16 Kasım 2018 Cuma

AMA KALKINAMADIK..


            Hangi makul gerekçeyle, zorunlu olarak mağlup ayrıldığımız Cihan Harbinin anı töreninde neden yer aldığı bilinmeyen – ambiyans, gösteriş, reklam vs. olasılıklı - ve bağlamında Fransa’dan yeni talimatlarla dönen Erdoğan, daha çıkış merdiveninde gözükürken, uçakta gazetecilere söylediği, ‘üç dönem Başkanlık yapanların artık dinlendirileceği’ talimatı da düşüverdi gündeme hemen.

            Bu da herhalde ön ayarlı bir sipariş talimatıydı. Her neyse, ne ki belediyeci üç dönemliklere kapak olmuştur herhalde. Yalnız bize göre de, bazı konum ve gerçekler ele alındığında, bir dönemlik Başkanlık bile arif olanlara ‘yettin garı’ dedirtir diye düşünmeden olmayacaktı yine.

            Ee hele de içlerinden bazı uçukların ballı ihale doygunu oldukları için, mide fesadına uğramadan, sağlıkları nedeniyle biraz dinlendirilmelerinde, neresinden baksanız fayda vardır. Ha bu arada yürütme sıralarının geldiğini düşünen diğer açlar da iştahla tatlı tatlı sırıtıyorlardı mı demiştiniz? O halde bekleyelim bakalım, onlarında ipliği yakında pazara çıkacaktır nasıl olsa.


            Milli kalkınma derken Milli Şef de akla gelecektir kuşkusuz. Çünkü rahmetli Atatürk’ün büyük bir gururla arkasında bıraktığı milli ekonomi artık milli Şef olan İnönü’nün sırtına binmişti. Bu nedenle de esasen art niyetle konuya bakanlar, derhal aç kurtlar gibi rahmetli İnönü’ye saldırmaya başladılar. Oysa çarpılmamak için adil olmak, bunun içinde İnönü demeden önce en az bir saat araştırma yapmak ve herhangi bir yorum yapmadan önce de en az on dakika düşünmek zorundaydılar aslında.

            Lozan antlaşmasında, müzakere heyet lideri olarak Atatürk tarafından tensip edilen İnönü’nün, kendisini hüsrana uğratmayacağını elbette biliyordu, insan sarrafı dahi Atatürk. Yanılgısızlık ancak tanrıya özgü olduğundan, insanların yanılgı payları şayet doğruluk yanları çok daha ağır basıyorsa, kendilerine hak olarak da bağışlanabilir.

            Böylece erdem sahibi İnönü de her insan gibi bazen ender de olsa yanılma payına sahipti. Lakin burada tarih dersi vermeye kalkmıyoruz elbette. Zira haddimizi biliriz. Ne var ki hakkında en fazla söz edilen bilhassa da milli ekonomi ve dış sermaye ilişkisi – ki dış sermaye, dış kaynaklı uzmanlıktan ayrı tutulamaz - konusunda, aşağıda görüşlerinize sunduğum kendi ifadelerini okumadan sakın yorumda bulunmasın özellikle de tarih bilgisi olmayanlar. Çünkü en azından haksızlık yapmamış olurlar.


§          İNÖNÜ’NÜN YABANCI UZMANLAR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

            Kıbrıs anlaşmazlığının en buhranlı günlerinde, Bakanlar Kurulu'nun yüksek memurlarla birlikte yaptığı bir toplantıda bir yüksek memurun tuttuğu notlara göre, Başbakan İnönü, yabancı uzmanlar konusunda şunları söylemiştir. Daha bağımsız ve şahsiyetli dış politika izlenmesini istiyorsunuz. Herkes aynı şeyden bahsediyor. Nasıl yapacağım ben bunu? Karar Vereceğim ve işi teknisyenlere havale edeceğim. Onlar etraflı çalışmalarını yapacaklar ve teklifler hazırlayacaklar. Yapabilirler bunu? Hepsinin etrafında uzman denen yabancılar dolu. İğfal etmeye çalışıyorlar. Muvaffak olamazlarsa, işi sürüncemede bıraktırmaya çalışıyorlar. O da olmazsa karşı tedbir alıyorlar. Bir görev veriyorum. Neticesi bana gelmeden Washington'un haberi oluyor. Sonucu, memurumdan önce Sefirim ’den öğreniyorum. Böyle mi teslim ettik biz devleti? Bana şimdiye kadar bunlar tarafından hazırlanmış derdimize deva bir tek rapor göstermediler. Hepsi yasak savma kabilinden şeyler. Ne yapıyorsak gene biz kendi elemanlarımızla yapıyoruz. Peki, bu binlerce adam 'avara kasnak' gibi dolaşmıyorlar ya... Elbette kendileri için önemli marifetleri var. İstiklal Harbi'nden sonra sulh anlaşmasında esas mücadele bu uzmanlar konusunda oldu. Yoksa hudutlar meselesi fiili bir durum idi. Tazminat işini iki devlet aramızda hallederdik. Bütün mücadele idaremize tasallut yüzünden çıktı. Bir tek uzman vermek için büyük tavizlerde bulunmaya hazırdılar. Dayattık. Biz onların niçin ısrar ettiklerini biliyorduk. Onlar bizim niçin inatla reddettiğimizi biliyorlardı. Böyledir bu işler. Peygamber edasıyla size dünyayı vadederler, imzayı attın ertesi gün gelmişlerdir. Personeli gelmiştir. Teçhizatı gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sökebilirsen sök... Gitmezler. Ancak bu meselenin üzerine vakit geçirmeden eğilmek lazım. Yoksa ne bağımsız dış politika, ne bağımsız iç politika güdemezseniz. Havanda su döverseniz. Fakat zannetmeyeniz ki kolay bir iştir. Savuşturulan iki üç badire bunun yanında çok kolay kalır. Teşebbüs ettiğimizde başımıza neler geleceğini kestiremem. (Yön Dergisi. Sayı: 172)


            İşte o günlerden itibaren İnönü ’nün ortaya koyduğu resimde fazla bir değişiklik olmadı, olamadı. Kendisinden sonra gelen bütün iktidarlar şayet israf ekonomisini, tasarruf ekonomisine çevirip kalkınma hızımızı arttırabilmiş olsalardı, bugün hala yaşlı gözlerle yabancı sermayeye el açmıyor olabilecektik. Şimdi ise Atatürk’ten sonra boşuna geçen süreçte, kalkınmış bir ülke olamadığımız için artık milli bekamız bile tartışma konusu yapılabilmektedir.

            Atatürk’le, kendilerinden çok daha önce yoluna girdiğimiz ve çok başarılı olduğumuz milli kalkınmanın, ne yazık ki Atatürk’ten sonra;  Japonya’nın başarılı milli kalkınma modeline sadece seyirci kaldık. Öyle ki; en yakın komşumuz ve bir köylü Devleti olan Rusya dahi ihtilalden sonra, bırakın istiklal harbimizi bile yok haliyle desteklemeyi, bilhassa da Stalin döneminde, milli kalkınmayla ülkesini, 10 yılda %20 hızla 10 misli büyüterek rekor bir zamanda, bir Dünya devi yapmıştır. Bağlamında bize benzeyen köylü toplumunu da, çok kısa bir zamanda nasıl kalkınmış bir sınai toplumu haline getirdiği emsalinden de hiçbir şey öğrenemedik.

            Yani kısaca sahiplendiğimiz: 1947 den itibaren varsa yoksa yüksek faizli, uzun vadeli Amerikan sömürge kredileri, dolayısıyla da irticai tabanlı, eşraf, ağa, işbirlikçi müteşebbis, bürokrat, Vekil ve burjuva kökenli, milli sınai kalkınma yaftalı; ama yabancı ortak sermayeli montaj sanayi ve halende süregelen Cumhuriyet öncesi cahiliye dönemi. Ne ki bunun da adı, aslında kendimizi kandırdığımız, demokratik Cumhuriyet oluyor işte.

            Ve biz hala Saraylar, seyranlar, uçan Saraylar, yazlık Saray yavrularıyla, örtülü ödenek mağduru, ümüğüne basılmış bir millet olarak, gayrı safi milli hasılada yokları oynuyoruz. Oysa milli gelirin en az %15 kadarlık bir tasarrufu, ülkeye ancak %5 oranında bir kalkınma hızı sağlıyor.  O da bu tasarrufun hepsi milli kalkınmaya ayrılabilirse. Hâlbuki asgari %10’luk bir kalkınma oranı bizi kalkınmış ülkeler seviyesine çıkarabilecekken,  %5 ile ancak boğulmadan suyun üstünde kalabiliyoruz.

            Ne var ki ülkemizde büyük paralar kazanan ve aşırı lüks savurganı olan vergi mükellefi, açık bir gelir deklarasyonu da yapmadığı – yani vergi kaçırdığı – için, olması gereken tasarruflara ulaşmak ise bu gidişle asla mümkün olmayacaktır. Ve nereden bakılsa tek çıkış yolu, sol, sağ demeden kalkınamamayı tersine çevirmek için çok kazancı da lüks savurganlığından, paradoksu olan kalkınma tasarrufuna dönüştürmekten geçiyor. Bu da bir sistem değişikliği yani bir Devrim gerektirir. Bunun da tek çaresi kaçınılmaz bir milli hükümettir. Çünkü sömürgeci misyoneri mevcut Hükümetle bu çareyi var sanmak, ancak muhteşem bir hayalperestlik olur.


            Şimdi çok samimi olarak itiraf edeyim ki: Atatürk’ün bizatihi yarattığı ve iki defa okuduğum NUTUK üstünde, onu gelecek nesillere tartışmasız nakledebilecek bir başka eser daha kabul edemiyorum. Yani emeğe çok saygım olduğundan, hiçbir Atatürk yazarı darılıp, gücenip, alınmasın. Çünkü kendi biyografinizi, icraatlarınızı, düşünce yapınızı ve hayal dünyanızı sizi en yakından tanıyanların bile huzurunda, mecliste, Atatürk aslanı gibi günlerce kükreyerek ifade edebilecek olan bizatihi kendi diliniz veya kaleminiz değil midir ve bunu yadsımak hiç mümkün olabilir mi?

                                                                        Serendip Altındal


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder