12 Kasım 2018 Pazartesi

SORUNLU SORULAR..


            Suriyeli mülteciler sorunu giderek diğer sorunları katlamaya başlıyor, şöyle ki: Suriyelilerin artan doğum yüzdesi de milli nüfusa oranla kabarmaya başladığından, yeni yerleşkelerinde intibak ettikçe ve peyderpey geçim sıkıntıları da hafifleyince, bu insanların tekrar ülkelerine yollanmaları, öyle pek sorunsuz olmayacağa benziyor.

            Belki de Almanların da vaktiyle yaptıkları gibi bütün kesintilerinin, emeklilik, diğer harçlar vs. gibi ve beraberinde ödenecek bir tazminatla birlikte, memleketlerine dönmesi istenen vasıfsız işçilere geri ödenmesi şeklinde bir özendirme yapılabilir. Ve bu sayede, artık bir sosyal patlama aşamasına gelen bu problemin, tamamen olmasa da büyük bir çoğunlukta egale edilmesi mümkün olabilir. Ayrıca bir başka çok önemli diğer sorun da, yerli ve mülteci ayrımını körükleyerek ortaya çıkacak olan sosyal çatışkılar üstüne menfaat palanları yapan emperyalist provokatörlerinin, yadsınamaz varlığıdır.

            İşte böylesine sağlı, sollu dolgularla gittikçe şişmeye başlayan mülteci sorunu; Devlet tarafından DPT’nin acil bir kalkınma planı gibi daha fazla vakit kaybetmeden ve yeni doğanlar büyüyüp işsizler ordusuna katılmadan ya da daha büyük afetlere neden olmadan, derhal masaya yatırılmak zorunda olduğunu kuvvetle hissettiriyor.

Soru 1: Acaba Hükümet başımıza sardığı mülteciler konusunda ne yapmayı düşünüyor?


            Bunca yıllık plan, program ve Devletçiliğe rağmen kalkınmış sanayi ülkeleri arasında yerini alamayan ülkemizin sorunu, bireysel kapasite ve yeteneksizliğin asla eksikliğinde değil; ama kolay yollardan hızla para kazanmak isteyen müteşebbis ile aynı kafada ki üst Bürokrat menfaatperestliğinin tartışılamaz uyumunda aranmalıdır.  

            Şöyle ki: Serbest ticarete soyunan birey, Atatürk dönemindeki kısa süreçte ancak Japonya’nın kapitalist kalkınma döneminde olduğu gibi dış sermayesiz ve Devlet desteğiyle himaye bulabilmişti. Atatürk’ten sonra milli ekonominin altın çağı bitmiştir. Çeşitli bürokratik engeller ve ortaklıklarla yozlaşan Devlet yüzünden giderek şirazesinden çıkan milli ekonomi, işbirlikçi sermayedar ve menfaatperest üst bürokrat eliyle tatlı paraya yani dış sermaye rüşvetleriyle, emperyal sömürüye adeta teslim edilmişti.

            Ve her müteşebbis, iyi niyetli ve milli duygulara da sahip olsa, mutlaka yabancı bir ortakla çalışmaya mecbur edilmişti. Ortak lafına da kapılmayalım, çünkü yabancı sermayedar %50’lerin altında bir sermaye koymuş bile olsa, şirketin yönetiminde tam yetkiye sahip olarak, Devlete yeni gümrük ve daha ucuz fiyatlı rakip ürünlere ithalat engelleri çıkarttırarak, kendi ürünlerini ülke genelinde istediği fiyatla pazarlama hakkına sahip olmuştur. Bırakın yatırım yapmayı, salt patent hakkıyla bile firmaya neredeyse sahiptir. Bugün her konuya el atan Holdinglerin duvar ördüğü ülkemizde, durum sanki farklımıdır. Hangisi dış sermayeye çalışmamaktadır. Ki bunlara Devlet de dâhildir. Öyleyse bunun adı emperyalist sömürü değil de nedir.

            ABD yardım(!) fonlarıyla ağır sanayi yerinde saydırılarak, kapitalizm küçük işletmelerle alt tabana yayılarak, milli ekonomi milli olmaktan çıkarılıp, dış sermaye bağımlılığı arttırılmış ve milli ekonomi bir sömürge ekonomisi haline dönüştürülmüştür. Bunda en büyük etken, baş sermayedar ve milli reformlara, Devletçiliğe karşı olan ABD’nin, kendi sömürü programının uygulayıcısı olarak gördüğü tutucu sınıfların ve irticanın yanında yer alması ve hep bu gruplar içinden çıkan iktidarlara her türlü desteği sağlamasıdır.

            Hatta çeşitli burslarla ülkesinde eğittiği gençlerin bile bu gruplar arasındaki ailelerin çocuklarından olmasına dikkat etmesidir.  Bu durum aynı zamanda atıl kalan köylerden, tarım topraklarının büyük sermayeye geçmesi nedeniyle de, geçinme sıkıntısı içinde kalan köylüyü, büyük sermayenin kredili AVM tüketicisi olarak metropollere göçe zorlamıştır. Herhalde bir soruya daha sıra geldi şimdi. Böyle olmadı da, bunları ben mi sallıyorum?

            Anlayacağınız sınai kalkınmanın adında, Atatürk döneminden sonra gelen iktidarlar tarafından kalkınma lafı soygun ile yer değiştirmiştir. Devlet teşviki, milli ortak lafları bile unutulmuş, bırakın Devleti, kamu teşekkülleri bile özelleştirilmiş, milli olan her şey, toprağın alt ve üst öz kaynaklarıyla tamamen yabancı sermayeye servis edilmiştir. Şimdi Yukarıdaki resme bakıp da herhangi bir revizyona kalkmamış olan mevcut Hükümetin, ‘kalkındık’ demesi, safsata edebiyatında bile yer bulamaz artık. Görüldüğü üzere, bugüne kadar böyle yürütülmüştür(!). Ne var ki bundan sonra da böyle gideceği kesinlikle beklenmemelidir.

Soru 2: Acaba Hükümet bu gidişe milli planda bir çözüm üretebilecek mi?


            MYK’ na giremediği için ruh haleti bozuldu denilen bir eskimiş Parti üyesininin ruh haletine yeni mi tanı konulmuştur. Buna ancak gülünür. Esasen üst yönetimle fikir ayrılığı yaşanan üyenin, yürütme kuruluna alınmayacağı da sürpriz olmaz. Ve bunun ruh haletiyle filan ne ilgisi vardır. O halde neden ızgarayı haşlama yapıyorsunuz kardeşler? Şunu açıkça itiraf etsenize. Ne demiş adamcağız. Ezan Türkçe okunmalı demiş. Yani Atatürk’ün yolundan gitmiş. Buna mı itirazınız. Ben de, tanıdıklarımda öyle diyoruz. Biz de Atatürkçüyüz. Yoksa buna da mı itirazınız var.

            Bırakın artık İktidar takozu olmayı. En azından haklı gerekçelerde biraz da köstek olmayı deneyin. İlkeli olmak ve öyle de kalmak zorunda olan, ayrıca Cumhuriyeti kuran bir ana muhalefet Partisi olduğunuzu da asla unutmayın. Her insan ancak doğrularıyla bir varlıktır, eğrileriyle değil. Ve şayet buna da hayır diyorsanız, bir örnek gösterin. Ona da varlık diyelim o halde.

Soru 3: Acaba CHP; demokrat, öz cumhuriyetçi ve Türk Ulusunun Partisi olmayı yeniden düşünüyor mu?


            Atatürk’ü tarihten silmeye çalışarak Türk Ulusunu da sileceklerini düşünen ve içimizden bazı sapı silikleri bu işe angaje etmek için maliyetli uğraşlara yoğunlaşan gafil emperyalistin bilgisine sunulur.

            Erdoğan Efendi Atatürk’e sadece ‘Gazi’ diyorsa, konuya şöyle de bakabiliriz: Atatürk aslında Türklerin tek atası değil, atalarından birisiydi sadece. Ne var ki içinde bulunduğumuz zaman sürecinde sonuncusuydu. Ve kendisinden sonra da sonsuza dek daha ne kadar Atamız olacaktır. Bunu ne biz ne de başkaları bilebilir. Şayet Erdoğan konuya bu perspektifle bakıyorsa mesele yok. Çünkü bu bir özür olabilir belki.

Soru 4: Bu değişmez koşullarda acaba Sayın Erdoğan yoluna nasıl devam edebileceğini düşünüyor?

            Yoksa Türkler Atatürk’le vardılar o bitince biteceklerdir ters algısında veya bunu pekiştirmeye çalışıyor ya da birilerine hizmet veriyorsa, işi sahiden zordur. Çünkü o zaman kendi vahim sonundan da gerçekten endişe etmek mecburiyetindedir. Çünkü milletin tansiyonunun salt dış destekle kontrol altına alınabileceği dönem Dünya genelinde de bitmiştir artık. Hele de obje Türk Ulusuysa; valla ne olacağını kimse önceden kestiremez doğrusu!!!
                                                                                  
                                                                                               Serendip Altındal



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder