20 Temmuz 2013 Cumartesi

KAHIRLI ÇAĞRILAR..

Bugün birkaç o.. çocuğu, milli müktesebatımızı yerle bir edip, yurdumuzu bölmeye kalkıyorsa, bizlerde buna seyirci kalıyorsak; yarın torunlarımız da bizi o.. çocukları diye andıklarında ve öbür tarafta bu çağrılara muhatap olduğumuzda, ne bok yiyeceğiz acaba? Nurlar içinde yatası, Allah’ın gani gani rahmet eyleyesi Kuvayı milliyeci babalarımız, atalarımız da bizleri şayet aynı durumda bırakmış olsalardı, biz onları nasıl anardık acaba?

Bir yandan onların yüzlerine bakamayacakken, diğer yanda torunlarımızın kahırlı çağrılarını duymazlıktan gelmek zorunda kalacaksak, ötede işimiz bayağı zor olacak. Demek ki öbür tarafta da bizlere huzur yok desenize. O halde gelin özümüze yakışan hayırlı bir şeyler yapalım, yapalım da en azından yavrularımızın geleceklerini karartmayalım. Giderken de hiç olmazsa onların hayır dualarını alalım ve öbür tarafta huzur bulalım emmioğullarım o zaman.
Her ne kadar ordumuzun narkozla domaltılmış olduğu, henüz çuval giydiği günlerde işaret vermiş olsa da, bizler daha hangi günlere saklıyoruz acaba erliğimizi. Kadınımızla, erkeğimizle doğuştan hepimiz asker değil miyiz? On binlercesinin asil kanlarıyla sulanmış Türklerin toprağı, üç buçuk besmelesiz yandan fırlamış piçe, para için analarını, avratlarını bile satan kanı bozuklara, oldubittiyle terk edilecek kadar ucuz değildir. Aslında yedi düvel de bunu domuz gibi bilir. Bilir de, acaba bizlerin de narkoz yuttuğumuzu mu düşünüyorlar nedir. Yoksa işi bu kadar abartma cesareti gösteremezlerdi.

Aslında çocuklarımızın Gezi Parkında yaktığı ateş, dünya bacasını sardı. Tüm soyulan milletlerde kıpırdanmalar başladı. Öyle ya her zaman ‘Türk önde, Türk ileri’ değil miydi zaten. Baksanıza Birleşik Devletlerde bile on binler, her bahaneyle bir araya gelmeye başladılar artık. Bunun böyle olacağını daha önce de yazmıştım. EKB (Ezoterik Kardeşler Birliği) olarak betimlediğim, globalist liboş fantastların, bu seslere duyarlı olmaları gerektiğini, o zaman da söylemiştik. Ne var ki henüz onlardan tık yok. Bakalım biraz daha bekleyelim, önümüzde ki ana baba günlerinin ilk işaretlerini - ki şayet bunlar da değilse - herhalde yakında hep birlikte alacağız.

§  Bu iki yönetim tarzının örnekleri çağımızda Türk ile Fransa kralıdır. Bütün Türk monarşisi tek bir baş tarafından yönetilir; ötekiler onun kullarıdır. Krallığını sancaklara bölmüştür ve oralara keyfince yöneticiler atar, isterse yerlerini değiştirir, isterse görevden alır. Fransa kralı ise tersine çok eski soydan gelme ve her biri kendi tebaasınca sevilip sayılan bir yığın büyük derebeyi arasında yaşar. Derebeylerinin her birinin soydan gelme ayrıcalıkları vardır ki kral başına dert açmadan bunlara dokunamaz. Bu iki hüküm sürme tarzını ele alan biri Türk'ün topraklarını fethetmekteki güçlüğü; ama bir kez fethedildi mi de tutunmaktaki büyük kolaylığı görür.
Türk ülkesinin fethi önünde dikilen engellerin nedenleri açıktır: Bir kere, bu krallığın prensleri tarafından oraya çağırılmadığın gibi yukarıda belirtilen nedenlerle,  prensin çevresindekilerin senin girişimini kolaylaştıracak bir başkaldırısına da bel bağlayamazsın. Çünkü prensin yakın çevresindekilerin tümü onun yoktan var ettiği ve ona şükran borcu olan kimselerdir. Yozlaştırılmaları da zordur ve hatta yozlaştırılsalar bile bu yine de pek fazla yarar sağlamaz çünkü daha önce değinilen nedenlerle halkı arkalarından sürükleyemezler. O halde, kim ki Türk'le savaşmak ister hasmının güçlerini karşısında birlik halinde bulmaya hazır olmalıdır ve karşı tarafın içinde çıkacak bir kargaşadan çok kendi birliklerine güvenmelidir. Ama yenmeyi başarırsa, Türk'ü bir daha ordusunu kuramayacak denli bozguna uğratırsa o zaman yenik düşenin soyundan başka korkacağı kimse kalmaz; onun ocağı da bir kez söndü mü kimse kaygılandıramaz artık. Çünkü ötekilerin halk üzerinde hiçbir nüfuzları yoktur; istilacı nasıl ki zaferden önce desteklerine güvenemez idiyse zaferden sonra da onlardan korkacak hiçbir şey kalmaz. ( Prens – Machiavelli)

         Ya işte bunları demiş Makyavel. Demek ki o zamanlar böyle oluyormuş ülkeler üstüne sömürgeci sarkmaları. Şimdi ise oldubittiler farklı potalarda; ama hedef ülkelerin içinde pişiriliyor. Ve daha ziyade önceden devşirilmiş, vatan haini, kanı bozuk siyasiler üzerine kurgulu istilalar gerçekleşiyor. Tıpkı bizde olduğu gibi. Ayrıca silah atmadan da pekâlâ hallediliyor işler.
            Ne var ki dün de, bugün de ülkelerin yok olma veya parçalanmalarının tek nedeni, kendi özüne ihanet içinde olan insan kaynaklarıdır. Tarihler değişmiş fakat insanoğlu ile birlikte var olan bu gerçek ise asla değişmemiştir. Yani toplumlar hep kendi insanları yüzünden ya ihya olmuşlar veya da helak olmuşlardır. Makyavel bu doğruya ne hikmetse değinmemiştir. Belki de imtiyazlı veya asil ‘Yurttaş’ sınıfından olsa gerek. Çünkü halklar asil olmadıkları için adamdan sayılmıyorlar, sadece Prens’in tebaası olarak kabul ediliyorlardı kendi zamanında.

            Oysa gözünü, huyunu, suyunu, aklını, insanlığını sevdiğimin Türklerinde devletler, daima tek nüvesi ve hayat iksiri olan, eri, Amazonuyla tüm halkı yani Türk Milleti üzerine kurulmuşlardır. Türklerde asalet unvanı gibi, putlar, fetişler ve Gök tanrı dışında tanrılar da yoktur. Ayrıca devamlı beslenen orduları da yoktu. Çünkü bütün halk milis ordusuydu. Ve her türlü harbe, her şekilde, erleri ve Amazonlarıyla bir anda tam tekmil hazır oluverirlerdi.
Belirli zaman dilimlerinde bir araya toplanırlar ve herkes gurup liderleri tarafından atandığı kendi görevinin başına geçerek muhtemel yeni harplere de, yeni taktik çalışmaları yaparak, hep birlikte hazırlanırlardı. Türklerde sadece görevler ve atamalar vardır. Yabgu, Başbuğ, Hakan vs. her zaman halk meclisinin layık gördüğü, milletiyle özdeş, milletini temsil eden biri olurdu. Esasen bu kural bir şekilde değiştiğinde, devlet zaten biterdi. Türk Boyları hep böyle durumlarda ortaya çıkmıştır aslında.  İşte Türk toprağının istila edilememesinin ana nedeni de bu olmuştur, Türk var olduğundan beri.

Yukarda Makyavel’i okuduğunuzda belki haksız olmadığını da gördünüz. Ama yüzeyseldir, derinliğin farkında değil. İmtiyazlı yaşam günlüğünün,  oportünist entelektüel çerçevesinde onun da sınırları, diğer fikir arkadaşlarında olduğu gibi önceden çizilmişti. Türk gerçeğini bilmelerine, anlayabilmelerine imkân da yoktu, şartlar da müsait değildi belki zamanlarında. Esasen bizim gerçeklerimizin, temsil ettikleri eşyanın tabiatına uyması da beklenemezdi. İşte aynı sülalenin bugünkü,  güncel megalo-paranoidlerinden de beklenemeyeceği gibi.

Biz yine de bizim okuma özürlü Sadrazamın, Makyavel okuduğunu filan düşünmüyoruz. Ayrıca okumaya da ihtiyacı yok ki. Çünkü o her şeyi biliyor nasıl olsa…

Serendip Altındal


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder