Her devletin tarihinde, ders alınası
iyiliklerin olduğu gibi, ibret alınması gereken kötülük ve yanlışların da
defalarca yaşanmış olabileceği, herkes tarafından bilinmek ve istemeseler de
kabul edilmek zorundadır. Ne var ki, arşivler açılarak milletle doğrular ve
yanlışlar mealinde, açık yüreklilikle de hesaplaşmak gerekir. Buna rağmen bu
durum, gerektiğinde yeni yanlışların da
yapılabileceğinin hiçbir zaman önüne geçemeyecektir.
Ama elimizi yüreğimize bastırıp, bir
vicdan muhasebesi yapmamız gerekirse, maalesef daha 1770, 1800’lerden beri,
emperyalist Batının öncelikle altını kaşıdığı bir bölgenin, özellikle de anti
disipline Nurcu tarikatların, Mollaların, şeyhler ve aşiretlerin fink attığı,
asosyal yapılaştırdığı, cemiyet bile olamayan toplulukların ve dirayetsiz bazı
padişahların yanlışlarının günahını, hiçte hak etmedikleri halde birçok günahsız
insanımız çekmiştir. Bunların içinde maalesef sizlerin bazı aile büyükleriniz de
olabilir hiç kuşkusuz. Kimse kaderinden mesul değildir. Fakat geriden doğru
biriken bütün yanlışların günahını ise, bugün mevcudiyetimizin tek sebebi olan
Atatürk’e ve - iyi ki de kurduğu - Cumhuriyete atfetmek, günahların en
büyüğüdür. Şayet silah atılması gerekiyorsa, merminin adres sormayacağını da
bilmemiz gerektiği unutulmamalıdır.
Benim şahsen Dersimle ilgili bir
sorunum hiç olmadı aslında. Bir yazımın üstüne bana gelen bir iletiyi sizlerle
de paylaşmak istedim sadece, hepsi bu. Bana sorarsanız, ilgili yazıda Dersimin,
sömürgeci ve himaye ettiği soyguncu aşiretlerinin beslediği, Nurcu tarikatlar,
Mollalar etkisinde kalmış tarihsel, asosyal oluşkusundan, hiç bahsedilmemiştir.
Benim için, Ankara veya Artvin neyse, Tunceli de odur. Bana göre de, nerede
Ulusal bütünlüğü bozacak bir hıyanet birlikteliği oluşuyorsa, devlet hemen
radikal müdahil olmalı ve virüs daha yerleşmeden, tıpkı Demokrat Batıda(!) –
özellikle Amerikada - olduğu gibi de
kökünü kurutmalıdır. Hatta kendi adıma, Atatürk gibi emsalsiz bir lideri bile,
Dersim konusunda ‘naif’ davranmakla itham ediyorum.
Daha Cumhuriyetin ilk günlerinde,
önce Dersimin üstüne gitse, sorunlarını çözseydi, Türk düşmanı sömürgecinin,
altını her fırsatta kaşıyacağı bir hıyanet çıbanı da oluşmayacaktı Anadolumuzda
belki de. Ama Cumhuriyetimizin ilk günlerinde ki yokluk ve tedaviye daha fazla
muhtaç olan acil dertleri, olmazsa olmaz kamusal reformları baz aldığımızda,
yine de Atatürk’e hak vermek zorunda kalıyorum. Esasen, nasıl aksini
düşünebilirim ki, Allahın gücüne gider sonra, adamcağız daha ne
yapsındı.
Şayet bana bıraksanız ve tam yetki
de verseniz, kendi adıma Bakırköy’ünde doğduğum, memleketim dediğim ve 26 yaşına
kadar da yaşadığım İstanbul’um da, rejime, devlete ve Ulusal bütünlüğe karşı,
böyle bir asosyal yamulma söz konusu olursa, vatan ve ulusal birlik bekası
adına, gerekirse şehrin tüm halkını bile feda ederim. Bana inanın, çok sevdiğim
Kuvayi Milliyeci babam bile mezarından çıkıp karşıma dursa, inanın tekrar
mezarına sokarım. Hani derler ya, önce asarsın sonra da ağlarsın. Tabii ki de
ağlanacak adamlara.
Sizin elinizden tutulmaya ise hiçbir
zaman ihtiyacınız yok ve hiç de olmadı ki, Türk evladının yurdunda. Bilakis
eksiğiniz yok fazlanız var Tuncelililer. Bilmem ama ben bu yaşımda kendi adıma
da, sizin adınıza da Türk kimliğimle ortak vatanımızda böyle hissediyorum ve
böyle hissederekte göçeceğim bu fani dünyadan bir gün. Mesela yarın öbür gün,
başımızda ki izansızların, ülkemizde oluşmasına izin verdikleri ‘füze kalkanı’
günahı yüzünden, belki de halkımız çok ağır bir fatura ödemek zorunda
kalacaktır. Ne yapalım o zaman, bu vatan bizim değil mi diyelim ya da azınlık
olduğumuzu ilan edip, nasihat almak(!) üzere Birleşmiş Milletlere mi müracaat
edelim, tabii ki de, şayet hayatta kalabilirsek. Neticede hükümetler gelecek,
hükümetler gidecektir, ama bu vatan hep kalacak ve hepte bizim
olacaktır.
Şahsen bana etnik kökenimi
soranlara, annem Kafkas kökenli Çerkez, babam Trabzon doğumlu, bense Türkoğlu
Türküm, itirazı olan var mı diyorum. O zamanda kimsenin soracak bir şeyleri
kalmıyor zaten. Bu nedenle ne hissederseniz, kişiliğiniz neyse de osunuz. Hiç
fark etmez. Mühim olan, yüce Atatürk’ümüzün Türk Ulusunun bireyi olabilmek, o
zaman esasen Ulusal Birliğinizin ve bireysel kimliğinizin de sahibisiniz
demektir. Gerisi ise fasa fisodur. Ayrıca, bu ülkede aklı başında her Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşı, Cumhuriyetimizin bugüne kadar dimdik ayakta
kalabilmesinin en büyük nedenlerinden birinin, Türk insanının Alevi inanca sahip
olanlarının, Atatürk’e ve onun Cumhuriyetine olan yüksek inancına dayandığını da
çok iyi bilmektedir zaten.
Pekiyi biz bunları tartışırken,
bizim üfürük Demokratların(!) akıl hocası Batılı, kendi ülkesinde ne diyor bu
işlere. Mesela içinde yaşadıkları ülke topraklarının tek ve asıl sahibi
Amerikalı Kızılderililer, bugün kendi topraklarında ikinci sınıf vatandaş bile
değiller. Avrupalı azınlıklar da ayrı bir âlem.
Bizim mecliste bugün etnisite(!)
üstüne uluorta tartışılanlar, onların ülkelerinde konu başlığı bile yapılamaz.
Kendini vatandaş hisseden vatandaştır, azınlık hisseden de azınlıktır ülkemizde.
Yalnız kendisini azınlık hissedene, kalkınmış Batı(!) ülkelerinde ki kendisi
gibi olanlarla empati oluşturmasını tavsiye ediyorum. Konuya böyle bakınca da
devletimize, her şeye rağmen biraz haksızlık ediyoruz gibi geliyor
bana.
Her şeyden ve eski defterleri de
açmadan önce, Atatürk Cumhuriyeti ülkesinde, yeniden Mollaların kıymete bindiği
ve bu zevatın öncellikle de, NEDEN(!) bu sorunlu bölgelerde istihdam edileceği
sorgulanmalıdır. Tunceli’nin Dersim olduğu dönemlerin asosyal sultasını yeniden
oluşturmaya mı çalışıyorlar. Acaba eski siyah-beyaz filmi, şimdi de renkli mi
çevirmeye kalktılar dersiniz. Yoksa bu da Nurcuların ve diğer tarikatçıların,
Atatürk Cumhuriyeti ile yeni bir hesaplaşması mı, küçük akıllarınca. Bunda ki
keramet(!) araştırılması gereken ciddi bir konudur aslında. Bu da yeni bir yazı
konusu gibi geliyor bana. Öyle ya, ortada bu kadar Üniversite mezunu pırıl pırıl
gencimiz işsiz dolaşıyorken;
Hangi hikmettendir acep
Bu ümmilere talep..
Batıda bağnaz din fanatiklerinin önü
tıkanmıştır, zira anayasaları daha yapılırken, seküler, yani dinle devlet
işlerini ayıran bir yapı tasarlanmıştır. Çünkü dinler bireysel inançlardır,
devletse toplumsaldır ve toplumun üstünde, toplumsal birliğin ve huzurun da
hamisi rolündedir. Bizde ki yanlışlık veya saçmalık ise, anayasayla devletin bir
resmi dini olduğu, bunun da İslam dini olduğu onaylanmış ve ben Müslümanım(!)
diyene öncelik tanınmıştır. Hatta doğduğunda, bebeğin fikri bile sorulmadan(!)
kafa kâğıdına, kafadan ‘Müslüman’ yazılmıştır. Ve bizde ki dinle devletin
ayrılması meselesi de bu yüzden, seküler değil, laik oluyor ve bu da haklı
olarak kafaları karıştırıyor. İşte bana göre de yanlış burada. Bu nedenle de
zaten dinle, devleti tam olarak ayıramadık ve fanatik yobaz belasından da
kurtulamadık. Düşmanlarımıza da altını hep kaşıyacakları bir kozu, kendi
elimizle verdik. Sözün özü, kendi bacağımıza
sıktık.
Ne demektir, ‘devletin resmi dini’,
çünkü dinin devleti yoktur, o halde devletin dini olurmuymuş. Bana göre bu da,
Osmanlı kalıntısı, tekke, dergâh ve tarikatlara verilen ‘naif’ bir tavizdir ve
maalesef de bugün yaşadığımız din istismarı ve gerçek Müslümanla, sahtesinin
karıştığı hengâmeyi yaşamamızın da en büyük nedenidir. Ayrıca tekke, dergâh,
zaviye, cemaat ve tarikatların, şeyhleri, dervişleri ve mollalarının, İslamla
uzaktan dahi ilgisi yoktur.
Bunlar İslamı karıştırmak ve dünya
dini olmasını önlemek adına, İslamın içine sinsice monte edilmiş, Vatikan
kökenli Masonik tuzaklar, senaryolardır. Çünkü bu neviden dernek ve cemaatler ne
kadar çoğalırsa, karışıklık da o kadar artar ve neticede kaotik bir dinler
sarmalına dönüşür. İşte o zaman İslamı istediğiniz gibi evirir, çevirir, kuşa da
döndürür, iyice yumuşatıp püre haline de getirebilir, hatta turşusunu bile
kurabilirsiniz. Esasen eski sömürgeci, yeni küreselcinin istediği de budur. Ve
bugün ne yazık ki durum, bu noktaya hemen hemen de gelmiştir. Sizlere yürekten
sevgi ve selamlar sevgili Tuncelililer. Sağlıkla ve esenlikle
kalın.
Serendip
Altındal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder