Hangi
makul gerekçeyle, zorunlu olarak mağlup ayrıldığımız Cihan Harbinin anı töreninde
neden yer aldığı bilinmeyen – ambiyans, gösteriş, reklam vs. olasılıklı - ve bağlamında
Fransa’dan yeni talimatlarla dönen Erdoğan, daha çıkış merdiveninde gözükürken,
uçakta gazetecilere söylediği, ‘üç dönem Başkanlık yapanların artık
dinlendirileceği’ talimatı da düşüverdi gündeme hemen.
Bu da herhalde ön ayarlı bir sipariş
talimatıydı. Her neyse, ne ki belediyeci üç dönemliklere kapak olmuştur
herhalde. Yalnız bize göre de, bazı konum ve gerçekler ele alındığında, bir
dönemlik Başkanlık bile arif olanlara ‘yettin garı’ dedirtir diye düşünmeden olmayacaktı
yine.
Ee hele de içlerinden bazı uçukların
ballı ihale doygunu oldukları için, mide fesadına uğramadan, sağlıkları nedeniyle
biraz dinlendirilmelerinde, neresinden baksanız fayda vardır. Ha bu arada yürütme
sıralarının geldiğini düşünen diğer açlar da iştahla tatlı tatlı sırıtıyorlardı
mı demiştiniz? O halde bekleyelim bakalım, onlarında ipliği yakında pazara
çıkacaktır nasıl olsa.
Milli kalkınma derken Milli Şef de
akla gelecektir kuşkusuz. Çünkü rahmetli Atatürk’ün büyük bir gururla arkasında
bıraktığı milli ekonomi artık milli Şef olan İnönü’nün sırtına binmişti. Bu nedenle
de esasen art niyetle konuya bakanlar, derhal aç kurtlar gibi rahmetli İnönü’ye
saldırmaya başladılar. Oysa çarpılmamak için adil olmak, bunun içinde İnönü
demeden önce en az bir saat araştırma yapmak ve herhangi bir yorum yapmadan
önce de en az on dakika düşünmek zorundaydılar aslında.
Lozan antlaşmasında, müzakere heyet lideri
olarak Atatürk tarafından tensip edilen İnönü’nün, kendisini hüsrana
uğratmayacağını elbette biliyordu, insan sarrafı dahi Atatürk. Yanılgısızlık
ancak tanrıya özgü olduğundan, insanların yanılgı payları şayet doğruluk yanları
çok daha ağır basıyorsa, kendilerine hak olarak da bağışlanabilir.
Böylece erdem sahibi İnönü de her
insan gibi bazen ender de olsa yanılma payına sahipti. Lakin burada tarih dersi
vermeye kalkmıyoruz elbette. Zira haddimizi biliriz. Ne var ki hakkında en fazla
söz edilen bilhassa da milli ekonomi ve dış sermaye ilişkisi – ki dış sermaye,
dış kaynaklı uzmanlıktan ayrı tutulamaz - konusunda, aşağıda görüşlerinize
sunduğum kendi ifadelerini okumadan sakın yorumda bulunmasın özellikle de tarih
bilgisi olmayanlar. Çünkü en azından haksızlık yapmamış olurlar.
§ İNÖNÜ’NÜN
YABANCI UZMANLAR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
Kıbrıs anlaşmazlığının en
buhranlı günlerinde,
Bakanlar Kurulu'nun yüksek memurlarla birlikte yaptığı bir toplantıda bir
yüksek memurun tuttuğu notlara göre, Başbakan İnönü, yabancı uzmanlar konusunda şunları
söylemiştir. Daha bağımsız ve şahsiyetli dış politika izlenmesini istiyorsunuz.
Herkes aynı şeyden bahsediyor. Nasıl yapacağım ben bunu? Karar Vereceğim ve işi
teknisyenlere havale edeceğim. Onlar etraflı çalışmalarını yapacaklar ve
teklifler hazırlayacaklar. Yapabilirler mı bunu? Hepsinin etrafında uzman denen yabancılar dolu. İğfal etmeye çalışıyorlar.
Muvaffak olamazlarsa, işi sürüncemede bıraktırmaya çalışıyorlar. O da olmazsa
karşı tedbir alıyorlar. Bir görev veriyorum. Neticesi bana gelmeden
Washington'un haberi oluyor. Sonucu, memurumdan önce Sefirim ’den öğreniyorum.
Böyle mi teslim ettik biz devleti? Bana şimdiye kadar bunlar tarafından
hazırlanmış derdimize deva bir tek rapor göstermediler. Hepsi yasak savma
kabilinden şeyler. Ne yapıyorsak gene biz kendi elemanlarımızla yapıyoruz. Peki,
bu binlerce adam 'avara kasnak' gibi dolaşmıyorlar ya... Elbette kendileri için
önemli marifetleri var.
İstiklal Harbi'nden sonra sulh anlaşmasında esas mücadele bu uzmanlar konusunda
oldu. Yoksa hudutlar meselesi fiili bir durum idi. Tazminat işini iki devlet
aramızda hallederdik. Bütün mücadele idaremize tasallut yüzünden çıktı. Bir tek
uzman vermek için büyük tavizlerde bulunmaya hazırdılar. Dayattık. Biz onların
niçin ısrar ettiklerini
biliyorduk. Onlar bizim niçin inatla reddettiğimizi biliyorlardı. Böyledir bu
işler. Peygamber edasıyla size dünyayı vadederler, imzayı attın mı
ertesi gün gelmişlerdir.
Personeli gelmiştir. Teçhizatı gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan
sonra sökebilirsen sök...
Gitmezler. Ancak bu meselenin üzerine vakit geçirmeden eğilmek lazım. Yoksa ne bağımsız
dış politika, ne bağımsız iç politika güdemezseniz. Havanda su
döverseniz. Fakat zannetmeyeniz ki kolay bir iştir. Savuşturulan iki üç badire bunun yanında
çok kolay kalır. Teşebbüs ettiğimizde başımıza neler geleceğini kestiremem. (Yön
Dergisi. Sayı: 172)
İşte o günlerden
itibaren İnönü ’nün ortaya koyduğu resimde fazla bir değişiklik olmadı, olamadı.
Kendisinden sonra gelen bütün iktidarlar şayet israf ekonomisini, tasarruf
ekonomisine çevirip kalkınma hızımızı arttırabilmiş olsalardı, bugün hala yaşlı
gözlerle yabancı sermayeye el açmıyor olabilecektik. Şimdi ise Atatürk’ten
sonra boşuna geçen süreçte, kalkınmış bir ülke olamadığımız için artık milli
bekamız bile tartışma konusu yapılabilmektedir.
Atatürk’le,
kendilerinden çok daha önce yoluna girdiğimiz ve çok başarılı olduğumuz milli
kalkınmanın, ne yazık ki Atatürk’ten sonra; Japonya’nın başarılı milli kalkınma modeline sadece
seyirci kaldık. Öyle ki; en yakın komşumuz ve bir köylü Devleti olan Rusya dahi
ihtilalden sonra, bırakın istiklal harbimizi bile yok haliyle desteklemeyi, bilhassa
da Stalin döneminde, milli kalkınmayla ülkesini, 10 yılda %20 hızla 10 misli büyüterek
rekor bir zamanda, bir Dünya devi yapmıştır. Bağlamında bize benzeyen köylü toplumunu
da, çok kısa bir zamanda nasıl kalkınmış bir sınai toplumu haline getirdiği
emsalinden de hiçbir şey öğrenemedik.
Yani
kısaca sahiplendiğimiz: 1947 den itibaren varsa yoksa yüksek faizli, uzun
vadeli Amerikan sömürge kredileri, dolayısıyla da irticai tabanlı, eşraf, ağa, işbirlikçi
müteşebbis, bürokrat, Vekil ve burjuva kökenli, milli sınai kalkınma yaftalı;
ama yabancı ortak sermayeli montaj sanayi ve halende süregelen Cumhuriyet
öncesi cahiliye dönemi. Ne ki bunun da adı, aslında kendimizi kandırdığımız, demokratik
Cumhuriyet oluyor işte.
Ve
biz hala Saraylar, seyranlar, uçan Saraylar, yazlık Saray yavrularıyla, örtülü
ödenek mağduru, ümüğüne basılmış bir millet olarak, gayrı safi milli hasılada
yokları oynuyoruz. Oysa milli gelirin en az %15 kadarlık bir tasarrufu, ülkeye
ancak %5 oranında bir kalkınma hızı sağlıyor. O da bu tasarrufun hepsi milli kalkınmaya
ayrılabilirse. Hâlbuki asgari %10’luk bir kalkınma oranı bizi kalkınmış ülkeler
seviyesine çıkarabilecekken, %5 ile
ancak boğulmadan suyun üstünde kalabiliyoruz.
Ne
var ki ülkemizde büyük paralar kazanan ve aşırı lüks savurganı olan vergi
mükellefi, açık bir gelir deklarasyonu da yapmadığı – yani vergi kaçırdığı – için,
olması gereken tasarruflara ulaşmak ise bu gidişle asla mümkün olmayacaktır. Ve
nereden bakılsa tek çıkış yolu, sol, sağ demeden kalkınamamayı tersine çevirmek
için çok kazancı da lüks savurganlığından, paradoksu olan kalkınma tasarrufuna
dönüştürmekten geçiyor. Bu da bir sistem değişikliği yani bir Devrim
gerektirir. Bunun da tek çaresi kaçınılmaz bir milli hükümettir. Çünkü
sömürgeci misyoneri mevcut Hükümetle bu çareyi var sanmak, ancak muhteşem bir
hayalperestlik olur.
Şimdi
çok samimi olarak itiraf edeyim ki: Atatürk’ün bizatihi yarattığı ve iki defa
okuduğum NUTUK üstünde, onu gelecek nesillere tartışmasız nakledebilecek bir
başka eser daha kabul edemiyorum. Yani emeğe çok saygım olduğundan, hiçbir
Atatürk yazarı darılıp, gücenip, alınmasın. Çünkü kendi biyografinizi, icraatlarınızı,
düşünce yapınızı ve hayal dünyanızı sizi en yakından tanıyanların bile
huzurunda, mecliste, Atatürk aslanı gibi günlerce kükreyerek ifade edebilecek
olan bizatihi kendi diliniz veya kaleminiz değil midir ve bunu yadsımak hiç mümkün
olabilir mi?
Serendip
Altındal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder