Birdenbire uyanmak
zorunda kalınca kimlerin bahçelerine ve nelerin üstüne patlayacaklarını
şimdiden kestirmek zor. En iyisi biraz daha bekleyip bu çok uluslu vodvilin son
perdesini görmek. Ha, bu arada bize mi ne olur. İnanın hiçbir şey de olmaz. Ne
zaman olabildi de şimdi olsun. Bizim hiç kimseden korkumuz olmadı ki. Hatta
keşke biraz da olsaydı, belki de daha tedbirli olurduk o zaman. Aslında biz
Türkler, bütün art niyetlilerin kâbusuyuz.
Anlaşılan ebediyete kadar da olmaya devam edeceğiz.
Bizim için milli
mevcudiyet zaferimizin kutlaması ve bu bağlamda da helal süt emmiş adam evladı tüm
şehitlerimizin, gazilerimizin anılması demek olan ve öyle de kalacak olan,
şimdi ise asla bizi temsil etmeyenlerin, 30 Ağustos
Osmanlı haremağaları matinesine dönüştürdüğü, böylesi kutsal bir
günümüzde, bu matinede yer alan, özellikle de şerefli
TSK üniformasını(!) taşıdığını sanan tiplere bakıyoruz da, yüreğimiz yanıyor.
Hani ne demişler, tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş. Enteresandır ama resmî
sivil tüm bu beslemeler, sanki aynı tornadan çıkmış gibiler ve tiplemede birbirleriyle
cuk örtüşüyorlar Vallahi. Hani tiyatro bile yazsan tipleri bu kadar rollerine oturtamazsın.
Türkiyemizin
mide fesadı ve reflüsünün müsebbiplerine ne
yazık ki hala katlanmak zorunda olduğumuz aklıma gelip de anayurdumda(!) kendi güncelime
dönünce, bazen Âdem evladı olduğuma bile lanet okuyorum. Ve bu psikosomatik toplumsal
reflünün yanında bir de sinir fesadına uğramamak adına hemen, geride kalan ve devşirilmiş çağdaşların(!) ilkel diye pas
geçtikleri dönemlerden günümüze kadar gelen, okuduklarımdan bazı alıntılara
çağrışımlar yaparak, kendimi avutmaya çalışıyor ve bütün
bilimlerin anası olan tarihin, o şerefli anılarının
bağrına sığınıyorum.
Mesela: Büyük İskender zamanında, zapt etmek üzere
kapılarına dayandığı Hint kentlerinde, Hintli bilgeler, İskender’in bilgeliğini
överek kendisine, onun bilgeleriyle yarışmak istediklerini bildirirler. O da
bilgelerini yollar. Yapılan münazaralarda Hintli bilgeler başarılı olur. Bunun
üzerine İskender, Hintli bilgeleri hediyelere gark eder ve ülkelerini zapt
etmekten vazgeçer. Bu bağlamda da Hintli bilgelerin; ‘Bilgelik
bu âlemde kralları bu hale getiriyorsa, onu ehline giydirdiğimizde acaba ne
olur? Kimbilir nasıl ödüllendiriliriz?’ dedikleri, Aristo’nun
kitaplarında yer alan münazaralardandır. Konuya bu pencereden bakınca da akla
karanın, ilkel(!) olanla olmayan liderlik
anlayışının, zamanla hiçbir ilgisi olmadığı,
açıkça ortaya çıkmaz mı?
Mesela: Yüce Atatürk liderliğinde ki T.C.’nin ilk
Anayasası olan ‘TEŞKİLATI ESASİYE KANUNU’ (Mevaddı Esasiye), 1924 yılı son şekli esasları ve Anayasanın 1. maddesine göre: Türkiye Devleti’nin hükümet şekli Cumhuriyettir. 2. maddeye göre de: ‘Devletin
dini İslam, resmî dili Türkçedir’. 75. maddesine göre de: ‘Hiçbir kimse mensup olduğu felsefi içtihat (görüş), din ve mezhepten dolayı muaheze (tenkit) edilemez. Asayiş ve umumi muaşeret adabına ve kanunlar
hükümlerine aykırı bulunmamak üzere her
türlü dini ayinler yapılması serbesttir’. Denilerek din hürriyeti, anayasanın teminatı
altına alınmıştır. 80. madde ile de: ‘Hükümetin nezaret ve murakabesi (denetimi) altında ve kanun
dairesinde her türlü tedrisat serbesttir’.
Bu
vb. maddelerin mis gibi adalet ve
toplumsal erdem kokulu, aynı zamanda da total din hürriyeti demek olan Kemalist
laisizmini bırakalım da, neye hizmet ettikleri belirsiz – ki aslında gün gibi aşikâr - bağnazların, yeni
Anayasa(!) zırvalarını mı, sırf çağdaşlık(!)
aldatmacasından ötürü, temel alalım yani. O zaman da sormayalım mı bu biraderlere:
Alnımızda enayi mi yazıyor!
Global
dünyacılıktan bize doğru yapılan sıralamada, tüm kendi kendilerini liderliğe
atamış tükürük köftelerinin arasında arayın
bakalım bir havasî, yani ruhanî beş duyumun da sahibi olduğunu bildiğiniz
veya inandığınız birisini(!) bulabilecekmisiniz?
Ki bunlara seçilmiş de derler ama bana göre değil. Çünkü kim kimi neye göre seçmiş ve bu yetkiyi kimden almıştır. Zira bu teşhis, sahibinden sahibine
göreli olduğundan, aynı zamanda akli olana yani tefekküre
de aykırıdır. Oysa havas olanla olmayan
arasında ki fark çok basittir. Havas olan da keramete varmak için, ağızdan
çıkanla, göstereceği işarete dikkat edilmeli, olmayanda ise sadece
bulunduğu noktanın nedenine, neyi ve kimi temsil ettiğine bakılmalıdır.
O halde
şimdi, kendisini liderliğe kafadan(!) atamışlara
soralım o zaman. Hiç elinize aynayı alıp da sadece süsünüzü yaptığınız sathına
değilde, derinliğine de arada sırada bakıp, gerçek değerinizi sorguladığınız
oldu mu? Oldu da, mis kokulu amber olduğunuzu gördünüzde mi kendinizi gramaja
vurdunuz. Oysa iğrenç kokulu kirli çorapların tonu kaç para eder ki? Acaba azıcık
da bunu düşündünüz mü gafiller? Yağmasanız da, en azından erdemlilik takiyesini bir kenara bırakıp, ‘koyunun olmadığı yerde Abdurrahman Çelebi olmasını(!)
bildik’ deyin de, hiç olmazsa harbiydiler diyerek, tarih olduğunuzda analım
sizleri bari!
Üniformalı
Haremağaları 30 Ağustos matinesinde pasta yerken, evlatlarımız Amerikan
paçavraları yolunda şehit olmaya devam ediyor. Şerefsiz çuvalcılar Ankara’ya
gidip geliyor. Ankara’da ki hükümetin tokmakçısı CIA piçleri, Bakanlar düzeyini,
başından ucuna tekmil prompterliyor. Sınır ötesinde ki Amerikan ordu
çaputlarının içinde ki piçlerse – ki içlerinde çoğunluk, sömürge ülkelerinden parayla
devşirdikleri lejyonerlerdir -, dağlarımızda PKK sırtlanlarını uyduyla ve noktalı
virgüllü informe edip, öz evlatlarımızın üstüne sinsice ve kancıkça salıyor. Ah
ne olur, birde kendileri üstümüze, kendi adlarına gelmeye kalksalar ya. Ama ne
gezer, onlarda o yürek var mı?
Oysa bu
şerefsizlerin az mı kıçlarını kurtarmıştık. Daha Kore savaşının izlerini
taşıyor gazilerimiz. Rahmetli Tahsin Yazıcı
bugünkü şerefsizliği görse ne demezdi ki. Büyükler bilir ama gençler ismini
tıklayarak onu iyi tanısınlar. Tek kaynağa da bağlanmasınlar. Zira o zaman,
başlarında ki gerçek bir Atatürk Generali ile nasıl destan yazıp, Kunuride
kuşatma altında erimek üzere olan Amerikan taburunun, başlarında şerefli
bayrağımıza sarılı Tahsin Paşaları olduğu halde, Türk Tugayı tarafından yok
olmaktan, süngü hücumuyla nasıl destansı kurtarıldığını, o dönemi yaşayan
Amerikalılarında unutabildiklerini hiç sanmıyorum.
Kunuri
meydan savaşında, ne yazık ki karşımızda bizim olmayan ama bize yakışan bir düşman(!) vardı. Amerikalı bizi de kullanarak
adamların ülkesini böldü de ne oldu. Aynı şerefsiz şimdi de aynı metotları biz
karşı kullanmıyor mu? Korede sadece, Küba’da, Vietnam’da, Irakta vb. yaşadığı
hezimetlerin bir tekrarını daha önceden yaşamıştı. Ve yakın bir gelecekte
Korelilerin, kendi ülkelerini yine tek parça haline getireceklerini de adım
gibi biliyorum. Bu vesileyle de kendilerinden milletim adına özür diliyorum. Ne
olur bizi affetsinler. Ne var ki sonrasında bizim maymun gözünü açtı. Tam da,
bir daha tufaya gelmedik demek istiyorken, komşum Suriye’ye yapılanlar aklıma
geldi ve yine yüzüm kızararak susmayı tercih ediyorum. Çünkü içimizden
birilerini satın almış olan, aynı Amerikan İblisi var yine karşımda.
Amerikalı
yaşadığı hezimetlerden hiç akıllanamadı ve bu paranoya yakında kendi sonunu da
getirecek esasen. Ve bizi teyit edercesine, dibinde patlayacağı uçuruma doğru
da dörtnala koşturuyor beygirini bizim inek çobanı şimdi. Ben gençlerin yerinde
olsam Tahsin Paşa ve şerefli Tugayının öyküsünü öncelikle, bugünkü PKK paçavrasından
bile tokat yiyen, üniformalı Osmanlı Haremağalarına ithaf ederdim.
Yıllık
milyarlarca Dolarlık fonlar ayrılan CIA adlı ‘Şerefsizler
Kulübü’nün işi, dünyanın her yerinde şerefsizlik
senaryoları oluşturmak, vatanını satanları pazarlamaktır ki buna kendi
ülkeleri de dâhildir. Çaresiz Amerikan ümmeti bugünlere dek patronlarının oto kontrolü kaybetmemesi adına, sayısız
CIA entrikalarına maruz kalmıştır ve ne yazık ki hala da kalmaktadır. Amerikan
halkları da, yaşadıkları acıklı durumdan sıyrılabilmek için, bir Mustafa Kemal bekliyorlar anlaşılan.
Hele illaki
emsal göstermeye ihtiyacı olan bazı beslemelerin
yapmaya çalıştığı gibi KGB’yi CIA, NSA vb. gibi kurumlarla mukayese etmeye
kalkmak, abesle iştigal etmek ve paranoya sahibi olmak demektir. Çünkü KGB, her
zaman saldırgan cephede yer almış ve alacak olan emperyaliste karşı, haklı
nedenlerle defansif olarak kurulmuş bir karşı istihbarat kurumudur ve çok da
isabetli olmuştur. Yoksa emperyalist İblis’in kendisinden olmayanlara vereceği
hasar, çok daha fazla olurdu. Ayrıca KBG, bir CIA’nın yanında kanarya sevenler derneği gibi de kalır.
Amerikan şerefsizlerini
bizatihi olarak, resmi vasıfları ve çaputları içinde karşımıza almazsak, ne PKK
belasından ne de ikiyüzlü kancıklıklarından kurtulamayız. Bunun içinde,
başımızdakilerden ve resmi kurumlarımızın içine sızdırılmış diğer beslemelerinden
ve ciğerimizin (Ankara) içine karargâh kurmuş
CIA piçlerinden kurtulmalıyız her şeyden önce. Gerisi ise kendiliğinden
gelecektir nasıl olsa.
Bu yola
girmekle bile neler mi kazanırız? Koynumuzda beslediğimiz yılan yuvaları haline
gelmiş Amerikan üsleri, Komşularla kaybedilen diyalog, Komşular indinde saygımızı
kaybettiren füze kalkanı, PKK adlı sırtlan çöplüğü, içimizde yuvalanan ve bizi
her geçen gün istenmez adam haline getiren emperyalist lejyoner bataklıkları
gibi sorunsallarımız, bıçak gibi kesilecektir.
Haksız
tutuklanan şerefli vatandaşlarımız, tekrar özgür birey kimliklerine kavuşarak,
gasp edilen onurlarını da geri kazanır ve Türkiye Cumhuriyetimizin bağımsız ve
demokratik hürriyetlerin kazanıldığı çağdaş bir ülke olduğunu, yeniden yedi
düvelin gözünde ispat etmiş olmamıza vesile teşkil ederler. Ve 10 yıldır
kaybettiğimiz demokratik saygınlığımız, tekrar bize geri döner. Sonuç olarak da
bize, hakkımız olan onurlu, bağımsız ve büyük devlet kimliğimizi kazandıracak oto kontrolümüz, yeniden kendi elimize geçmiş olur.
Ve acılarımız biter. Daha ne olsun ki.
Sözün özü:
Yoksa bundan şüpheniz mi var? Yapalım ve alayına hodri meydan diyelim. Sonra da
bekleyip görelim. Bakalım neler olacak. Biz bunu hep yapmadık mı ve her zaman
da yapacak mangal yüreğimiz yok mu? Haydin bakalım
Emmioğulları, varmısınız?
Serendip
Altındal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder