun uzun
anlatırdı.
Çanakkale’de yokluk içinde ki Türk evlatlarına mihmandarlık
yapan bir Alman subayı, hangi nedenle orada bulunursa bulunsun, hiç kalbi
zengin Türk evladı için, nasıl kutsal olmaz, oğlu nasıl saygın olmazdı. İşte
ben de kendisini bu duygularla, sevdiğim bir aile büyüyüm gibi saygıyla
dinlerdim. Alman işgal ordusuyla Rusya’ya yürümüş sonra da İngiltere’de iki yıl
esir kalmıştı. Nazi olmadığı, Hitleri
desteklemediği halde harbe katılmak zorunda kalan Alman ümmetinden bir fertti sadece.
Ve o da diğer çoğunluk gibi sonunda hiç de hak etmediği halde, ne yazık ki
faturayı birlikte ödemiş ve ömrünün değerli yıllarını kaybetmişti.
Bir defasında bana, ‘biz Rusya’ya girerken müthiş zulüm
yaptık. Bu pisliğe iştirak eden bazı silah arkadaşlarıma, ya onlar da bize aynı
şeyleri yapsalar ne yapardınız diye sorardım. Sonra biz kaybettik, Ruslar
Berlin’e kadar girdi, inan ki bizim yaptığımız zulüm ve eziyetin yarısını bize
yapmadılar, demek ki onlar daha uygar insanlarmış’ demişti. Böylesi özü sözü
doğru saygın bir insandı. Şayet yaşamıyorsa gönlünce yatsın, yaşıyorsa da
kulağın çınlasın ‘Herr Borneman’.
Şimdi Amerikan ümmetine, günlerinin sayılı olduğu
hakkında fikir vermek bağlamında, ORSAM raporundan bir alıntıyı, belki
uyanmalarına katkı sağlar amacıyla aşağıda görüşlerine sunuyorum. Ve buradan onların
aklı başında olan ama varlıkta yokluk yaşayanlarına ve içimizdeki
uzantılarına(!) ise, ‘kaldırın artık kafacıklarınızı, çoktan sona eren Amerikan
rüyasından’ diyorum.
Serendip
Altındal
§ Çin ve
Rusya’nın kendi yakın çevrelerinde liderlikleri altında bölgesel güvenlik elde
etmeye çalışmaları ve maddi güç imkânlarını daha fazla kullanmaya başlamaları
ABD’nin temel ilgisinin Ortadoğu bölgesine kaymasıyla yakından alakalıdır. ABD’nin
Ortadoğu’daki meşguliyetleri ‘yükselen güçler’i kendi bölgelerinde daha rahat
hareket eder hale getirmiştir. Şanghay İşbirliği Örgütü’nün kurulması ve BRİÇ
(Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) denen oluşumun ortaya çıkması ABD’nin
Ortadoğu’daki politikalarından bağımsız düşünülemez.
2000’li yıllarda Brezilya, Rusya, Hindistan ve
Çin’in neredeyse bir blok halinde hareket etmeye ve küresel politikaların
belirlenmesinde daha fazla söz sahibi olmaya başlamışlardır. Avrupa Birliği’nin
içersine girdiği kurumsal ve ekonomik kriz ile ABD’nin Irak ve Afganistan bataklıklarına
saplanmış olması uluslar arası siyasi ve ekonomik arenada yeni güç
merkezlerinin ortaya çıkışını kolaylaştırmıştır. Bu devletler arasında son
yıllarda Güney Afrika ve Türkiye de sayılmaktadır. Yükselmekte olan güçlerin
neredeyse hepsinin anlaştıkları nokta İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan
uluslararası siyasi ve ekonomik düzenin daha çok Batı’nın çıkarlarını
yansıttığı ve günümüz ortamında meşruiyetini kaybettiğidir.
Yapılması gereken uluslararası örgütlerin
mevcut güç dengelerini daha adil bir şekilde yansıtması için çalışmaktır.
Mevcut sistemin kurumlarının ve değerlerinin daha adil ve meşru olabilmesi,
yükselen güçlerin çıkarlarını daha fazla yansıtmasına bağlıdır. Salt
‘yükselen güçler’ kavramının pekişmesi bile ABD’nin Irak ve Afganistan’daki
operasyonlarıyla dolaylı olarak ilgilidir. Sonuçta ‘yükselen güçler’ olarak
tarif ettiğimiz devletler egemenlik, devletlerin iç işlerine karışılmaması,
liberal demokrasinin zor kullanılarak ihraç edilmemesi ve bunun bir ulusal güvenlik
stratejisi olarak tanımlanmaması konularında benzer görüşlere sahiptirler.
Evrensel ve genel geçer insan hakları, egemenlik, güvenlik, modernleşme,
kalkınma ve yönetim anlayışlarının olamayacağına inanan bu güçler Batı
modelinin Irak ve Afganistan’da uygulanmaya çalışılmasına tepkiyle
yaklaşmaktadırlar.
Bu ülkelerin neredeyse hepsi uluslararası
meşruiyetin en başta Birleşmiş Milletlerden kaynaklanacağına inanmaktadırlar ve
ABD’nin tek taraflı askeri müdanelerini tehlikeli görmektedirler. İnsani
gerekçelerle de olsa yapılan askeri müdahalelerin meşrulaşması ve yaygınlaşması
bu ülkeleri özellikle kaygılandırmaktadır. Çünkü bu ülkeler bu tarz
müdahalelere zemin oluşturabilecek toplumsal dokulara sahiptirler. Gerek
Rusya’nın gerekse de Çin’in ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan halk hareketlerine
ve bunlara ilişkin geliştirilen Batlı politikalara verdikleri tepkiler başka
türlü açıklanamaz.
(ORSAM Rapor No: 77, Ekim 2011)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder