5 Eylül 2012 Çarşamba

ZAMAN MI, MEKAN MI YOKSA ADAM MI?

            Uykuda gezene pek bir şey olmaz derler. Lakin pencere pervazlarında, balkon korkuluklarında birdenbire uyandırılan uyurgezerler için, durum hiç de böyle değildir. Başımızda ki ‘devşirmeler birliği’ ve kuyrukları da uyurgezer olduklarından, hele balkonları da bırakıp artık çatılarda dolaşmaya da başlayınca, üstelik Batı ve Doğu cenahlarında ki parmaklarda da isterik kıpırdanmalar arttıkça, doğrusu bizim uyurgezerler hesabına endişe duymaya başladık.
            Birdenbire uyanmak zorunda kalınca kimlerin bahçelerine ve nelerin üstüne patlayacaklarını şimdiden kestirmek zor. En iyisi biraz daha bekleyip bu çok uluslu vodvilin son perdesini görmek. Ha, bu arada bize mi ne olur. İnanın hiçbir şey de olmaz. Ne zaman olabildi de şimdi olsun. Bizim hiç kimseden korkumuz olmadı ki. Hatta keşke biraz da olsaydı, belki de daha tedbirli olurduk o zaman. Aslında biz Türkler, bütün art niyetlilerin kâbusuyuz. Anlaşılan ebediyete kadar da olmaya devam edeceğiz.

            Bizim için milli mevcudiyet zaferimizin kutlaması ve bu bağlamda da helal süt emmiş adam evladı tüm şehitlerimizin, gazilerimizin anılması demek olan ve öyle de kalacak olan, şimdi ise asla bizi temsil etmeyenlerin, 30 Ağustos Osmanlı haremağaları matinesine dönüştürdüğü, böylesi kutsal bir günümüzde, bu matinede yer alan, özellikle de şerefli TSK üniformasını(!) taşıdığını sanan tiplere bakıyoruz da, yüreğimiz yanıyor. Hani ne demişler, tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş. Enteresandır ama resmî sivil tüm bu beslemeler, sanki aynı tornadan çıkmış gibiler ve tiplemede birbirleriyle cuk örtüşüyorlar Vallahi. Hani tiyatro bile yazsan tipleri bu kadar rollerine oturtamazsın.
            Türkiyemizin mide fesadı ve reflüsünün müsebbiplerine ne yazık ki hala katlanmak zorunda olduğumuz aklıma gelip de anayurdumda(!) kendi güncelime dönünce, bazen Âdem evladı olduğuma bile lanet okuyorum. Ve bu psikosomatik toplumsal reflünün yanında bir de sinir fesadına uğramamak adına hemen, geride kalan ve devşirilmiş çağdaşların(!) ilkel diye pas geçtikleri dönemlerden günümüze kadar gelen, okuduklarımdan bazı alıntılara çağrışımlar yaparak, kendimi avutmaya çalışıyor ve bütün bilimlerin anası olan tarihin, o şerefli anılarının bağrına sığınıyorum.

            Mesela: Büyük İskender zamanında, zapt etmek üzere kapılarına dayandığı Hint kentlerinde, Hintli bilgeler, İskender’in bilgeliğini överek kendisine, onun bilgeleriyle yarışmak istediklerini bildirirler. O da bilgelerini yollar. Yapılan münazaralarda Hintli bilgeler başarılı olur. Bunun üzerine İskender, Hintli bilgeleri hediyelere gark eder ve ülkelerini zapt etmekten vazgeçer. Bu bağlamda da Hintli bilgelerin; ‘Bilgelik bu âlemde kralları bu hale getiriyorsa, onu ehline giydirdiğimizde acaba ne olur? Kimbilir nasıl ödüllendiriliriz?’ dedikleri, Aristo’nun kitaplarında yer alan münazaralardandır. Konuya bu pencereden bakınca da akla karanın, ilkel(!) olanla olmayan liderlik anlayışının, zamanla hiçbir ilgisi olmadığı, açıkça ortaya çıkmaz mı?

                Mesela:  Yüce Atatürk liderliğinde ki T.C.’nin ilk Anayasası olan ‘TEŞKİLATI  ESASİYE KANUNU’ (Mevaddı Esasiye), 1924 yılı son şekli esasları ve Anayasanın 1. maddesine göre: Türkiye Devleti’nin hükümet şekli Cumhuriyettir.  2. maddeye göre de: ‘Devletin dini İslam, resmî dili Türkçedir’. 75. maddesine göre de: ‘Hiçbir kimse mensup olduğu felsefi içtihat (görüş), din ve mezhepten dolayı muaheze (tenkit) edilemez. Asayiş ve umumi muaşeret adabına ve kanunlar hükümlerine aykırı bulunmamak üzere her türlü dini ayinler yapılması serbesttir’. Denilerek din hürriyeti, anayasanın teminatı altına alınmıştır. 80. madde ile de: ‘Hükümetin nezaret ve murakabesi (denetimi) altında ve kanun dairesinde her türlü tedrisat serbesttir’.
            Bu vb. maddelerin mis gibi adalet ve toplumsal erdem kokulu, aynı zamanda da total din hürriyeti demek olan Kemalist laisizmini bırakalım da, neye hizmet ettikleri belirsiz – ki aslında gün gibi aşikâr - bağnazların, yeni Anayasa(!) zırvalarını mı, sırf çağdaşlık(!) aldatmacasından ötürü, temel alalım yani. O zaman da sormayalım mı bu biraderlere: Alnımızda enayi mi yazıyor!

            Global dünyacılıktan bize doğru yapılan sıralamada, tüm kendi kendilerini liderliğe atamış tükürük köftelerinin arasında arayın bakalım bir havasî, yani ruhanî beş duyumun da sahibi olduğunu bildiğiniz veya inandığınız birisini(!) bulabilecekmisiniz? Ki bunlara seçilmiş de derler ama bana göre değil. Çünkü kim kimi neye göre seçmiş ve bu yetkiyi kimden almıştır. Zira bu teşhis, sahibinden sahibine göreli olduğundan, aynı zamanda akli olana yani tefekküre de aykırıdır. Oysa havas olanla olmayan arasında ki fark çok basittir. Havas olan da keramete varmak için, ağızdan çıkanla, göstereceği işarete dikkat edilmeli, olmayanda ise sadece bulunduğu noktanın nedenine, neyi ve kimi temsil ettiğine bakılmalıdır.
            O halde şimdi, kendisini liderliğe kafadan(!) atamışlara soralım o zaman. Hiç elinize aynayı alıp da sadece süsünüzü yaptığınız sathına değilde, derinliğine de arada sırada bakıp, gerçek değerinizi sorguladığınız oldu mu? Oldu da, mis kokulu amber olduğunuzu gördünüzde mi kendinizi gramaja vurdunuz. Oysa iğrenç kokulu kirli çorapların tonu kaç para eder ki? Acaba azıcık da bunu düşündünüz mü gafiller? Yağmasanız da, en azından erdemlilik takiyesini bir kenara bırakıp, ‘koyunun olmadığı yerde Abdurrahman Çelebi olmasını(!) bildik’ deyin de, hiç olmazsa harbiydiler diyerek, tarih olduğunuzda analım sizleri bari!

            Üniformalı Haremağaları 30 Ağustos matinesinde pasta yerken, evlatlarımız Amerikan paçavraları yolunda şehit olmaya devam ediyor. Şerefsiz çuvalcılar Ankara’ya gidip geliyor. Ankara’da ki hükümetin tokmakçısı CIA piçleri, Bakanlar düzeyini, başından ucuna tekmil prompterliyor. Sınır ötesinde ki Amerikan ordu çaputlarının içinde ki piçlerse – ki içlerinde çoğunluk, sömürge ülkelerinden parayla devşirdikleri lejyonerlerdir -, dağlarımızda PKK sırtlanlarını uyduyla ve noktalı virgüllü informe edip, öz evlatlarımızın üstüne sinsice ve kancıkça salıyor. Ah ne olur, birde kendileri üstümüze, kendi adlarına gelmeye kalksalar ya. Ama ne gezer, onlarda o yürek var mı?
            Oysa bu şerefsizlerin az mı kıçlarını kurtarmıştık. Daha Kore savaşının izlerini taşıyor gazilerimiz. Rahmetli Tahsin Yazıcı bugünkü şerefsizliği görse ne demezdi ki. Büyükler bilir ama gençler ismini tıklayarak onu iyi tanısınlar. Tek kaynağa da bağlanmasınlar. Zira o zaman, başlarında ki gerçek bir Atatürk Generali ile nasıl destan yazıp, Kunuride kuşatma altında erimek üzere olan Amerikan taburunun, başlarında şerefli bayrağımıza sarılı Tahsin Paşaları olduğu halde, Türk Tugayı tarafından yok olmaktan, süngü hücumuyla nasıl destansı kurtarıldığını, o dönemi yaşayan Amerikalılarında unutabildiklerini hiç sanmıyorum.
            Kunuri meydan savaşında, ne yazık ki karşımızda bizim olmayan ama bize yakışan bir düşman(!) vardı. Amerikalı bizi de kullanarak adamların ülkesini böldü de ne oldu. Aynı şerefsiz şimdi de aynı metotları biz karşı kullanmıyor mu? Korede sadece, Küba’da, Vietnam’da, Irakta vb. yaşadığı hezimetlerin bir tekrarını daha önceden yaşamıştı. Ve yakın bir gelecekte Korelilerin, kendi ülkelerini yine tek parça haline getireceklerini de adım gibi biliyorum. Bu vesileyle de kendilerinden milletim adına özür diliyorum. Ne olur bizi affetsinler. Ne var ki sonrasında bizim maymun gözünü açtı. Tam da, bir daha tufaya gelmedik demek istiyorken, komşum Suriye’ye yapılanlar aklıma geldi ve yine yüzüm kızararak susmayı tercih ediyorum. Çünkü içimizden birilerini satın almış olan, aynı Amerikan İblisi var yine karşımda.
            Amerikalı yaşadığı hezimetlerden hiç akıllanamadı ve bu paranoya yakında kendi sonunu da getirecek esasen. Ve bizi teyit edercesine, dibinde patlayacağı uçuruma doğru da dörtnala koşturuyor beygirini bizim inek çobanı şimdi. Ben gençlerin yerinde olsam Tahsin Paşa ve şerefli Tugayının öyküsünü öncelikle, bugünkü PKK paçavrasından bile tokat yiyen, üniformalı Osmanlı Haremağalarına ithaf ederdim.

            Yıllık milyarlarca Dolarlık fonlar ayrılan CIA adlı ‘Şerefsizler Kulübü’nün işi, dünyanın her yerinde şerefsizlik senaryoları oluşturmak, vatanını satanları pazarlamaktır ki buna kendi ülkeleri de dâhildir. Çaresiz Amerikan ümmeti bugünlere dek patronlarının oto kontrolü kaybetmemesi adına, sayısız CIA entrikalarına maruz kalmıştır ve ne yazık ki hala da kalmaktadır. Amerikan halkları da, yaşadıkları acıklı durumdan sıyrılabilmek için, bir Mustafa Kemal bekliyorlar anlaşılan.
            Hele illaki emsal göstermeye ihtiyacı olan bazı beslemelerin yapmaya çalıştığı gibi KGB’yi CIA, NSA vb. gibi kurumlarla mukayese etmeye kalkmak, abesle iştigal etmek ve paranoya sahibi olmak demektir. Çünkü KGB, her zaman saldırgan cephede yer almış ve alacak olan emperyaliste karşı, haklı nedenlerle defansif olarak kurulmuş bir karşı istihbarat kurumudur ve çok da isabetli olmuştur. Yoksa emperyalist İblis’in kendisinden olmayanlara vereceği hasar, çok daha fazla olurdu. Ayrıca KBG, bir CIA’nın yanında kanarya sevenler derneği gibi de kalır.

            Amerikan şerefsizlerini bizatihi olarak, resmi vasıfları ve çaputları içinde karşımıza almazsak, ne PKK belasından ne de ikiyüzlü kancıklıklarından kurtulamayız. Bunun içinde, başımızdakilerden ve resmi kurumlarımızın içine sızdırılmış diğer beslemelerinden ve ciğerimizin (Ankara) içine karargâh kurmuş CIA piçlerinden kurtulmalıyız her şeyden önce. Gerisi ise kendiliğinden gelecektir nasıl olsa.
            Bu yola girmekle bile neler mi kazanırız? Koynumuzda beslediğimiz yılan yuvaları haline gelmiş Amerikan üsleri, Komşularla kaybedilen diyalog, Komşular indinde saygımızı kaybettiren füze kalkanı, PKK adlı sırtlan çöplüğü, içimizde yuvalanan ve bizi her geçen gün istenmez adam haline getiren emperyalist lejyoner bataklıkları gibi sorunsallarımız, bıçak gibi kesilecektir.
            Haksız tutuklanan şerefli vatandaşlarımız, tekrar özgür birey kimliklerine kavuşarak, gasp edilen onurlarını da geri kazanır ve Türkiye Cumhuriyetimizin bağımsız ve demokratik hürriyetlerin kazanıldığı çağdaş bir ülke olduğunu, yeniden yedi düvelin gözünde ispat etmiş olmamıza vesile teşkil ederler. Ve 10 yıldır kaybettiğimiz demokratik saygınlığımız, tekrar bize geri döner. Sonuç olarak da bize, hakkımız olan onurlu, bağımsız ve büyük devlet kimliğimizi kazandıracak oto kontrolümüz, yeniden kendi elimize geçmiş olur. Ve acılarımız biter. Daha ne olsun ki.

         Sözün özü: Yoksa bundan şüpheniz mi var? Yapalım ve alayına hodri meydan diyelim. Sonra da bekleyip görelim. Bakalım neler olacak. Biz bunu hep yapmadık mı ve her zaman da yapacak mangal yüreğimiz yok mu? Haydin bakalım Emmioğulları, varmısınız?

                                                                                              Serendip Altındal



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder