5 Kasım 2018 Pazartesi

DELIRIUM..


            Kaşıkçı’nın katilleri, kaşık havası oynaya oynaya ülkeyi terk ettiler. Peki, ne oldu? Hudutları içinde canları Devlete emanet olarak bulunan yabancı diplomatların bile hayatlarının güven altında olmadığı ülkemizde, Devletin haysiyeti, onu yönetenler tarafından yine iki paralık bir değere eşitlendi. Ondan sonra yine, insanda sinir bırakmayan atmalar tutmalar, bir sürü içi boş lafı güzaf ve bin bir renkli yeni uyku tulumları saçıldı, saçılıyor ortalığa.

            Üstüne üstlük bir de Kaşıkçı’nın çokbilmiş nişanlısı çıktı ortaya. Şimdi bu ağzı kalabalık, arkası soru işaretli Hanıma da Sarayda uygun bir danışmanlık veya en azından bir Müsteşarlık verilirse hiç şaşırmamak gerekir. Öyle ya artık bizim siyasa da bizim olmaktan çıktı nasıl olsa.


            Yargıyı, Üniversiteyi gömdük, askeri iğdiş ettik. Atatürk’ü de Mustafa yaptık. Eh artık sıra mezarcıları da gömmeye geldi herhalde. Çok iddialı olduğu için daha da çok tepki alan Yılmaz Özdil’in Mustafa Kemal belgeselinin düşündürdükleri vardır.

            Bir defa, kendi kendini devirmiş Osmanlı enkazı üstüne kurulan Türkiye Cumhuriyetinin, hızlı ve/veya ağır çekimde bile tek yaratıcısı olduğu her konumda belgesel olmuş Atatürk’ün, kendi başına bir özel olduğu vurgulanmalıydı kitapta, her şeyden önce. Sonra da aslında gerçek Atatürkçülüğün ne demek olduğunu iyi bilen aydın ve ergin kuşaklardan önce, genç nesillere böylesi iddialı bir yapıtla, Atatürk özeli bütünüyle öğretilip, Kemalizm, gençliğin dimağına kazınmalıydı ki gelecek nesillerimizin de kimlik sıkıntısına duçar olmadan, özgün bir geleceği olabilsin.

            Kitap çocuklara bir armağan olarak takdim edilirken, aslında Atatürk’ün çok sıradan bir adam olduğu ters algısı da yaratılmış oluyor. Ki işte bu en tehlikeli olan husustur. Hani kaş yaparken göz çıkarılmış olmuyor mu o zaman. Neredeydi Atatürk’ün büyük devrimciliği, ulusçuluğu, milliyetçiliği, tam bağımsız, antiemperyalist bir Türkiye hedefi, milli; ama liberal (özgür, tarafsız) ve laik (seküler) bir özgürlük anlayışı.

            Bu öğeleri tek paket halinde asla vazgeçilemez bir yaşam iksiri olarak, hedef aldığı gençliğe nasıl şırınga etmeyi düşünüyordu acaba Özdil. İşte bu anlaşılamadı. Bir diğer saçmalıksa Mustafaların sayısız lakin Atatürk’ün bir tek, biricik olduğu ve yaşam mutunu kendisine bahşeden liderine, Ulusunun salt isimden öte bir imtiyaz olarak tanıdığı ATATÜRK öz kimliğini, gençliğin dimağında saf, garip ve yer yer çaresiz Mustafa’yla mı pekiştirmeyi düşünmüştü Özdil.

            O zaman da geçmiş olsun demek düşer bize. Zira şimdilik ikmale kaldı. Gerçekte yılların emeğini yadsımak haksızlık olur. Yalnız bu çalışmanın Atatürk diploması için yeterli olmadığı da anlaşılıyor. Bütün koşullar yerine getirildiğinde bu onurlu diploma, ona da nasip olur bir başka Bahara belki. Sırası gelmişken bir soru da yazara soralım o zaman.

            Ki bu soru herkes için de geçerlidir. Aslında herhangi bir kimse dahi, tanımadığı, hatta hiç karşılaşmadığı üçüncü bir şahsın, kendisi hakkında kulak dolgusuyla yazdığı yapay bilgileri okurken, acaba neler hissedeceğine empati oluştursa, sorun kendiliğinden çözülmüş olabilir. Üstelik özelini yazdığını düşündüğünüz adam, hayatta olamadığı için okuyamıyor bile artık ki sizin yanlış veya eksik ya da taraflı bilgilerinizi nasıl düzeltebilsin.


            Futbol muhabirinden tarih araştırmanı programcısı da yaptılar ya sonunda. Fatih Altaylı adlı bir eski spor muhabiri tüfeği de yapay programlarla diğerlerini de yaptıkları gibi kalıptan kalıba soktular yandaş medyalarında. Teke tek yaftalı algı programında Anglosakson prototipli çakma tarihçilerin Latin gözlüklerinden, aslı olan yüceliğini kendilerine mal etmeye kalktıkları; ama gerçek sahibine çakmasını layık gördükleri yapay Türk Tarihini de izlemek zorunda kaldık. Gülelim mi ağlayalım mı bilemedik; ama ben gamotayı koydum yine kendi safımda, sebep olanlara.

            Oysa o kafalara en tarafsız görüşle, İslam öncesi on binlerce yılın Uygar, bilimsel ve dinamik töresel Türk kimliği, ne oldu da İslam sonrasında klima esintili bir Arap rüzgârına dönüştü diye sorsak; muhtemelen kafaları karışacak, ezberlediklerini unutacak ve kendilerine bu konuda ödeme yapılmadığı için de, olasılıkla programı terk etmek zorunda kalacaklardı. Mesela bir Ortaylı’ya bırakın Türk tarihini, Osmanlı da oğlancılığı sorsanız daha ayrıntılı bilgi sahibi olurdunuz.

           
            Andımızın okullara geri dönmesinde esas müdahil olması gereken CHP’nin çekimser duyarsızlığı, endişe verici tutumunu ne yazık ki hala koruyor. Değişim yok oluşum değildir. Değişerek zamanın gereklerine uyarak, kendini yenileyerek daha çağdaş, verimli, daha sosyal ve produktiv bir noktaya taşıyacaksan, değişikliği kabul etmelisin. Yoksa değişim, senin kayıpların üstüne kendi menfaatlerini inşa edenlerin sonunda seni de kimliğinden edecek bir doğrultuda seyrediyorsa, o takdirde yok edileceksin demektir, bilesin. Ve derhal tedbir almalısın, yoksa bitersin.


            Atatürk rahmetli olduktan sonra hızla gelişen Devlet eliyle kapitalist yaratma yarışı, bugün de bühtanla şahit olmak zorunda kaldığımız gibi ülkemizde işbirlikçi, ithalat endeksli, mandacı iş adamları yaratmaktan başka da bir işe yaramadı. Ve ne yazıktır ki bu olgu, en fazla da CHP’nin evlatları olan Bayar ve Atatürk’ün kendi iradesiyle Milletvekili yaptığı Menderes’in DP döneminde, tavan yapmıştı. Şimdilerde ise AKP, mandacı işbirlikçiliğini artık aile geleneği haline de getirdi. Yerli işletmeci, öz kaynağı fazlasının dış sermaye bağımlılığı yüzünden, sadece kendisini değil; ama giderek ülkesini de batırmaktadır.


            Gelelim evlerimize sinsice bacadan hırsız gibi giren İnternete. Evet, Internet bacadan girdi; ama aile huzurumuz, çocuklarımızla olan iletişimimiz ne yazık ki kapılarımızı suratımıza çarparak çıktı gitti. Bu aslında bütün Dünya insanlarının da çağdaş ve ortak sorunudur. Yalnız Türkiye’mizin bu bağlamdaki derdi, kuşkusuz bizi daha fazla gerdi. Zaman zaman deliliğe varan isterik nöbetlerle, çocuk yaştakilerin bile sinir krizleriyle, üstüne de yoğun bir enflasyonist yaşam kavgası içindeki erginlerin, her geçen gün ağırlaşan yaşam mücadelesi, toplumu büyük küçük demeden antidepresan bağımlısı haline getirdi. Ve artık toplumsal depresyona çeyrek kaldı.

            Yakın tarihte İnönü’nün açtığı çok Partili yolda, liberal demokrasi masalıyla iktidar olan Menderes de kendisini ihtiras rüzgârına kaptırmış vazgeçilmez olduğuna inanmıştı. Sonu nasıl geldi malum. Demek ki sınır bilmez tekillik sadece yüce yaratıcıya aitmiş ve kulu aşarmış. Bu doğru, bir kere daha teyit edilmiş oldu. Bekleyelim bakalım, baba tanrı nasıl bir son biçecek muhterisler ve de müştekilerine. Öyleyse aman dikkatli olun gardaşlar.

            Velhasıl özetlersek: Türkiye’miz gibi dış sermayenin olta balığı olmuş ülkelerde, Devletçi bile olsa liberal kapitalizm ancak yabancı sermayedarı işbirlikçi yaratmaktan başka da hiçbir halta yaramaz. Bu da silik bir milli kalkınma imajı bile yaratamaz. Ve unutulmamalıdır ki liberal kapitalizmin nimetlerinden bolca söz edenler, bunun emperyalizmin öz kaynağı da olduğunu, ne hikmetse ağızlarına bile almak istemezler. Nedendir acaba dersiniz???
                       
                                                                                              Serendip Altındal



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder