Kaşıkçı’nın
katilleri, kaşık havası oynaya oynaya ülkeyi terk ettiler. Peki, ne oldu? Hudutları
içinde canları Devlete emanet olarak bulunan yabancı diplomatların bile
hayatlarının güven altında olmadığı ülkemizde, Devletin haysiyeti, onu
yönetenler tarafından yine iki paralık bir değere eşitlendi. Ondan sonra yine, insanda
sinir bırakmayan atmalar tutmalar, bir sürü içi boş lafı güzaf ve bin bir
renkli yeni uyku tulumları saçıldı, saçılıyor ortalığa.
Üstüne üstlük bir de Kaşıkçı’nın
çokbilmiş nişanlısı çıktı ortaya. Şimdi bu ağzı kalabalık, arkası soru işaretli
Hanıma da Sarayda uygun bir danışmanlık veya en azından bir Müsteşarlık
verilirse hiç şaşırmamak gerekir. Öyle ya artık bizim siyasa da bizim olmaktan
çıktı nasıl olsa.
Yargıyı, Üniversiteyi gömdük, askeri
iğdiş ettik. Atatürk’ü de Mustafa yaptık. Eh artık sıra mezarcıları da gömmeye
geldi herhalde. Çok iddialı olduğu için daha da çok tepki alan Yılmaz Özdil’in Mustafa
Kemal belgeselinin düşündürdükleri vardır.
Bir defa, kendi kendini devirmiş Osmanlı
enkazı üstüne kurulan Türkiye Cumhuriyetinin, hızlı ve/veya ağır çekimde bile tek
yaratıcısı olduğu her konumda belgesel olmuş Atatürk’ün, kendi başına bir özel
olduğu vurgulanmalıydı kitapta, her şeyden önce. Sonra da aslında gerçek
Atatürkçülüğün ne demek olduğunu iyi bilen aydın ve ergin kuşaklardan önce,
genç nesillere böylesi iddialı bir yapıtla, Atatürk özeli bütünüyle öğretilip, Kemalizm,
gençliğin dimağına kazınmalıydı ki gelecek nesillerimizin de kimlik sıkıntısına
duçar olmadan, özgün bir geleceği olabilsin.
Kitap çocuklara bir armağan olarak
takdim edilirken, aslında Atatürk’ün çok sıradan bir adam olduğu ters algısı da
yaratılmış oluyor. Ki işte bu en tehlikeli olan husustur. Hani kaş yaparken göz
çıkarılmış olmuyor mu o zaman. Neredeydi Atatürk’ün büyük devrimciliği,
ulusçuluğu, milliyetçiliği, tam bağımsız, antiemperyalist bir Türkiye hedefi,
milli; ama liberal (özgür, tarafsız) ve laik (seküler) bir özgürlük anlayışı.
Bu öğeleri tek paket halinde asla
vazgeçilemez bir yaşam iksiri olarak, hedef aldığı gençliğe nasıl şırınga
etmeyi düşünüyordu acaba Özdil. İşte bu anlaşılamadı. Bir diğer saçmalıksa
Mustafaların sayısız lakin Atatürk’ün bir tek, biricik olduğu ve yaşam mutunu
kendisine bahşeden liderine, Ulusunun salt isimden öte bir imtiyaz olarak
tanıdığı ATATÜRK öz kimliğini, gençliğin dimağında saf, garip ve yer yer
çaresiz Mustafa’yla mı pekiştirmeyi düşünmüştü Özdil.
O zaman da geçmiş olsun demek düşer
bize. Zira şimdilik ikmale kaldı. Gerçekte yılların emeğini yadsımak haksızlık
olur. Yalnız bu çalışmanın Atatürk diploması için yeterli olmadığı da anlaşılıyor.
Bütün koşullar yerine getirildiğinde bu onurlu diploma, ona da nasip olur bir
başka Bahara belki. Sırası gelmişken bir soru da yazara soralım o zaman.
Ki bu soru herkes için de
geçerlidir. Aslında herhangi bir kimse dahi, tanımadığı, hatta hiç
karşılaşmadığı üçüncü bir şahsın, kendisi hakkında kulak dolgusuyla yazdığı
yapay bilgileri okurken, acaba neler hissedeceğine empati oluştursa, sorun kendiliğinden
çözülmüş olabilir. Üstelik özelini yazdığını düşündüğünüz adam, hayatta olamadığı
için okuyamıyor bile artık ki sizin yanlış veya eksik ya da taraflı bilgilerinizi
nasıl düzeltebilsin.
Futbol muhabirinden tarih
araştırmanı programcısı da yaptılar ya sonunda. Fatih Altaylı adlı bir eski spor
muhabiri tüfeği de yapay programlarla diğerlerini de yaptıkları gibi kalıptan kalıba
soktular yandaş medyalarında. Teke tek yaftalı algı programında Anglosakson
prototipli çakma tarihçilerin Latin gözlüklerinden, aslı olan yüceliğini
kendilerine mal etmeye kalktıkları; ama gerçek sahibine çakmasını layık
gördükleri yapay Türk Tarihini de izlemek zorunda kaldık. Gülelim mi ağlayalım
mı bilemedik; ama ben gamotayı koydum yine kendi safımda, sebep olanlara.
Oysa o kafalara en tarafsız görüşle,
İslam öncesi on binlerce yılın Uygar, bilimsel ve dinamik töresel Türk kimliği,
ne oldu da İslam sonrasında klima esintili bir Arap rüzgârına dönüştü diye
sorsak; muhtemelen kafaları karışacak, ezberlediklerini unutacak ve kendilerine
bu konuda ödeme yapılmadığı için de, olasılıkla programı terk etmek zorunda
kalacaklardı. Mesela bir Ortaylı’ya bırakın Türk tarihini, Osmanlı da
oğlancılığı sorsanız daha ayrıntılı bilgi sahibi olurdunuz.
Andımızın okullara geri dönmesinde
esas müdahil olması gereken CHP’nin çekimser duyarsızlığı, endişe verici tutumunu
ne yazık ki hala koruyor. Değişim yok oluşum değildir. Değişerek zamanın gereklerine
uyarak, kendini yenileyerek daha çağdaş, verimli, daha sosyal ve produktiv bir
noktaya taşıyacaksan, değişikliği kabul etmelisin. Yoksa değişim, senin
kayıpların üstüne kendi menfaatlerini inşa edenlerin sonunda seni de
kimliğinden edecek bir doğrultuda seyrediyorsa, o takdirde yok edileceksin
demektir, bilesin. Ve derhal tedbir almalısın, yoksa bitersin.
Atatürk rahmetli olduktan sonra
hızla gelişen Devlet eliyle kapitalist yaratma yarışı, bugün de bühtanla şahit
olmak zorunda kaldığımız gibi ülkemizde işbirlikçi, ithalat endeksli, mandacı
iş adamları yaratmaktan başka da bir işe yaramadı. Ve ne yazıktır ki bu olgu,
en fazla da CHP’nin evlatları olan Bayar ve Atatürk’ün kendi iradesiyle
Milletvekili yaptığı Menderes’in DP döneminde, tavan yapmıştı. Şimdilerde ise
AKP, mandacı işbirlikçiliğini artık aile geleneği haline de getirdi. Yerli
işletmeci, öz kaynağı fazlasının dış sermaye bağımlılığı yüzünden, sadece
kendisini değil; ama giderek ülkesini de batırmaktadır.
Gelelim evlerimize sinsice bacadan
hırsız gibi giren İnternete. Evet, Internet bacadan girdi; ama aile huzurumuz,
çocuklarımızla olan iletişimimiz ne yazık ki kapılarımızı suratımıza çarparak
çıktı gitti. Bu aslında bütün Dünya insanlarının da çağdaş ve ortak sorunudur. Yalnız
Türkiye’mizin bu bağlamdaki derdi, kuşkusuz bizi daha fazla gerdi. Zaman zaman
deliliğe varan isterik nöbetlerle, çocuk yaştakilerin bile sinir krizleriyle,
üstüne de yoğun bir enflasyonist yaşam kavgası içindeki erginlerin, her geçen
gün ağırlaşan yaşam mücadelesi, toplumu büyük küçük demeden antidepresan
bağımlısı haline getirdi. Ve artık toplumsal depresyona çeyrek kaldı.
Yakın tarihte İnönü’nün açtığı çok
Partili yolda, liberal demokrasi masalıyla iktidar olan Menderes de kendisini
ihtiras rüzgârına kaptırmış vazgeçilmez olduğuna inanmıştı. Sonu nasıl geldi
malum. Demek ki sınır bilmez tekillik sadece yüce yaratıcıya aitmiş ve kulu
aşarmış. Bu doğru, bir kere daha teyit edilmiş oldu. Bekleyelim bakalım, baba tanrı
nasıl bir son biçecek muhterisler ve de müştekilerine. Öyleyse aman dikkatli
olun gardaşlar.
Velhasıl özetlersek: Türkiye’miz
gibi dış sermayenin olta balığı olmuş ülkelerde, Devletçi bile olsa liberal
kapitalizm ancak yabancı sermayedarı işbirlikçi yaratmaktan başka da hiçbir halta
yaramaz. Bu da silik bir milli kalkınma imajı bile yaratamaz. Ve
unutulmamalıdır ki liberal kapitalizmin nimetlerinden bolca söz edenler, bunun
emperyalizmin öz kaynağı da olduğunu, ne hikmetse ağızlarına bile almak
istemezler. Nedendir acaba dersiniz???
Serendip
Altındal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder