Türkler tarihlerinde beş dini evreden
geçtikleri halde, hiç bir din devleti kurmamışlardır. Türkün dini inancı ile
seküler imanı farklı hususlardır. Özgün yapılarında, akıl, cesaret ve müthiş bir
özgüvenin dışında, kendisini atalete sokan skolâstiğin mistisizmine yer olmadığı
gibi, esasen buna ayıracak vakti de yoktur. Hep dingil ve eğer üstündedir yani.
Budist olduğu dönemde bile, bir din devleti kurmamasına karşın, Çin'den
Anadolu’ya kadar, dünyanın gördüğü en büyük devletlerden birine sahip olduğu
halde, tarihinde hiç olmadığı kadar öz fundamentini tekzip edercesine uyuşmuş ve
bu durumu fırsat bilerek yoğunlaşan Çin entrikaları sonunda da, içinde ÇİN’in de
yer aldığı büyük imparatorluğunu dağıtmak zorunda kalmıştır.
En zor harplere bile
başlarken asla tanrılarından yardım dilenmezler - ki dilenmek en büyük utanç
kaynaklarıydı -, tamamen akıl, cesaret ve özgüvenlerine itaat ederlerdi. Ordu da
beslememişler, erleri ve Amazonlarıyla –
ki aslında Türk kadınına Amazon denir - birlikte asker doğdukları için, halk
milisleri halinde, zaman zaman tek çağrıda, askeri disiplinle derhal bir araya
toplanıp takımlar teşkil ederek, yeni harp teknikleri üzerine manevralar
yaparak, yeni savaşlara hazırlanırlardı. At binmede, kılıç, ok, yay, mızrak
kullanmada ve yakın dövüşte Amazonları erkeklerinden ayırt edilemez ve
üzerlerine de emsal gösterilemezdi.
Liderler (Yabgu, Başbuğ,
Kaan vb.) akil pirlerden oluşan halk meclisi tarafından adilen seçilir ve
kimsenin de buna itirazı olmazdı. Lider seçiminde de kadınlar asla ayrı
tutulmazlardı. Esasen bir şekilde bu düzen bozulursa, devletleri de biterdi.
Tarihlerinde devletsiz kalarak kurdukları küçük boyluklarda, her türlü zulüm,
tehcir ve katliamlara maruz kalarak, tarifsiz acılar da çekmişlerdir.
Dolayısıyla Türk varlığı asla bölünmemelidir. Hatta böyle bir dönemde, Arap
zulmü altında, binlercesinin kanıyla nehirlerin bile kırmızı aktığı bir
dönemlerinde, Araplar tarafından zorla Müslüman yapılmışlardır.
Hoş sonrasında, dört Haçlı seferini
kucaklayarak Arapların yok olmasını önlerken, birlikte yok olmaya mahkûm edilen
İslam'ı da, dinler potasında ki geniş kültürleri ve tasavvufi zenginlikleriyle,
kılıçların, kelle avcılarının dini olmaktan çıkarıp, evrensel bir din haline
getirmişlerdir.
Görüldüğü üzere, Çin nere,
Etrüsk (Asena) Roması nere. Asena bereket tanrısı Turan kim, Romalı (Asena)
Venüs, İyon’yalı (Yunan, aslı Asena) Afrodit kim. Bugün tarihimizi kendilerine
mal eden, M.Ö. 10000 lerde ise Avrupa’nın ilkel klanları - ki henüz millet kavramı bile onlarca bilinmiyordu
– bugün kendilerine çağdaş Avrupalı diyerek ataları olan Türkleri, aşırma
tarihli sahtekârlar birliği AB’nin dışında bırakanlar, Taş devrinde muhtemelen
beş taş oynuyorlardı. Türkler ise devasa piramitlerine, anıtlarına beşer
tarihinin ilk alfabesi runik el yazıları ve tamgalarıyla, arşivler
oluşturuyorlar, köşe yazıları döktürüyorlardı. Anadolu’nun en az 10000 yıl
öncesinden beri sahibiydi ve ecdadı olduğu Avrupalıda bu yüzden yerleşen Türk
fobisi zamanla Türk alerjisine dönüşmüştür.
Uzun yıllar sonra yeniden Anadolu ya avdet
eden Oğuz boyu Osmanlı ise, başlangıç yıllarında, komşusu olduğu Avrupalının
alerjisinden nasibini almamak adına, Türklüğünü ön plana taşımamış, kendisine
sadece Osmanlı demekle yetinmiş veya da zorunda kalmıştır. Sonra da Padişahların
haremine girerek, Şehzadelerini doğuran Avrupalı devşirme hanım sultanların
entrikalarıyla, yeniden Türkü millileştirmek esasen söz konusu bile olmamıştır.
Vaktiyle Kuzey Avrupa Oğuzlarının, ebedi
esaretten kurtararak tarihte bağımsız ilk devletlerini kurmalarına neden
oldukları Germenler (Alman) bugün bizi en fazla anlayan – ki onlarda emperyalist
kulvarda oldukları halde -, ecdatları olduğumuz akrabalarımızdır. Hatta Hitler
bile Türklerin Gamalı sembollerini (Haç demek doğru değildir), Nazi ordusuna güç
vermesi anlamında bayrak haline getirmesi, hiç de tesadüfü değildi. Hakkında
alakasız bir sürü uydurma neşriyat yapılmış olan Hitler, aslında çok aşina
olduğu Türk gücünü, tarihiyle bilen araştırmacı bir kimliğe de sahipti. İşte
onlardan biri olan araştırmacı bir kardeşimiz, uzaylı olduğu da söylenen,
matematik dili, gizemli Türkçemizi, bakın ne kadar da gerçeğine özgün
betimlemiş.
Türk dilini incelerken insan zekâsının
dilde yarattığı mucizeyi görürsünüz.
Maks MÜLLER (TÜRKBİLİM – Haziran 2013)
İşte böyle nesillerin
bugünkü ahfadı olan Emmioğlumun, görkemli tarihinin bile kendisine çok görüldüğü
böylesi bir ortamda, şimdi her şeyden fazla ve daha önce hiç olmadığı kadar,
Türkçe düşünüp, Türkçe konuşmaya ihtiyacı vardır. Bunun teyidini, çevremden
bizatihen birçok defa kendim de aldığım için, durumun farkındayım. Başta kendim
olmak üzere, özellikle bizim tarafta olduklarını bildiğim yazar, çizer ve tüm
tefekkür sahibi kardeşlerime, dostlarıma öncelikle tavsiyem, diğer tuluatı,
kozmetiği bir kenara koyup Türk'ün muhteşem tarihine
odaklanmalarıdır.
Çünkü zaman, Türk’ün yok
edilmeye kalkıldığı bu yeni dönemde, tam da şanlı bayrağının yine en yükseklerde
dalgalanma zamanıdır artık. Hele de birileri çıkıp, Türk evladının klasiğini hiç
anlamadan Türk eksperi olduklarını sanıp, Türk'e din devleti kurdurmaya
çalışıyorlarsa; olsa olsa sapıyla birlikte pişirdikleri saman çorbalarını,
kendileri afiyetle yutarken, bize de yutturmaya kalkıyorlar diye
düşünüyoruz.
Türkün altından eğerini, elinden silahını
alamazsın. Bunda da zaman ve mekân mefhumu yoktur. O hep bir yolunu bulur. Önce
Atasının armağanı köy enstitüleri vardı, elinden aldın sesini çıkarmadı.
Oturduğun yerden malı hamutuyla götürürken, reyini hortumlamak adına her seçim
dönemi, dinine, imanına oynadın yemedi; ama bağrına taş basmayı yeğledi. Şimdi
de AKP iblisinle fabrikalarını, hayvanını, tohumunu ve madenleriyle tüm mal
varlığını elinden aldın. Üstüne HES'lerinle suyunu bile ona çok görünce, 'NAH
SANA…' diyerek yaşanmaz hale gelen aziz köyünü terk edip, metropollerini işgal
ederek kendisinden gasp ettiğin büyük şehirli imtiyazlarına zorla ortak oldu -
ki bu durumun gerçekte, AKP’nin “varoşlu
yandaş” politikasıyla asla bir ilgisi yoktur -. Bu da aslında haklarını
isteyen Türk köylüsünün, sessiz gezi eylemidir. O halde artık şikâyet
etmeyeceksin.
Bileceksin ki, karşında
senin de bireyi olduğun, ufukların ötelerinde de dumanı tüten sonsuz Türk
Ocağından emmioğulların vardır. En fazla bir jenerasyon sonra, senden fazla
büyük şehirli ve senden duyarlı bir vatandaşın olur çıkar, kuşkun olmasın.
Esasen Gezi Parkı eylemleriyle akılcılıklarını bütün dünyaya kabul ettiren, o
aydınlık çocuklarımızın büyük bir çoğunluğu, büyük şehirlerine bir iki asır önce
hicret etmiş ailelerin çocukları değildir. Nasıl! Farkı kim anlayabildi
ki.
Atanın boşuna yurdun
efendisidir demediği köylün, artık kapı komşundur. Mademki sen onun efendiliğini
ona çok gördün, o kendisine verilmeyeni işte böyle bizatihen almasını da bilir.
Ama korkma, dediğim gibi, en fazla bir jenerasyon sonra oyunun kurallarını
senden daha iyi öğrenmiş ve oynamaya da başlamıştır hiç merak etme. Tıpkı
vaktiyle senin de ananın, babanın yaptığı gibi. İşte Türk faktörü böyle bir
şeydir. Yıllardır Avrupa metropollerinde, ışığı, yolu bile olmayan köylerden
gelip de onlardan birileri olarak yaşayan Türkleri, Avrupalılara da
sorabilirsin. Bu konuda bir solukta okuyacağınız, bizatihen yaşadığım çok ilginç
örnekler de verebilirim. Ne ki bunlar kitaplık konulardır.
Başlangıçta onların, senin
gibi şehirli olanlarını bile, nasıl aralarında görmek istemediklerini, şimdi ise
meclislerine bile sokmak zorunda kaldıklarını öğrenebilirsin. Şimdi belki de,
köyleri olmayan şehirler nasıl yaşar diye, haklı olarak soracaksın. Dünün yedi
düvele yetecek tarım ülkesiyken, bugün sömürgecinin GDO' lu tohumlarına bile
muhtaç hale nasıl getirildiysek, şehir dinamiğinde hızla eğitilmiş olan
köylümüz, bir milli ekonomi revizyonundan
sonra, bir de bakmışsın köy enstitüsü olmadan da, yedi düveli doyuran
toprakların, Atasının betimlediği gibi gerçek efendisi olup çıkmıştır. Dedik ya
Türk Faktörünü asla göz ardı
etmeyeceksin.
Serendip Altındal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder