28 Ağustos 2012 Salı

ŞEYTANLA DANS EDENLER..

            Bugüne kadar yazılarımda ne kadar Atatürk sıraladığımı bilmiyorum. Saymayı hiç düşünmedim. Herhalde sayılamayacak kadar çok olmuştur. Zira Atatürk, efkârlı yüreğimden her seferinde kendiliğinden çıkan ve çıkacak olan mükerrer bir ant ve bir müktesebat çağrısıdır benim için. İşin sayısal yanını kendi kendime sorguladığımda ise, ahde vefa sahibi özgün bir Türkiye Cumhuriyeti bireyi olarak, vazifemi hakkıyla yapmış olduğumu ve bunun da bana en büyük ödül olduğunu düşünüyorum.
            Öyle ya başka nem var ki müktesebat olarak atfedebileceğim. İyi de, düşünüyorum da ne oluyor? Duyarsız milletimi çevremde gördükçe ara vesilelerle yine damarım geriliyor, içimde ki şeytan veya tanrı katından aldığım dürtüyle de, tekrar alıyorum elime kalemi ve başlıyorum yine saydırmaya. Zannedersem de ömrüm yettiği veya da milletim hattı müdafaayı bir kenara koyup, ‘sathı müdafaayı’ ele alınca ve ‘bu satıh da vatandır’ deyinceye kadar da yapacağım bunu.
            Pekiyi bunda şeytanın işi ne diye sorabilirsiniz belki. Onunda hakkını vermek gerekir diye düşündüğümden olsa gerekir. Öyle ya, kendisini halk eden tanrı-patronuna bile, kafasını karıştıran ilk soruyu – Şeytan olacağımı bilerek beni neden yarattın – sorarak, dinler tarihinde kabul edilen ilk fitnenin de sahibi olduğuna göre, aynı zamanda özgür düşünce ve yürekliliğe sahip olduğunu da ortaya koymamış mı? Fitne, fesat ve melanet sebebi olduğu halde, bütün nebileri yok eden tek yaratıcı, neden onu hepsine tercih ederek ölümsüz yapmış. Bunun da bir sebebi olması gerekmez mi?
            Cevaben de; her şeye günah korkusundan(!) tanrıyla başlarsanız, gün gelir işte böyle misak ı millinizi, özünde de, asal olan federe bireyliğinizi bile savunamaz hale getirilirsiniz. İşte şeytan burada bize, dostunum(!) diyene bile gerektiğinde, kuşkuyla bakmamız gerektiğini öğretmektedir belki de kimbilir. Çünkü böyle bir öğretinin vasıtasız ve direk olarak tanrıdan gelebileceğini kabul etmek zordur. Ki mantık buna derhal ‘o zaman tanrı olmazdı ki’ diyecektir. O olsa olsa, ben size akıl verdim kullanmayı bilin demiştir. Ama nasıl? Böyle hal ve şeraitler adına, bunu öğretmesi için de muhtemelen Şeytanı vasıta etmiştir. Hoş kitap böyle söylemiyor ama ziyan yok, madem ki akıllıyız(!.)
           
            Şeytanî melanet rüzgârlarını arkasına alıp, pupa yelken giden ve bize ısrarla dostum(!) diyen Amerikalıyla nasıl mücadele etmeyi, hele nasıl da muzaffer olabilmeyi planlıyorsunuz. Herhalde en az ona yakın şeytanî düşünebilirseniz, sizin için ancak ümit var olacaktır. Yoksa böyle bir ortamda, hem de Şeytan desteksiz, hani ne demeli işiniz çok zor olacaktır. Şeytana tapanların hükümran olmayı planladığı bir âlemde, vasıtasız yardımı asla tanrıdan beklemeyin. Şayet konuşsaydı, o size ‘İblis katına inersem artık tanrınız olamam. Ben size bunun için akıl verdim. Doğruya, yanlışa, gerçek ve sanal olana ulaşabilesiniz diye, onu kullanın’ diyecektir muhtemelen. Ve bize verdiği akıl ile vardığımız öngörü de budur.
            İşte tam da bu nokta da Şeytanınız – ki Şeytan ne akit yapar ne de kimseye sadakat duygusu besler, yani herkesle ve herkese de karşıdır – düşmanınıza olduğu gibi, size de yol gösterecektir hiç kuşkusuz, tabii almayı bilirseniz. Ne var ki aklınızı kullanın ve asla onunla dans etmeye de kalkmayın. Zira bir kere ederseniz artık iflah da etmezsiniz. Tıpkı Okyanuslu büyük dost(!) ve diğer sapıtmışlar gibi. Asla unutulmaması gereken de, Şeytan’ın yeryüzü mekânının Vatikan, cisminin de Amerika olduğudur.
            Sonuç olarak, Şeytanla dans edenleri hala adam yerine koyanların yuh olsun ervahına. Veya da ‘Sıkri veri non cirare’ ne demekse. Acaba İtalyanca mı(?) Burada başka bir ifade kullanmak(!) zorunda kalmamak için, bunu Şeytandan alıp araya sokuverdim. Yoksa çatlardım. Fanteziden geldiği için fanteziye gider. Belirgin bir sıfatı ve kaynağı yoktur. Yani kişi nasıl alırsa odur. Ama bu bağlamda da bilinmelidir ki, ‘bir şey aynı anda iki şey olamaz’ salt mantığına bile sahip olamayanlar, tutarlı fikirle, tutarsız olanı – yani kendilerinden hayati kararlar beklenirken, akım derken bokum diyenlerde, fikir olamayacağını - nasıl ayırt edebilsinler ki. İşte, hani hep sorguladığımız şu meşhur, seçmenle sıçman arasında ki fark(!) da bu değilmidir aslında.
            Tez, antitezin zıttı olmazsa bilgi de olmaz. Çünkü her şey zıttıyla kaimdir. Ve Şeytan olmasaydı tanrıyı kimse takmazdı. Şimdi burada da söz hakkını, şeriattan önce var olmuş tefekküre bırakmamız gerekiyor. Mademki Şeytan bize arada fitne de yaptırıyor, bir fitne de biz yapalım ve bizde o klasik soruyu soralım o zaman. Acaba insan mı tanrıyı, yoksa tanrı mı insanı yarattı? Öyle ya, her ne kadar Şeytan gibi ölümsüz değilsek de, mademki bize bağışlanan özgün bir aklımız var(!) kullanalım o zaman.
            Şimdi birileri tanrı ve Şeytanla çok uğraştığımızı söyleyebilir. Hatta bize kâfir de diyeceklerdir hiç şüphesiz, kimlere demediler ki? Tanrıyla yatıp, Şeytanla kalkan, Türk’ü sadece at, avrat, silahla genelleyen bu birilerine, bir parantez açalım o zaman. Şimdi atınız Ferrari’ye, avratınız metrese, silahınız da cebinizde ki otomatiğe dönüşmedi mi. O halde sizler için ne değişti kardeşler. Bizde ise her üçü de yok. Ne yani şimdi bizi Türk kabul etmeyecekmisiniz? İşte tüm bu kafa yapısında ki, Şeytanla da dans eden sapkın ve eblehlerin ülkesinde, sayelerinde burnumuz boktan kalkmadığına, din iman, hak hukuk da kalmadığına göre, Allah rızası için söylesinler bari başka neden bahsetseydik.

            Artık günleri sayılı olan Amerikalının son çırpınışla, Şeytani bir savunma planının içine sizi de adım adım sürüklediği bir dönemde, sizinle sözüm ona yapacağı her zaman ki gibi tek taraflı antlaşmalara(!) mı güveniyorsunuz? Vakta ki işin sonunda Amerika yine baş patron olarak yenidünya düzeninin başına oturursa, zannediyormusunuz ki size verdiği şeytanî vaatleri yerine getirecektir. Pardon anlayamadım! Bir şey mi söylemiştiniz(?)
            İşte bu bağlamda da, ne zaman şeytanî, ne zaman tanrısal-ruhanî düşünmeniz gerektiğini üstlenecek olan da, sadece size bağışlanmış olan aklınızdır. Başka şeyiniz değil. Aslında hep sözünü ettiğimiz ve insan dediğimiz, şeytan-tanrılık tam da böyle bir şeydir işte. Zira hiç aklınızdan çıkarmayın ki, karşınızda, kilisesinde tanrısına ilâhiler dizerken bile palyaço geceliğine bürünüp, Şeytanla yatağa giren güvenilmez sahte dostunuz(!) Amerikalı vardır.

            §  Küreselcilik tanımıyla, boşuna ama şeytanca yenidünya liderliği hesapları içinde olan Amerikalının, AB, Arap dünyası ve bizimle de oluşturmaya kalktığı global defansın(!) karşı cephesinde kimler vardır. Bunlar Rusya, Çin, Kuzey Kore, Vietnam, Hindistan, muhtemelen de harp karşıtı olduğundan – ki yeterli gücü olmadığından asla değil – kâğıt üstünde ağır basan tarafla el sıkışacak – ‘handshake’ yapacak – bir Japonya ve üçüncü dünya başlığı altında ki tüm diğer özgürlük savaşçılarıdır.
            Yakın tarihimizde, aramızda ki göbek bağının daha derunî olması gereğiyle Rusyayı ayrı bir yere koyalım ve ona biraz daha analitik bakalım o halde. Vietnam’ın Ho Chi Minh’i, Çin’in Mao Zedong’u, Rusya’nın Stalin’i, Hindistan’ın Gandhisi her ne kadar bizim Atatürkümüzle mukayese edilemezlerse de, onun gibi uluslarının kaderlerini değiştirip, devletlerini dünya önderliği sıralamasına sokan liderlerdir. Marx, Lenin gibi, Sovyet Sosyalist devletçiliğin çıkış beyinleri olan liderleri bir kenara koyup da neden Stalin dedik.
            Bana göre, Leninden sonra Batılı parmağıyla çürütülmeye ve rejim zaaflarına düşürülmeye başlayan Sovyet Rusya’nın başına, bir başkası yerine, Sovyet rejiminin ‘tek komiserlik’ zaafını iyi kullanan ama Bolşevik rejime sapına kadar da sadık kalan, Stalin gibi bir lider gelmemiş olsaydı, Rusya daha o zaman havlu atmış ve dünya liderliğine soyunan büyük devlet imajını yitirmiş olacaktı.
            Stalin sivri çürüklerden ki, bunlar Hıristiyan, Ortodoks, Budist biraz da Müslüman cemaatler, dergâhlar ve Sovyetlerin arasına entegre edilmiş diğer asosyal güruhlardı. Olayın akışıyla, şimdi bizde de yaratılmak istenen separatizmle müthiş benzerliği yadsımamalıyız(!) Stalin’in bütün bu, ülkesinin birliği karşıtı güruhlardan – Arap baharı lejyonerleri gibi -, yaklaşık iki milyon kadar insan telef ettiği biliniyor. Çürümüşler ve Amerikan rüyasıyla(!) kanına girilip, beyni yıkanmışlar(!) ayıklandıktan sonra, bugünkü görüntüsünde Sovyet Sosyalist değil ama özünde olan, yeni büyük Rusya çıktı ortaya. İşte bugünkü Rusya da bütün büyüklüğünü aslında Stalin’e borçludur da o yüzden.
            Sonunda Stalini suçlayanlardan biri olan Gorbaçov geldi de ne oldu. Glasnost (açıklık) ve perestroyka (yenilenme) gibi aslında kendi aklının da ermediği emperyalist senaryolarının(!) – Erdoğan’ın BOP ile tufaya getirildiği gibi - tufasına getirilip, üstüne Okyanuslu iblisle dans etmeye de kalkınca, 90 lı yıllarda Komünizme varılacağı iddia edilen büyük Sovyet rüyasını, aynı yıllarda sonlandırdı ve de burnunun üstüne çakıldı – Erdoğan’ın Arap baharına ve PKK açılımına çakıldığı gibi –. Sonuçta Amerikan iblisi güle oynaya dünyanın tek lideri yapılmış oldu(!). İşte bugünkü tüm sorunlarımızın ana sebebi de budur aslında, yani Sovyet bloğunun çökerek, dünya dengesinin şimdilik Amerika lehine bozulması. İşte Stalin karşıtlarının tek becerileri(!) de bu olmuştur esasen.

            Yukarda, Stalin’in din kardeşleri dururken, en az Müslümanların telef olduğunu söyledik. Çünkü diğerlerine göre, Sovyet Sosyalist rejimine cuk oturan, en uygun ve özünde Sosyalist olan son kitaplı dindir İslam. Hatta Marx’ın bile Sosyalizm’i, İslam’dan fikir alarak özümsediği söylenir. Stalin gibi bir entelektüelin de İslam’a ayrı bir paragraf açmış olacağı, şüphesiz tartışılmamalıdır. O halde bizatihen İslamist olduklarını iddia eden aydınların da, bu gerçeği çok iyi anlamış olmaları gerekir. Ve belki de bu yüzden emperyalist Batı, sürekli olarak İslamla uğraşmakta, İslamı ısrarla çürütüp, yumuşatarak(!) özünden çarpıtıp, üstünde kimsenin itiraz edemeyeceği(!) ‘acil bir reformsal(!)’ gerekçe hazırlamaktadır(!) İşte Pensilvanya tutsağı sahte İmamda, hâlihazırda bu amaçla görevlendirilmiştir.
            Reform demişken de, helak olacak 72 fırkayı ve küllen de bunlara bağlı bütün cemaat, dergâh, tekke vs. yi bir kenara koyup, ashabın aklî İslamına yönelmek için de, tek ve elde kalan en son reform ise, bizatihi olarak ‘Kemalizm’in özünde yatar. Bu bağlamda da, önce ‘Kemalist’ olmadan gerçek İslama avdet edemeyeceğinizin de hesabını çok iyi yapmak zorundasınız. Haydi, bakalım o zaman önce Kemalist (Kemalce)  düşüncenin ve ahlakın ne olduğunu öğrenin ki, yeniden İslamla buluşmanızın veya İslamî imana sahip olabilmenizin de önü açılmış olsun. Şayet ne demek istediğimizi anlayabiliyorsanız, emperyalist’in neden Atatürk’le uğraştığının asıl amacını da, anlamışsınız demektir.

            Artık vakit, adı ‘Kuvayi Milliye’ olan tek milli partinin bayrağı altında toplanma vaktidir. Şayet bu bayrağı CHP açarsa ne mutlu, kendisine yakışanda bu olur esasen. Yoksa ondan da vaz geçeriz. BİLİNE!!.

                                                                                              Serendip Altındal


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder