Öyle ya başka nem var ki müktesebat olarak
atfedebileceğim. İyi de, düşünüyorum da ne oluyor? Duyarsız milletimi çevremde
gördükçe ara vesilelerle yine damarım geriliyor, içimde ki şeytan veya tanrı
katından aldığım dürtüyle de, tekrar alıyorum elime kalemi ve başlıyorum yine
saydırmaya. Zannedersem de ömrüm yettiği veya da milletim hattı müdafaayı
bir kenara koyup, ‘sathı
müdafaayı’ ele alınca ve ‘bu satıh da vatandır’ deyinceye kadar da
yapacağım bunu.
Pekiyi bunda şeytanın işi ne diye sorabilirsiniz belki.
Onunda hakkını vermek gerekir diye düşündüğümden olsa gerekir. Öyle ya,
kendisini halk eden tanrı-patronuna bile, kafasını karıştıran ilk soruyu – Şeytan olacağımı bilerek beni neden
yarattın – sorarak, dinler tarihinde kabul edilen ilk fitnenin de
sahibi olduğuna göre, aynı zamanda özgür düşünce ve yürekliliğe sahip olduğunu
da ortaya koymamış mı? Fitne, fesat ve melanet sebebi olduğu halde, bütün
nebileri yok eden tek yaratıcı, neden onu hepsine tercih ederek ölümsüz yapmış. Bunun da
bir sebebi olması gerekmez mi?
Cevaben de; her şeye günah korkusundan(!) tanrıyla
başlarsanız, gün gelir işte böyle misak
ı millinizi, özünde de, asal olan federe bireyliğinizi bile savunamaz hale getirilirsiniz. İşte
şeytan burada bize, dostunum(!)
diyene bile gerektiğinde, kuşkuyla bakmamız gerektiğini öğretmektedir belki de kimbilir. Çünkü böyle
bir öğretinin vasıtasız ve direk olarak tanrıdan gelebileceğini kabul etmek
zordur. Ki mantık buna derhal ‘o
zaman tanrı olmazdı ki’ diyecektir. O olsa olsa, ben size akıl verdim kullanmayı
bilin demiştir. Ama nasıl? Böyle hal ve şeraitler adına, bunu öğretmesi için de muhtemelen Şeytanı vasıta etmiştir.
Hoş kitap böyle söylemiyor ama ziyan yok, madem ki akıllıyız(!.)
Şeytanî melanet rüzgârlarını arkasına alıp, pupa yelken
giden ve bize ısrarla dostum(!)
diyen Amerikalıyla nasıl mücadele etmeyi, hele nasıl da muzaffer olabilmeyi planlıyorsunuz. Herhalde
en az ona yakın şeytanî
düşünebilirseniz, sizin için ancak ümit var olacaktır. Yoksa böyle bir ortamda,
hem de Şeytan desteksiz,
hani ne demeli işiniz çok zor olacaktır. Şeytana tapanların hükümran olmayı
planladığı bir âlemde, vasıtasız yardımı asla tanrıdan beklemeyin. Şayet
konuşsaydı, o size ‘İblis katına
inersem artık tanrınız olamam. Ben size bunun için akıl verdim. Doğruya,
yanlışa, gerçek ve sanal olana ulaşabilesiniz diye, onu kullanın’
diyecektir muhtemelen. Ve bize verdiği akıl ile vardığımız öngörü de budur.
İşte tam da bu nokta da Şeytanınız – ki Şeytan ne akit yapar ne de
kimseye sadakat duygusu besler, yani herkesle ve herkese de karşıdır –
düşmanınıza olduğu gibi, size de
yol gösterecektir hiç kuşkusuz, tabii almayı bilirseniz. Ne var
ki aklınızı kullanın ve asla
onunla dans etmeye de kalkmayın. Zira bir kere ederseniz artık iflah da etmezsiniz.
Tıpkı Okyanuslu büyük dost(!)
ve diğer sapıtmışlar gibi. Asla unutulmaması gereken de, Şeytan’ın yeryüzü
mekânının Vatikan, cisminin de Amerika olduğudur.
Sonuç olarak, Şeytanla dans edenleri hala adam yerine
koyanların yuh olsun ervahına.
Veya da ‘Sıkri veri non cirare’
ne demekse. Acaba İtalyanca mı(?) Burada başka bir ifade kullanmak(!) zorunda
kalmamak için, bunu Şeytandan alıp araya sokuverdim. Yoksa çatlardım.
Fanteziden geldiği için fanteziye gider. Belirgin bir sıfatı ve kaynağı yoktur.
Yani kişi nasıl alırsa odur. Ama bu bağlamda da bilinmelidir ki, ‘bir şey aynı anda iki şey olamaz’
salt mantığına bile sahip olamayanlar, tutarlı fikirle, tutarsız olanı – yani
kendilerinden hayati kararlar beklenirken, akım derken bokum diyenlerde, fikir
olamayacağını - nasıl ayırt edebilsinler ki. İşte, hani hep sorguladığımız şu
meşhur, seçmenle sıçman arasında
ki fark(!) da bu değilmidir
aslında.
Tez, antitezin zıttı olmazsa bilgi de olmaz. Çünkü her
şey zıttıyla kaimdir. Ve Şeytan olmasaydı tanrıyı kimse takmazdı. Şimdi burada
da söz hakkını, şeriattan önce var olmuş tefekküre bırakmamız gerekiyor. Mademki
Şeytan bize arada fitne de yaptırıyor, bir fitne de biz yapalım ve bizde o
klasik soruyu soralım o zaman. Acaba
insan mı tanrıyı, yoksa tanrı mı insanı yarattı? Öyle ya, her ne kadar
Şeytan gibi ölümsüz değilsek de, mademki bize bağışlanan özgün bir aklımız
var(!) kullanalım o zaman.
Şimdi birileri tanrı ve Şeytanla çok uğraştığımızı
söyleyebilir. Hatta bize kâfir
de diyeceklerdir hiç şüphesiz, kimlere demediler ki? Tanrıyla yatıp, Şeytanla kalkan, Türk’ü
sadece at, avrat, silahla genelleyen
bu birilerine, bir parantez açalım o zaman. Şimdi atınız Ferrari’ye, avratınız metrese, silahınız da cebinizde ki otomatiğe dönüşmedi mi. O
halde sizler için ne değişti
kardeşler. Bizde ise her üçü de yok. Ne yani şimdi bizi Türk kabul
etmeyecekmisiniz? İşte tüm bu kafa yapısında ki, Şeytanla da dans eden sapkın
ve eblehlerin ülkesinde, sayelerinde burnumuz boktan kalkmadığına, din iman,
hak hukuk da kalmadığına göre, Allah rızası için söylesinler bari başka neden
bahsetseydik.
Artık günleri sayılı olan Amerikalının son çırpınışla,
Şeytani bir savunma planının içine sizi de adım adım sürüklediği bir dönemde,
sizinle sözüm ona yapacağı her zaman ki gibi tek taraflı antlaşmalara(!) mı güveniyorsunuz?
Vakta ki işin sonunda Amerika yine baş patron olarak yenidünya düzeninin başına
oturursa, zannediyormusunuz ki size verdiği şeytanî vaatleri yerine getirecektir. Pardon anlayamadım! Bir şey mi söylemiştiniz(?)
İşte bu bağlamda da, ne zaman şeytanî, ne zaman
tanrısal-ruhanî düşünmeniz gerektiğini üstlenecek olan da, sadece size bağışlanmış olan aklınızdır.
Başka şeyiniz değil. Aslında hep sözünü ettiğimiz ve insan dediğimiz, şeytan-tanrılık tam da
böyle bir şeydir işte. Zira hiç aklınızdan çıkarmayın ki, karşınızda,
kilisesinde tanrısına ilâhiler dizerken bile palyaço geceliğine bürünüp,
Şeytanla yatağa giren güvenilmez sahte
dostunuz(!) Amerikalı vardır.
§ Küreselcilik
tanımıyla, boşuna ama
şeytanca yenidünya liderliği hesapları içinde olan Amerikalının, AB, Arap
dünyası ve bizimle de oluşturmaya kalktığı global defansın(!) karşı cephesinde kimler
vardır. Bunlar Rusya, Çin, Kuzey Kore, Vietnam, Hindistan, muhtemelen de harp
karşıtı olduğundan – ki yeterli gücü olmadığından asla değil – kâğıt üstünde
ağır basan tarafla el sıkışacak – ‘handshake’
yapacak – bir Japonya ve üçüncü dünya başlığı altında ki tüm
diğer özgürlük savaşçılarıdır.
Yakın tarihimizde, aramızda ki göbek bağının daha derunî olması gereğiyle
Rusyayı ayrı bir yere koyalım ve ona biraz daha analitik bakalım o halde.
Vietnam’ın Ho Chi Minh’i, Çin’in Mao Zedong’u, Rusya’nın Stalin’i, Hindistan’ın
Gandhisi her ne kadar bizim Atatürkümüzle mukayese edilemezlerse de, onun gibi
uluslarının kaderlerini değiştirip, devletlerini dünya önderliği sıralamasına
sokan liderlerdir. Marx, Lenin gibi, Sovyet Sosyalist devletçiliğin çıkış
beyinleri olan liderleri bir kenara koyup da neden Stalin dedik.
Bana göre, Leninden sonra Batılı parmağıyla çürütülmeye
ve rejim zaaflarına düşürülmeye başlayan Sovyet Rusya’nın başına, bir başkası
yerine, Sovyet rejiminin ‘tek
komiserlik’ zaafını iyi kullanan ama Bolşevik rejime sapına kadar
da sadık kalan,
Stalin gibi bir lider gelmemiş olsaydı, Rusya daha o zaman havlu atmış ve dünya
liderliğine soyunan büyük devlet imajını yitirmiş olacaktı.
Stalin sivri çürüklerden ki, bunlar Hıristiyan, Ortodoks,
Budist biraz da Müslüman cemaatler, dergâhlar ve Sovyetlerin arasına entegre
edilmiş diğer asosyal güruhlardı. Olayın akışıyla, şimdi bizde de yaratılmak
istenen separatizmle müthiş
benzerliği yadsımamalıyız(!) Stalin’in bütün bu, ülkesinin
birliği karşıtı güruhlardan – Arap
baharı lejyonerleri gibi -, yaklaşık iki milyon kadar insan telef
ettiği biliniyor. Çürümüşler ve Amerikan
rüyasıyla(!) kanına girilip, beyni yıkanmışlar(!) ayıklandıktan
sonra, bugünkü görüntüsünde Sovyet Sosyalist değil ama özünde olan, yeni büyük
Rusya çıktı ortaya. İşte bugünkü Rusya da bütün büyüklüğünü aslında Stalin’e borçludur da o
yüzden.
Sonunda Stalini suçlayanlardan biri olan Gorbaçov geldi
de ne oldu. Glasnost (açıklık) ve perestroyka (yenilenme) gibi aslında kendi aklının da
ermediği emperyalist senaryolarının(!) – Erdoğan’ın BOP ile tufaya getirildiği gibi -
tufasına getirilip, üstüne Okyanuslu iblisle dans etmeye de kalkınca, 90 lı yıllarda
Komünizme varılacağı iddia edilen büyük Sovyet rüyasını, aynı yıllarda
sonlandırdı ve de burnunun üstüne
çakıldı – Erdoğan’ın Arap baharına ve PKK açılımına çakıldığı
gibi –. Sonuçta Amerikan iblisi güle oynaya dünyanın tek lideri yapılmış oldu(!). İşte bugünkü
tüm sorunlarımızın ana sebebi
de budur aslında, yani Sovyet bloğunun çökerek, dünya dengesinin şimdilik Amerika lehine
bozulması. İşte Stalin karşıtlarının tek becerileri(!) de bu olmuştur esasen.
Yukarda, Stalin’in din kardeşleri dururken, en az Müslümanların telef
olduğunu söyledik. Çünkü diğerlerine göre, Sovyet Sosyalist rejimine cuk
oturan, en uygun ve özünde
Sosyalist olan son kitaplı dindir İslam. Hatta Marx’ın bile Sosyalizm’i,
İslam’dan fikir alarak özümsediği söylenir. Stalin gibi bir entelektüelin de
İslam’a ayrı bir paragraf açmış olacağı, şüphesiz tartışılmamalıdır. O halde
bizatihen İslamist
olduklarını iddia eden aydınların da, bu gerçeği çok iyi anlamış olmaları
gerekir. Ve belki de bu yüzden emperyalist Batı, sürekli olarak İslamla
uğraşmakta, İslamı ısrarla çürütüp, yumuşatarak(!)
özünden çarpıtıp, üstünde kimsenin itiraz edemeyeceği(!) ‘acil bir reformsal(!)’ gerekçe
hazırlamaktadır(!) İşte Pensilvanya tutsağı sahte İmamda, hâlihazırda bu amaçla
görevlendirilmiştir.
Reform demişken de, helak olacak 72 fırkayı ve küllen de
bunlara bağlı bütün cemaat, dergâh, tekke vs. yi bir kenara koyup, ashabın aklî
İslamına yönelmek için de, tek ve elde kalan en son reform ise, bizatihi olarak
‘Kemalizm’in özünde
yatar. Bu bağlamda da, önce ‘Kemalist’
olmadan gerçek İslama avdet edemeyeceğinizin de hesabını çok iyi yapmak
zorundasınız. Haydi, bakalım o zaman önce Kemalist (Kemalce) düşüncenin ve ahlakın ne olduğunu öğrenin ki,
yeniden İslamla buluşmanızın veya İslamî
imana sahip olabilmenizin de önü açılmış olsun. Şayet ne demek
istediğimizi anlayabiliyorsanız, emperyalist’in
neden Atatürk’le uğraştığının asıl amacını da, anlamışsınız demektir.
Artık vakit, adı ‘Kuvayi Milliye’ olan tek milli partinin
bayrağı altında toplanma vaktidir. Şayet bu bayrağı CHP açarsa ne mutlu, kendisine yakışanda bu
olur esasen. Yoksa ondan da vaz geçeriz. BİLİNE!!.
Serendip
Altındal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder