Bugün
birkaç o.. çocuğu, milli müktesebatımızı yerle bir edip, yurdumuzu bölmeye
kalkıyorsa, bizlerde buna seyirci kalıyorsak; yarın torunlarımız da bizi o..
çocukları diye andıklarında ve öbür tarafta bu çağrılara muhatap olduğumuzda,
ne bok yiyeceğiz acaba? Nurlar içinde yatası, Allah’ın gani gani rahmet
eyleyesi Kuvayı milliyeci babalarımız, atalarımız da bizleri şayet aynı durumda
bırakmış olsalardı, biz onları nasıl anardık acaba?
Bir
yandan onların yüzlerine bakamayacakken, diğer yanda torunlarımızın kahırlı çağrılarını
duymazlıktan gelmek zorunda kalacaksak, ötede işimiz bayağı zor olacak. Demek
ki öbür tarafta da bizlere huzur yok desenize. O halde gelin özümüze yakışan hayırlı
bir şeyler yapalım, yapalım da en azından yavrularımızın geleceklerini
karartmayalım. Giderken de hiç olmazsa onların hayır dualarını alalım ve öbür
tarafta huzur bulalım emmioğullarım o zaman.
Her
ne kadar ordumuzun narkozla domaltılmış olduğu, henüz çuval giydiği günlerde işaret
vermiş olsa da, bizler daha hangi günlere saklıyoruz acaba erliğimizi. Kadınımızla,
erkeğimizle doğuştan hepimiz asker değil miyiz? On binlercesinin asil
kanlarıyla sulanmış Türklerin toprağı, üç buçuk besmelesiz yandan fırlamış piçe,
para için analarını, avratlarını bile satan kanı bozuklara, oldubittiyle terk
edilecek kadar ucuz değildir. Aslında yedi düvel de bunu domuz gibi bilir.
Bilir de, acaba bizlerin de narkoz yuttuğumuzu mu düşünüyorlar nedir. Yoksa işi
bu kadar abartma cesareti gösteremezlerdi.
Aslında
çocuklarımızın Gezi Parkında yaktığı ateş, dünya bacasını sardı. Tüm soyulan
milletlerde kıpırdanmalar başladı. Öyle ya her zaman ‘Türk
önde, Türk ileri’ değil miydi zaten. Baksanıza Birleşik Devletlerde bile
on binler, her bahaneyle bir araya gelmeye başladılar artık. Bunun böyle
olacağını daha önce de yazmıştım. EKB (Ezoterik Kardeşler Birliği) olarak
betimlediğim, globalist liboş fantastların, bu seslere duyarlı olmaları gerektiğini,
o zaman da söylemiştik. Ne var ki henüz onlardan tık yok. Bakalım biraz daha
bekleyelim, önümüzde ki ana baba günlerinin ilk işaretlerini - ki şayet bunlar
da değilse - herhalde yakında hep birlikte alacağız.
§ Bu iki
yönetim tarzının örnekleri çağımızda Türk ile Fransa kralıdır. Bütün Türk
monarşisi tek bir baş tarafından yönetilir; ötekiler onun kullarıdır.
Krallığını sancaklara bölmüştür ve oralara keyfince yöneticiler atar, isterse
yerlerini değiştirir, isterse görevden alır. Fransa kralı ise tersine çok eski
soydan gelme ve her biri kendi tebaasınca sevilip sayılan bir yığın büyük
derebeyi arasında yaşar. Derebeylerinin her birinin soydan gelme ayrıcalıkları
vardır ki kral başına dert açmadan bunlara dokunamaz. Bu iki hüküm sürme
tarzını ele alan biri Türk'ün topraklarını fethetmekteki güçlüğü; ama bir kez
fethedildi mi de tutunmaktaki büyük kolaylığı görür.
Türk ülkesinin fethi önünde dikilen engellerin
nedenleri açıktır: Bir kere, bu krallığın prensleri tarafından oraya
çağırılmadığın gibi yukarıda belirtilen nedenlerle, prensin çevresindekilerin senin girişimini kolaylaştıracak
bir başkaldırısına da bel bağlayamazsın. Çünkü prensin yakın çevresindekilerin
tümü onun yoktan var ettiği ve ona şükran borcu olan kimselerdir. Yozlaştırılmaları
da zordur ve hatta yozlaştırılsalar bile bu yine de pek fazla yarar sağlamaz
çünkü daha önce değinilen nedenlerle halkı arkalarından sürükleyemezler. O halde,
kim ki Türk'le savaşmak ister hasmının güçlerini karşısında birlik halinde
bulmaya hazır olmalıdır ve karşı tarafın içinde çıkacak bir kargaşadan çok kendi
birliklerine güvenmelidir. Ama yenmeyi başarırsa, Türk'ü bir daha ordusunu
kuramayacak denli bozguna uğratırsa o zaman yenik düşenin soyundan başka
korkacağı kimse kalmaz; onun ocağı da bir kez söndü mü kimse kaygılandıramaz
artık. Çünkü ötekilerin halk üzerinde hiçbir nüfuzları yoktur; istilacı nasıl
ki zaferden önce desteklerine güvenemez idiyse zaferden sonra da onlardan
korkacak hiçbir şey kalmaz. ( Prens – Machiavelli)
Ya işte bunları demiş Makyavel. Demek ki o zamanlar
böyle oluyormuş ülkeler üstüne sömürgeci sarkmaları. Şimdi ise oldubittiler
farklı potalarda; ama hedef ülkelerin içinde pişiriliyor. Ve daha ziyade önceden
devşirilmiş, vatan haini, kanı bozuk siyasiler üzerine kurgulu istilalar
gerçekleşiyor. Tıpkı bizde olduğu gibi. Ayrıca silah atmadan da pekâlâ
hallediliyor işler.
Ne var ki dün de, bugün de ülkelerin
yok olma veya parçalanmalarının tek nedeni, kendi özüne ihanet içinde olan
insan kaynaklarıdır. Tarihler değişmiş fakat insanoğlu ile birlikte var olan bu
gerçek ise asla değişmemiştir. Yani toplumlar hep kendi insanları yüzünden ya
ihya olmuşlar veya da helak olmuşlardır. Makyavel bu doğruya ne hikmetse
değinmemiştir. Belki de imtiyazlı veya asil ‘Yurttaş’
sınıfından olsa gerek. Çünkü halklar asil olmadıkları için adamdan
sayılmıyorlar, sadece Prens’in tebaası olarak
kabul ediliyorlardı kendi zamanında.
Oysa gözünü, huyunu, suyunu, aklını,
insanlığını sevdiğimin Türklerinde devletler, daima tek nüvesi ve hayat iksiri
olan, eri, Amazonuyla tüm halkı yani Türk Milleti üzerine kurulmuşlardır.
Türklerde asalet unvanı gibi, putlar, fetişler ve Gök tanrı dışında tanrılar da
yoktur. Ayrıca devamlı beslenen orduları da yoktu. Çünkü bütün halk milis
ordusuydu. Ve her türlü harbe, her şekilde, erleri ve Amazonlarıyla bir anda
tam tekmil hazır oluverirlerdi.
Belirli
zaman dilimlerinde bir araya toplanırlar ve herkes gurup liderleri tarafından
atandığı kendi görevinin başına geçerek muhtemel yeni harplere de, yeni taktik
çalışmaları yaparak, hep birlikte hazırlanırlardı. Türklerde sadece görevler ve
atamalar vardır. Yabgu, Başbuğ, Hakan vs. her zaman halk meclisinin layık
gördüğü, milletiyle özdeş, milletini temsil eden biri olurdu. Esasen bu kural
bir şekilde değiştiğinde, devlet zaten biterdi. Türk Boyları hep böyle
durumlarda ortaya çıkmıştır aslında.
İşte Türk toprağının istila edilememesinin ana nedeni de bu olmuştur,
Türk var olduğundan beri.
Yukarda
Makyavel’i okuduğunuzda belki haksız olmadığını da gördünüz. Ama yüzeyseldir,
derinliğin farkında değil. İmtiyazlı yaşam günlüğünün, oportünist entelektüel çerçevesinde onun da
sınırları, diğer fikir arkadaşlarında olduğu gibi önceden çizilmişti. Türk
gerçeğini bilmelerine, anlayabilmelerine imkân da yoktu, şartlar da müsait
değildi belki zamanlarında. Esasen bizim gerçeklerimizin, temsil ettikleri
eşyanın tabiatına uyması da beklenemezdi. İşte aynı sülalenin bugünkü, güncel megalo-paranoidlerinden de
beklenemeyeceği gibi.
Biz
yine de bizim okuma özürlü Sadrazamın, Makyavel okuduğunu filan düşünmüyoruz.
Ayrıca okumaya da ihtiyacı yok ki. Çünkü o her şeyi biliyor nasıl olsa…
Serendip Altındal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder