22 Ekim 2018 Pazartesi

KALKINDIK MASALI..


            Liberal demokrat etiketli siyasetçi ikiye ayrılır. Birisi bizatihi emperyal ülkenin, diğeri ise sömürgenin olanıdır. Emperyal olanı sömürgeninkini hep kafaya alırken, sömürgenin ki ülkesinin öz kaynaklarını emperyal olana teslim ederek kendi ücretini(!) almaktan başka da bir halta yaramaz. Şimdi al böylesini aynı ülkede ki diğer hemcinsinin üstüne yapıştır. Tek bir adam bile etmezler üst üste veya bir arada.

            Hele de tarih konuşuyorsa, bize de susup onu dinlemek düşer. Şimdi aşağıdaki kısa alıntılarda bizatihi yaşanmış olan tecrübeleri – ki tarih tecrübedir - dikkatle okuyup içeriğini özenle analiz edelim. DP’nin kurulma aşamasında, gelişmesinde 5 yıllık karşılıksız bir emek ortaya koyan ve özünde Liberal demokrat bir Amerikancı olan Ahmet Emin Yalman bile Menderes’in yanında, prensip ve icraatta daha Atatürkçü, milliyetçi ve demokrat kalıyordu. Gerisini siz düşünün artık.

            Sözü son günlerde fazlaca edilen eski siyasilerin, ikircikli içi boş ve birbirlerini ıskalamayan ifadeli kimlikleri nasıl da ortaya dökülüyor değil mi? Vakti gelip saatleri çalınca! Ha, bu arada birinin diğerinden daha fazla haksızlığa uğramış olması da hiçbir şeyi değiştirmiyor sonuçta. Çünkü siyasiler geçicidir; ama kaybeden aslında hep sömürülen ülke oluyor neticede.

            Şayet Menderes 1957 seçimlerini bugün Erdoğan’ın yaptığı gibi entrikayla kazanmamış olsaydı; belki de siyaseti daha 1957’ de bırakacak ve muhtemelen de hala yaşıyor olacaktı. Demek ki fazla ihtiras sonunda hep sahibinin başını yermiş. Ki ne kadar doğru. Ne ki Âdemoğlu, tarihten ve öğrendiğinden ders çıkaramayan bolca sayılarda da olduğu içindir ki Şeytan dürtüsü olan âdemi ‘ihtiras’ her zaman yiyecek akılsız başlar bulur ve hiç aç kalmaz.

            Bir de bunlara, yarının tarih belgelerinde yer alacak olan bugüne dair ultra komedileri de - mesela maaşa bağlanan akillerin yeniden gündem olması gibi – eklerseniz, ülkemin trajikomik ruhsal çöküntüsünü daha iyi anlarsınız belki. Hâlbuki ülkede himayeye muhtaç o kadar kimsesiz çocuk ve düşmüş eski sanatçı var ki. Bu arada akil Kadir İnanır ise unutulmuş gözüküyor. Yoksa Erdoğan Kadir’i kendi yerine koyup emekliye mi ayrılmayı düşünüyor acaba? Nasıl olsa o şerefli makam ayağa düştü bir kere ve kayıpları oynuyor artık.

            İnanılmaz, sanki eline Devlet Orkestrasının drigent sopası verilmiş ve elindekini drigente geri vermemek için ağlamaktan bir tarafını yırtan inatçı ve şımarık bir çocuğun oyun odası durumuna düştü koca Türkiye Cumhuriyeti. İşte tam da bu noktada yüce önderi rencide etmemek nedeniyle onu anmak ve adını zikretmek istemedim nedense…


§  1954 seçimleri

2 Mayıs 1954’te yapılan seçimler bütün memleket için bir sürpriz oldu. Yeni Meclis’e girecek 541 milletvekilinden Demokrat Partiye 504 (yüzde atmış dokuz), CHP’ye 31 (yüzde otuz beş), Millet Partisine 5 (yüzde bir buçuk) düştü. Birde müstakil seçildi. Bu neticede seçimlerin nisbi usulle yapılmamasının elbette etkisi dokundu, fakat aynı ekseriyet usulüyle cereyan eden 1950 seçimlerine nispetle de Halk Partisi son mevcudunun yarısını kaybetti. Muhalefete verilen oyların bu derece eksilmesini, kendileri tarafından başvurulan sert ve haksız usullerin neticesi saymak yanlış olmaz. Seçimlerde haksızlıklar yapıldığı yolundaki şikâyetler mahdut kaldı. Demokrat Parti halktan bu kadar sevgi görmesine rağmen, iyi bir yol tutmayı bilemedi. Fikirlerinde istiklal bulunduğu malûm olan adaylar, hoş yüz ve teşvik görmedi. Kırşehir’de olduğu gibi, muhalefet milletvekilleri seçen bir seçim dairesi, il iken ilçe haline indirilmek suretiyle cezalandırıldı.


1950 ile 1954 arasında basının Hükümet’le sıkı bir işbirliği halinde bulunmasına, muhalefetin haksız hücumlarına karşı devamlı surette kalkan vazifesini görmesine rağmen, başarı iktidarın başını döndürdü, basınla yıllardır devam eden samimi işbirliği hiçe sayıldı. 2 Mayıs7 tan hemen sonra Ankara’da Başbakan’ın makamına gittim, kendisini tebrik ettim. Malûm olan nezaketine rağmen, karşımda çok değişmiş bir adam buldum. Bana dedi ki:
“Seçimler, vatandaşların benim tuttuğum yolu ne kadar beğendiğini açığa vurdu. Şimdiye kadar ben, siz gazetecilerle danışmaya değer veriyordum. ‘Asaba ilaç diye aspirin mi, yoksa optalidon mu kullanmak münasiptir?5 diye fikrinizi soruyordum. Halkın coşkun güveni şimdi şunu belli ediyor ki böyle bir danışmaya ihtiyacım yoktur, ben kendi kendime son kararı vereceğim, dilersem aspirin, dilersem optalidon kullanacağım.”
Bu sözlerle Başbakan, seçme bir gazeteci grubuyla devamlı bir işbirliği yürütmek yolundaki gidişe tekme vuruyor ve bunu yıkıyordu. Bundan sonra yaptığı basın konferansları bütün gazetecilere açıktı. Aradaki şahsi dostluklar bütün bütün yıkılmamakla beraber, on beş kişilik bir seçme grubu bir nevi İkinci Meclis haline koymak yolundaki gidişe son verildi. (Yakın Tarihte gördüklerim ve geçirdiklerim s. 1638-1640 – A. Emin Yalman)

Namık Gedik’le baş başa

Dış politikada dinamik hareketler birbirini takip ederken, Basın Kanununa yeniden sert hükümler ilâve edildi. Tam sekseninci yıldönümünü doldurduğu gün Hüseyin Cahit iki yılı aşan bir müddet yatmak üzere hapse girdi, onun ardından Bedii Faik, çok ağır bir para cezasıyla Nihat Erim geldi. Yerli basın kurullarının ve yabancı gazetelerinin protestolarına kimse aldırmıyordu.
1955 yılının başlarında bir gün İçişleri Bakanı Namık Gedik beni İstanbul Valiliği’ne çağırdı. Bir odaya kapandık, konuşmamız tam üç saat sürdü. Dr. Namık Gedik şöyle konuştu:
“Gazeteniz iktidarın bazı tutumlarını beğeniyor, bizi muhalefetin aşırı hareketlerine karşı savunuyor, fakat bilhassa hürriyet davasında aleyhimize olarak, acı tenkitlerinin arkasını bırakmıyor, biz bunu istemiyoruz, 1945 ile 1950 arasında olduğu gibi, sizinle devamlı olarak elele yürümek arzusundayız. Böyle bir yol, gazetenin menfaatlerine her cihetçe uygundur. Hâlbuki bize kafa tutmakla ve bizi kızdırmakla hiç bir netice sağlamanıza ihtimal yoktur. Siz Öyle sanıyorsunuz ki Batı memleketlerinde rejimimizin tutumu hakkında hüküm sürecek düşünceler bizi ürkütür ve tutmaya karar verdiğimiz yoldan alıkoyar. Böyle bir zannı her zaman için kafanızdan atınız. Biz gidişimizi kendi görüş ve inancımıza göre ayarlarız. Batı memleketlerinin buna ne diyecekleri umurumuzda değildir,'” Ben şöyle cevap verdim:
“Demokrat Parti, 1945 Temmuzunda Dördü Takrirden ve bugün ileri sürdüğünüz görüşe tamimiyle zıt bir hak ve hürriyet anlayışlarından doğmuştur. Bugün: ‘Hak ve hürriyet iddialarını hiçe sayarız ve Batı dünyasının buna ne diyeceğine aldırmayız’ diye düşünecek olursak, kendi kendini tam bir surette inkâr etmiş olur. Bu kafayla yolunu mutlaka şaşırır ve meçhule doğru sürüklenir.”
İkimiz de dönüp dolaşıp hep aynı noktalarda çatışıyorduk. Öyle anlaşılıyordu ki Dr. Namık Gedik, beni körü körüne işbirliğine ve açık ayrılığa davet etmek istiyordu.

Menderes ve gazeteciler

Halk Partisinin mallarının alınması hakkında Enver Adakan gazetelerin de kendisi gibi düşündüğünü söyleyince, Başbakan şu cevabı vermiştir:
“Hangi gazetelerden bahsediyorsunuz? Vatan mı? Ben yarın Yeni Sabah sahibi Safa ile Ankara Palas’ta bir yemek yiyeyim, Ahmet Emin yazılarından derhal vazgeçer. Nadir Nadi mi? Ben ona Şili gibi küçük bir sefaretten, hele hele Viyana’dan bahsedeyim, ertesi gün Nadir benim istediğim gibi yazı yazar. Burhan Felek mi? Bir kaç spor federasyon seyahati imkânına karşı mum olur. İçlerinde 20, 30 bin liralık paralara karşı kalemlerini satanlar da eksik olmaz.’’
Adnan Bey’in kendisiyle sıkı bir dostluk teması ve işbirliği halinde bulunan gazetecilerin arkasından böyle bir dil kullanması çok acı bir şeydi. Ne yazık ki Başbakan parti kavgasına bir defa kapılınca, her türlü ölçüleri kaybediyordu.
(a.g.e  s.1643-1644)

DP’de kasırga

Bu arada DP içinde de çok şiddetli bir kasırga koptu. Bunun Menderes’i de içine almasına kıl payı kaldı.
22 Kasım 1955 Salı günü yapılan bir grup toplantısında hücumlar başladı. Adnan Menderes o sırada Irak’taydı. Milletvekilleri bir takım yolsuzluklardan madde ve ad belirtmek suretiyle şikâyet ediyorlardı. Erzurum milletvekili Hamit Şevket İnce coştu, şöyle bağırdı: “Grubun var olduğunu gösterelim. Dillerimizi çözelim, artık mebusluğumuzu yapalım.” Bu sözler şiddetle alkışlandı, çok heyecanlı bir hava yarattı. Dr. Mükerrem Sarol, ortada Menderes’e karşı bir tertip bulunduğuna ve sürükleyici saldırışın bütün Kabineyi yıkacak istidat taşıdığına kanaat getirdiğinden Irak’taki Başbakanla temasa geçti. Menderes, Yırcalı, Zorlu, Benderlioğlu ve Polatkan la beraber 28 Kasım sabahı İstanbul’da Park Oteli’nde bulunmasını istedi. Bir toplantı yapıldı, fakat Meclis Grup toplantısı öyle bir feveran halindeydi ki, Menderes ümidi kesmek ve şu sözleri söylemek zorunda kaldı:
“Siz ne isterseniz olur. Kudretinize hudut yoktur. Biz ancak sizin işaret ettiğiniz yolda adım atarız. ‘Hilâfet geri gelsin’ diyecek olursanız o bile yapılır. Siz kimleri istiyorsanız söyleyin, istemedikleriniz istifalarını versinler.”
Grup konuşmalara ara verdiği bir sırada Dr. M. Sarol, Başbakan’a şu fikri verdi: “Grup’tan Kabine adına değil, kendi adınıza güvenoyu isteyiniz”, Menderes bunu yaptı. Çıkış başarılı oldu. 9 kişi hariç Grup oybirliğiyle Menderes’e güvenini belirtti.
Dr. Mükerrem Sarol’ la bu olay hakkında konuşmamızın sonunda kendisinden şu sözleri işittim: “29 Kasım’da şahsi güven istemek fikrini telkin etmek suretiyle Adnan Bey’in Grup tarafından düşürülmesini önlemekle iyi bir harekette bulunduğuma bugün emin değilim. O sırada tenkitçilerin istediği olsaydı, kendisi için de, memleket için de, hepimiz için de galiba daha hayırlı olacaktı...(a.g.e  s. 1652)

I957’de çarpışma

Memlekete vardığım zaman politika âlemini başı dönmüş bir halde buldum. Demokrat Parti, 1945 Haziranında ele aldığı hürriyet, demokrasi ve ıslahat davalarına yüzde yüz arka çevirmiş, göz göre intihar yolunu tutmuştu. Muhalefeti parçalamak ve bilhassa Hürriyet Partisi'ne nefes aldırmamak için Menderes’in ilk başvurduğu çare, Halk Partisi’ne yakınlık göstermek oldu. Bu maksatla Meclis’te şu beyanatta bile bulundu: “Memleketin iki büyük ve muhterem paşası vardır. Bunlardan biri Atatürk, diğeri İsmet Paşa... Tarihin derinliğinden gelen ilhamlarla bu ikisinin halledemeyeceği zorluk yoktur. Onunla işbirliği sayesinde memleket gülistan manzarasını alır.”
İsmet İnönü, her zamanki hakaretlere karşılık, Menderes’ten bu sözleri işitince, şu cevabı verdi:
“Memleketin acıları devam ederken, zoraki bir bahar havası yaratılamaz. Kırşehir’i il yapmak ve bana ‘Muhterem İnönü’ filân diye güya saygı göstermek, durumu değiştirmez, ya diğer ısrarlı isteklerimiz ve haklarımız?”
Demokrasiyi kurtarmak için üç partinin elele vermesini muhalefet, ‘ulvi bir hareket’ diye karşılarken. Hürriyet Partisi ve Millet Partisi bunu sağlamak için genel kurullarına hudutsuz yetki verirken, iktidar, bu ümitleri yok etmek için çok sıkı tedbirlere başvurdu. Ortak seçim listesi yapılamayacaktı, bir partide altı aydan fazla kayıtlı bulunmayanlar parti adayı olamayacaktı. DP’nin bir zamanlar uğruna bu kadar çalıştığı adli teminat kâğıt üzerinde bırakılacaktı...
1957 seçimi, 1946 seçimindeki oy soygunculuğunu ve baskılan gölgede bırakacak usullerle yürütüldü. Her seçimde istiklalini korumayı bilen İstanbul, ilin dışından on binlik sürülerle adam taşınması ve bunlara nüfus kâğıdını gösterince oy hakkı verilmesi suretiyle perişan edildi.
Seçimlerin arifesinde beklenmez bir şey oldu: 1945’de ki Dörtlü Takrirden sonra içtikleri su ayrı gitmeyen Menderes’le Fuat Köprülü, Başbakanın Köprülü’yü telefonla azarlaması ve diğerinin buna hakaretlerle cevap vermesi sonucu olarak bozuldu. Köprülü, Hürriyet Partisi’ne girmemekle beraber her tarafta onun propagandasını yaptı. Bu arada Bursa açık hava toplantısında DP’ye yıldırımlar yağdırdı. Vatan gazetesinde de DP aleyhinde yazı dizileri çıktı. Seçimin sonuçları 1954 seçimlerinde DP 504, CHP 31, CMP 5 ve müstakiller 1 yer kazanmışken, 1957’de DP 324, CHP 178, CMP 1, Hürriyet Partisi 1 milletvekilliği kazanmışlardır, fakat seçimlere on bir buçuk milyon seçmenin yüzde elli sekizi, Hükümet’in aleyhine, ancak yüzde kırk iki lehte oy kullandı. Eğer iktidar I946’da o kadar ayıpladığı baskı ve hilelerin belki daha fazlasını yapmasaydı düşeceği ve memleketin kaderinin iyiye doğru başka bir şekil alacağı muhakkaktı. Birçok yerde seçimler de yüzden aşağı farklarla sonuca bağlanmıştır. DP 1954’te kazandığı Ankara, Elazığ, Erzincan, Hatay, Mardin, Çankırı, Maraş, Ordu, Gümüşhane ve Niğde’yi kaybetmiş, yalnız Sinop’u kazanmıştır.

Menderes’in barış teklifi

1955’ten sonra ben Demokrat Parti iktidarına mensup olanlar tarafından düşman diye tanınıyordum. Yardakçılık edenlere tonlarca kâğıt verildiği ve karaborsanın böylece beslendiği sırada biz ihtiyacımızın yarısı kadar bile kâğıt alamıyor, resmi ilan ve reklâm payımız sıfıra yakın derecede kısılıyordu. Yok, olmamız için elden gelen yapılıyordu. İktidardan ücret alarak tenkitçilere sataşan gazete ve dergiler de bize bir düzüye sataşıyorlardı. Biz bu durumda doğruya doğru, eğriye eğri* prensibinden şaşmıyor, kötülüğe kötülükle karşılık vermeyi hatıra getirmiyorduk. Time dergisinin Menderes’in resmini kapak resmi yapacağını, Türkiye’ye gönderdiği bir yazar grubu vasıtasıyla kendisi hakkında bir etüt hazırlatacağını duyunca, bunun Amerikan yayınından evvel New York muhabirimize verilmesini, onun da telgrafla bize yetiştirmesini, böylece Amerika’daki yayın gününde İstanbul’da çıkmasını sağladım. Bu uğurda gazete büyük masrafa girdikten başka yazıyı okuyanların isteği üzerine ikinci defe basıldı.
Belki de bu dostluk belirtisinin bir sonucu olarak, 1958 yılının başlarında Başbakan Menderes beni vilayete çağırttı. Yıllarca kendisiyle karşı karşıya gelmemiştim. Ben kendisinin iyi tarafları olduğuna ve düştüğü berbat uçurumdan belki kurtarılabileceğine inanarak, dostça hislerle acı uyarmaların arkasını kesmiyordum. Bunlar umduğum gibi, onu yumuşatmıyor, ancak kızdırıyordu. Bir kaç ayda bir yazdığım özel mektuplar ve her Ankara’ya gidişimde özel kaleme telefonla yaptığım görüşme isteklerim de cevapsız kalıyordu. Buna karşılık, Başbakan'dan ümidi kesmemem ve onun yola getirileceğine hâlâ inanmam, bütün şiddetli tenkitlerime rağmen, bir kısım okurlarımı kızdırıyor, kendilerinden acı mektuplar alıyordum.
Bu hava içinde Menderes beni aratınca hayret ettim. Merakla vilayete gittim. Aramızda hiç bir kırgınlık yokmuş gibi, beni gayet hoş ve nazik tavrıyla karşıladı, dedi ki:
“Ben Japonya’ya çağırıldım. Yakında yola çıkacağım. Bu yolculuğu beraberce yapalım. Yollarda bol bol görüşür, anlaşırız. Dönüşte de 1952 ile 1954 arasındaki sıkı işbirliğini yeniden ele alırız.”
Şöyle cevap verdim:
“Bu teklifiniz beni çok sevindirdi. 1945 ile 1950 ve 1952 ile 1954 arasındaki işbirliğimizin tatlı hatıralarını muhafaza ediyorum. Sizinle beraberce çalışmaya çok değer veriyorum. Ne Yazık ki Milletlerarası Basın Enstitüsü’nün yedinci kongresi bu sene Washington'da, Amerikan Başyazarlar Cemiyeti’nin kongresiyle bir arada olacak, beraberce yenilecek bir öğle yemeğine Cumhurbaşkanı Eisenhower başkanlık edecek, mühim bir konuşma yapacak. Bir kurucusu ve icra komitesinin bir üyesiyim. Bu kongreye mutlaka gitmeliyim. Dönüşte buluşur, söz konusu ettiğiniz samimi işbirliğine başlarız.”
Bundan sonra Amerika'ya gittim. Kongremiz çok parlak ve ilgi çekici oldu. Washington’da eski dostlarımla temaslar yaptım, United Hava Şirketi’nden kiralanan büyük bir uçakla Amerika'nın her köşesine gittik. Amerikan gazetecileriyle yer yer toplantılar yaptık, çok da eğlendik. Fakat aynı zamanda şu endişe içimi yiyordu: Acaba Menderes'in teklifini kabul etmemekle memleket hesabına bir düzelme fırsatını elden kaçırmadım mı? Hele Demokrat Parti’nin yolunu şaşırdığı ve ihtilale yol açtığı yıllarda bu düşünceyle defalarla pişmanlık duydum. Acaba Menderes'in teklifini kabul etseydim, defalarla yaptığımız gibi bir müddet için olsun anlaşır, Parti’nin yol değiştirmesini sağlayamaz mıydık?

Dönüşteki temasımız

Her ikimiz memlekete döndükten sonra bir Pazar günü Emin Kalafat Büyükada’ya telefon etti. Dedi ki:
“Başbakan derhal sizi görmek istiyor, ilk vapura atlayıp vilayete koşunuz.”
Yoldan dönüşte beraber çalışmak yolundaki sözlerini hatırladım, kalkan ilk vapura atladım, İstanbul’a geçtim. Vilayette beni Fatin Zorlu’yla Emin Kalafat karşıladılar. Bir odaya çekildik ve memleket ve dünya işleri hakkında bir konuşmaya daldık. Ben bütün suallerine samimi inancıma göre cevap verdim. Bir müddet sonra ikisi arasında bir fiskos oldu, Fatin Zorlu şöyle konuştu:
“Çok teşekkür ederiz, size zahmet verdik.”
Çağırdığı söylenen Adnan Menderes’in yanına beni hiç çıkarmadılar. Bu ne demekti? Her halde beni sorguya çekmek, Başbakan’ı kızdıracak şekilde konuşmazsam görüştürmek yolunda bir emir almışlardı. Menderes ise Japonya’ya gitmezden evvel bahsettiği işbirliğini ya unutmuş veya yeni muhitinde esen havaya göre bundan vazgeçmişti.

Seri halinde davalar

Oğlum Tunç, değerli sanat ve fikir üstadı Ertuğrul Muhsin’e derin bir saygı ve hayranlıkla bağlıdır. Çok sevdiği meslekte ondan çok şeyler Öğrendiği inancındadır, Celal Yardımcının Milli Eğitim Bakanı olduğu sırada Üstat açığa çıkarılınca, sanat âlemini bir isyan dalgası sardı. O sırada Tunç’un Vatan'da bir sütunu vardı. O sütunda içindeki bütün galeyanı kâğıda döktü. Bize karşı diş bileyen iktidar, ona karşı ağır cezada bir dava açtı. Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık Şirketi adına gazetenin sahibi olduğumu ileri sürerek, beni de davaya soktular. Böylece bana hem gazeteci, hem de baba sıfatıyla iki sert sille indirmiş oluyorlardı. Davada bütün sanat âlemi bizi destekledi. Mithat Perin, Süreyya Ağaoğlu gibi iktidara yakın olan dostlarımız da lehimizde şahitlik etmekten geri durmadılar Neticede bir buçuk yıl hapse ve ayrıca sürgün cezasına mahkûm olduk. Bunun üzerine milletlerarası basın ve fikir âleminde kıyametler koptu. Hürriyeti lâfta bırakan Türkiye ağır hücumlara uğradı. Bu arada kurucularından biri bulunduğum Milletlerarası Basın Enstitüsü dünya yüzündeki isyan hislerini ateşlemek için elinden geleni yaptı.
Benim Amerika’da tahsil gördüğüm Columbia Üniversitesi de Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a uzun bir mektup yazarak dedi ki: “Siz 1954’te bizden fahri hukuk doktoru unvanını almış bulunuyorsunuz. Üniversitede öğrenimi sonunda bizden felsefe doktoru unvanını alan Ahmet Emin Yalman’ın, fikirleri yüzünden oğluyla beraber ağır cezalara çarpılmasına üzgünüz. Sizin araya girerek, bu haksızlığı ortadan kaldırmanızı bekleriz.” Bayar, bu mektuba çok haşin bir cevap verdi, “Yazılarımdaki taşkınlıklar dolayısıyla bu cezaya layık olduğumu” söyledi. Memlekette araya girenler oldu. Tunç’un gazetedeki sütununda yatıştırıcı bir yazı yazması suretiyle Hükümet’in davadan çekilmesi sağlandı. Tunç da, “Bunun hayatının hiç beğenmediği» çok çirkin bulduğu bir hareketi” olduğunu söylene söylene yazıyı yazdı. (a.g.e. s. 1658-1665)


      1924 Yılında Atatürk tarafından 1 Milyon Lira sermaye ile kurulan İş Bankasının kasasında ki mevcut parası sadece 250.000 Liraydı ve bu para da Atatürk tarafından şahsen ve karşılıksız verilmişti. Ne ki karşılığında usulen yasalar gereği hisse senedi alınmıştı. Yeni Cumhuriyetin ticari ve sınai kalkınmasında büyük fayda sağlayan ve kurucu Atatürk tarafından denetimi CHP’ye devredilen İş Bankasının, halkın Bankası olduğundan şüphe mi vardı veya zamanın Osmanlı Bankası mı sanılıyordu da şimdi bu yetki halkın kendi Partisi olan CHP’den alınmak istenmektedir.

Yoksa amaç, yapılanlar yetmemiş gibi şimdi de Atatürk’ün bütün hukuksal, sosyal ve kurumsal haklarını da mı yok etmektir. Vatandaşlıktan da çıkarın olsun bitsin o zaman ve Atatürk dönemi hiç yaşanmamış olsun bari. Ne var ki o zaman Dünya tarihi bile galeyana gelir ve Atatürk külliyesini başınızdan aşağıya öyle bir kusar ki altında boğulup kalırsınız hepiniz, bilesiniz. Üstüne de işe yaramaz kimliklerinizi yırtıp çöpe atmayı da sakın unutmayın. Çünkü nasılsa bir halta yaramazlar artık…


§     126 sayılı Geçit dergisine göre, Celal Bayar iş Bankasının kuruluşunu şöyle anlatmaktadır:
«— İmar Vekili bulunuyordum. İşlerimiz çoktu. Türk ve Rumlar arasında mübadele muameleleri yapıyorduk. Rumlar, ticaret ve sanayi erbabı olarak, Batı Trakya’yı terk ediyorlardı. Bu iki benzemez vasıftaki insanların mübadelesi müşküldü. Bir gün, Atatürk’ün kayınpederi Uşşak zade Muammer Bey bana geldi. Gazi’nin ve kendisinin 250 bin liralarının bulunduğunu, bununla ihracat ve ithalât işleri yapmak istediklerini, fakat Gazi Hazretleri’nin kendisine:
— Bir kere Celâl Beye sorunuz, ondan fikir alınız, dediğini söyledi. İthalât ve ihracat işlerinin çok riskli olabileceğini düşündüm. Sonra Gazi’nin bu gibi işlere isminin karışmaması gerektiğini düşündüm. Vaktiyle bankada çalışırken, Türk tacirlerinin, yabancı bakanlardan faydalandıklarını görür ve bir millî Türk bankasına daima ihtiyaç duyardım.
Bu 250 bin lira ile 1 milyon sermayeli bir banka kurulmasını, bunun aslında bir amme hizmeti olacağını düşündüm, bu telkini Muammer Beye yaptım. Atatürk, bu fikri beğenmiş, bir akşam bu konuyu sofrada ortaya attı. Üzerinde derinlemesine konuştu ve ‘Ama kim idare edecek bunu? Bunu idare etmek için Celâl Bey gibi insan lâzım’ dedi.
Atatürk, bu bahsi bir gün bana açtı: ‘Böyle bir şeyi kabul eder miydiniz? Diye sordu. ‘Siz emrettikten sonra...’ dedim.
‘Ama’ dedi Atatürk, ‘vekilliği bırakmak gerekirse?’, ‘Mümkündür,’ dedim. ‘Belki mebusluğu da bırakmak gerekir’ dedi. Yine ‘Mümkündür Paşam’ dedim. O anda Atatürk’ün gözleri yaşarmış gibiydi.
26 Ağustos gününü, Bankanın yıldönümü günü tayin etmeyi düşündüm.»
* Mazhar Leventoğlu’nun verdiği bilgiye göre, Atatürk’ün İş Bankası’nda üç hesabı vardı: Birincisi, emeklilik maaşlarını toplayan emekli hesabıdır ki, burada 20 bin lira birikmiştir.
İkincisi 4 numaralı şahsi hesaptır ki, Cumhurbaşkanı sıfatıyla aldığı aylık ve ödeneklerden ölümünde kalan miktardır. Bu da 54 bin lirayı bulmaktadır. Asıl önemli olan, Soyak’a göre 1 milyon 447 bin, İş Bankası’na göre 1 milyon 297 bin lira olan 2 numaralı hesaptır. Bu hesabın, iki kaynağı vardır. «Birinci kaynak, Millî Mücadele’ye yardım amacıyla, Hindistan’dan Mustafa Kemal’in şahsına gönderilmiş olan paradır. Hindistan’dan gönderilen paranın 500 - 600 bin civarında bulunduğu sanılıyor. Atatürk, bu paranın 500 bin lirasını, Büyük Taarruzdan önce, Maliye’nin karşılayamadığı bazı özel giderler için Garp Cephesi Kumandanlığı emrine vermişti.
Zafer’den sonra, bu 500 bin liranın 380 bin küsur lirası, bir Bakanlar Kurulu kararı ile kendisine geri verildi. Bu paranın 250 bin lirası, Atatürk’çe, Türkiye İş Bankasına sermaye olarak verilmiştir, yani hisse senedi satın alınmıştır. Yine bu paranın bir kesimiyle çiftlikler satın alındı, kalan kesimin 2 sayılı hesaba geçirilmesi muhtemeldir. Çiftliklerin gelirleri de bu hesapta yer almıştır.
İkinci kaynak, Mısır eski Hıdivi Abbas Hilmi Paşa’nın Türk uyrukluğuna girmesi münasebetiyle Cumhuriyet Halk Partisine bağışlandığı 900 bin lira civarındaki paradır.
2 numaralı büyük hesap, gerçekte, Atatürk adına açılmıştır, ama onun kişiliğiyle ilgisi yoktur. Atatürk, bu hesaptan kişisel hiçbir harcama yapmamıştır. (Mazhar eventoğlu, Atatürk’ün Vasiyeti, İstanbul 1968, s. 85 - 88).


            Muhalefetin AKP ve Erdoğan ile bunca yıllık tecrübesine rağmen hala öğrenemediği bir şey var. O da Erdoğan’ın halk seviyesindeki – eğitimli bir siyaset bilimci olmadığından – en güçlü yanı olan popülist siyaseti, Devlet sahnesinde de meşru hale getirdiği için, kendisinin ısrarla ve tasarımlı olarak kullandığı kısır polemikçi diyalektiği ile aynı şartlarda mücadele etmeye çalışmanın, aslında onun tuzağına düşmek olduğunun anlaşılamamasıdır.

            Oysa böyle bir siyasetçiyle mücadele etmenin tek yolu, aynı seviyeye inmeden ve ısrarla evrensel siyaset kültürü ve protokol ahlakı içinde kalarak, saygın ve profesyonel siyasetçi kimliğiyle; ama hep belgeli, ispatlı bir antitez doğrultusunda yürüyüp senteze (üst akla) ulaşarak, bununla da halkı karşıtsız ikna etmektir. Ya da yine İnce gibi bir hasmı karşısına sürerek, rakibin dengesini bozmaktır. Yani elmas her kayayı kırar misali. Bana sorarsanız aklın yolu, baştaki tek yoldur. Daha zahmetli ve zordur, herkese göre de değildir; ama sadece bilimsel doğruda ve adil kalmak, her zaman işe yarar.

            Misal mi? İşte alın size rahmetli Atatürk. Ondan daha iyi bir örnek olur mu aranan vasıflara, hatta bütün Dünya da. Neden onun gibi olmaya özen gösteremiyorsunuz. O hiç kendi yolundan sapmış ve öz seviyesini terk etmiş miydi? Söylemişti de üstelik ben yoksam içinizdeki Atatürk’e müracaat edin diyerek.

            Bu durumda bize de sormak düşer artık. Yoksa olması gereken özgün muhalefeti unutup iktidara konu mankenliği yapmaktan beklediğiniz, lakin halktan gizlediğiniz bir şeyler mi vardır. Yoksa durum elinizi kolunuzu bağlayacak kadar vahim midir? Öyleyse bunu da çıkıp delikanlı gibi söyleyin temsil ettiğiniz halka. O zaman da halk bakar çaresine ve siz zan altında kalmamış olursunuz…

                       
§   Hacı Hüsnü Efendi

Celal Bayar anılarında Nazilli'den bir medrese hocasını, Müftü Hacı Hüsnü Efendi'yi anlatır. Hacı Hüsnü Efendi de, siyah cübbeyi çıkarıp, frak giyenler arasındadır. Sözü. Celal Bayar'a bırakalım: «Cumhuriyetin ilanının onuncu yıl töreninde bulunmak üzere meşhur Karahan'ın başkanlığında, içlerinde, General Vorosilof da olduğu halde, kadınlı erkekli kalabalık bir Sovyet heyeti Ankara'ya gelmişti. O mutlu günün şerefine Ankara Palas salonlarında tertiplenen baloda Sovyet misafirimiz de bulunuyordu. Rahmetli Atatürk dansını bitirdikten sonra, bana kendisini takip etmekliğimi söyledi. Sovyet heyetinin bulunduğu yere doğru ilerledi, kendileri ile görüşmeye başladı. Herkes ayakta idi. Atatürk'ün tam yanında bulunuyordum. Baktım sağ tarafımda bir zat belirdi. Bu müderris Müftü Hacı Hüsnü Etendi idi. Başında fes ve sarık yoktu. Başı acıktı, saçları muntazam surette taranmıştı. Geniş ve uzun sakalı kâh kısalmış, hatta ucunda biraz sivrilik göze çarpıyordu. Siyah cübbe yerine üzerinde tam takım frak vardı. Frakın sağ tarafında yeşil kurdeleli istiklal Madalyası şerefli mevkii almıştı. Hafif surette Atatürk'ün koluna dokundum. Yerimi saygı ile Hacı Hüsnü Efendi'ye bıraktım. Atatürk, bu hali görünce hemen mevzuu değiştirdi. Sovyet dostlarımıza dedi ki:
- Bakınız bu zat hocadır, milletvekilidir. Siz ihtilalinizde ruhanilerinizi kestiniz. Bizde ise bu hale geldi.
Benim de bu muhterem zatın Nazilli'deki hali gözümün önünde canlandı. İçimden kendi kendime dedim:
«Nereden nereye gelmişiz!'» (Türkiye'nin Düzeni I s. 442 D. Avcıoğlu)

MİLLİ KAPİTALİZMİN YABANCI ORTAKLARI

Büyük Atatürk'ün, sanayiciyi de kapsayacak biçimde kullanarak «Tüccar, milletin emeğini ve üretimini kıymetlendirmek için eline ve zekâsına emniyet edilen ve bu emniyete liyakat göstermesi gereken adamdır» diye tanımladığı millî teşebbüs erbabı, herhalde bu tür değildi. Millî teşebbüs erbabı yaratılmak istenmiş, fakat genellikle İstanbul ve İzmir kompradorları ile ve yabancı şirketlerle uzlaşmaya ve ortaklığa girişmeye hazır bir işadamı türü yaratılmıştır. Başka bir deyişle, yabancı şirketler ve azınlıklara mensup iş çevreleri, milliyetçi akıma intibak etmeyi bilmişlerdir. Milliyetçi Türkiye'de, görünüşe göre, ön plana Türk işadamları çıkmıştır. Türk olmayan çıkar çevreleri, ikinci plana geçmiştir. Meselâ İstanbul Ticaret Odası'nda Manokyan, Dikran, Vitali, Kamhi ve Zaven efendi saltanatı yıkılmıştır. Yerini İbrahim Paşazade, Hacızade, Yelkencizade, Kırzade, Velizade, Sofuzade, Nemlizade vb. gibi Müslüman işadamları almıştır. Anadolu burjuvazisinden ve Kurtuluş Savaşı kadrosundan yükselen işadamları da bunlar arasına katılmıştır. Yabancı şirketler, mümessilliklerini, Ankara'da nüfuzlu bu kişilere vermeyi tercih etmişlerdir. Türk zaferinden sonra, Levantenler ve azınlıklardan çoğunun İstanbul'dan ayrılmasıyla açılan boşluk, böylece doldurulmuştur. Fakat Türk tüccarının ön plana çıkmasıyla, eski dönemdeki ticaret yapısı değişmiş değildir. Dışarıdaki güçlü ilişkileriyle ticaret hayatına hâkim bulunan çoğu azınlıklara mensup kompradorlar, Türk tüccarı ile çıkar ilişkileri kurarak, eski düzeni yeni şartlarda sürdürmüşlerdir. Falih Rıfkı, «Atatürk, Türk adına büyük bir şeref verdi idi. İstanbul'da Ermeni ve Rum ve Yahudi vatandaşlarımız bile soyadlarını Türkçeye çevirmişlerdi. Latin yazısından sonra şivelerinden de bize yabancı olduklarını anlamak zorlaştı idi» demektedir.103 Soyadları Türkleşmiş, Türk görünmeye önem verilmiş, ama asıl değişmesi gereken ticarî yapı değişmemiştir. Ankara’nın zaferi ile durumu güçlenen Türk burjuvazisi, büyük şehir kompradorları ile ortaklıktan öte bir istekte bulunmamıştır. Devletçilik politikası, bu şartlarda sahneye konulacaktır. (a.g.e s. 443-444)

DEVLETÇİLİK YILLARI

Genellikle 1923 - 1931 liberal dönem, 1932 - 1945 devletçilik dönemi sayılır. Aslında, liberal bir politika, Cumhuriyet'in başından beri uygulanmamıştır; devlet, ister istemez müdahaleci olmuştur. Dünya Buhranından sonra, devlet daha çok müdahaleci olacak ve demiryolları ile yetinmeyerek, sanayi alanında çeşitli teşebbüsler kuracaktır.
Dünya Buhranının yarattığı yeni durum mevcut olmasaydı dahi, Türkiye, iç şartların zorlanmasıyla, kendiliğinden devletçiliğe gitmekteydi. Nitekim İsmet Paşa, 1933 yılında Kadro dergisinde çıkan yazısında, geçen on yılın «İktisadî hayatta devletçilik siyasetini bize kendiliğinden yerleştirdiğini» yazmaktadır. Liberalizm edebiyatına rağmen, iş çevreleri, devletin İktisadî hayata müdahalesindendir. «Suyun başında oturan» İsmet Paşa, devletçiliğin, kendiliğinden yerleşmesini bu gerekçeye bağlamaktadır: «En serbest zannolunan bir sanat veya ticaret müreffeh olabilmek için, mutlaka devletin yardımına ve müdahalesine ihtiyaç göstermektedir.
Subaşında olduğumuz için, bu ihtiyacı her gün görüyorum. Ve sonra 'serbest meslek ‘in (liberalizm) 'devletçiliğe rüçhanı için, aynı mevzuların delil olarak zikrolunmasına şaşıyorum.
Dikkatle vaz ‘ettiğimiz gümrük himayeleri veya diğer tedbirlerin mevcut olmadığını bir an için tasavvur edebilir misiniz? En kârlı ve verimli bir sanat veya ziraat bir tek müşteri bulamayacak kadar, rekabet karşısında perişan olur... Türlü krizlerden dolayı en serbest nice müesseseleri, senelerden beri, sert fırtınalara karşı tutunduran devlettir. Ticaret gibi en serbest sahada, dar vaziyete düşen tüccarları (meselâ tütün tüccarlarını) korumak için, hükümet geçen senelerde hususî tedbirler almıştır.» İsmet Paşa, ilk kez «mutedil devletçilik» deyimini kullandığı 1930 Sivas nutkunda da aynı görüşü savunmaktadır: «Herkes ve her yer, Hazine’den çare arar. Elektriği yapılmayan şehir, limanı fena olan yer, suyu akmayan köy, iş bulamayan adam hükümeti kabahatli bulur. Mutedil devletçi olarak, halkın temayül atına ve isteklerine yetişemiyoruz diye kusurluyuz. Devletçilikten büsbütün vazgeçip, her nimeti sermayedarların faaliyetinden beklemek kabahat! Bu, memleketin anlayacağı bir şey değildir...» (a.g.e s. 445-446)

İLK BEŞ YİLLIK PLAN

Devletçilik döneminin başlıca özelliği, devlet işletmeciliği konusunda 1923 - 1931 yıllarında görülen çekingenliğin terk edilmesidir. Devlet, bu dönemde tek başına işletmeler kurmuş ve işletmiştir. İlk Beş Yıllık Kalkınma Planı (1933-1937) yürürlüğe konmuş ve uygulanmıştır. Bu plan, bugün anladığımız biçimde bir plan değildir. Yalnızca devletin, dar anlamda sınaî yatırımlarını ihtiva etmektedir. Özel teşebbüs yatırımları gibi, merkezî devlet dışında kalan kamu otoritelerinin sınaî yatırımları plan dışında bırakılmıştır. Merkezî devletin, altyapı yatırımları, sağlık, eğitim gibi gelişme harcamaları, ya da insan yatırımları ve tarım sektörü, plana girmemektedir. Bu hali ile ilk beş yıllık plan, merkezî devletin bir sanayi yatırımları listesinden ibarettir.
Prof. Memduh Yasa’nın verdiği rakamlara göre, ilk beş yıllık plan için 44 milyon lira harcanması öngörülürken, fiilen harcanan para 100 milyon lirayı bulmuştur. Çok daha geniş tutulan 112 milyon lira mali portreli İkinci Beş Yıllık Plan ise, Dünya Savaşı yüzünden uygulanamamıştır. Ancak, ikinci planda yer alan bazı projeler gerçekleştirilmiştir. 1933-1939 döneminde, İlk Beş Yıllık Plan ve İkinci Beş Yıllık Plan'ın bir kısmı için harcanan para, 145 milyon lira civarındadır. Ayrıca bayındırlık hizmetleri için bütçeden 311 milyon lira harcanmıştır. Bu yatırımlar, geniş ölçüde, vergi gelirleriyle karşılanmıştır. Bu dönemde uzun vâdeli iç borçlarda pek az bir artış olmuş, uzun vâdeli dış borçlar ise, 4,5 milyon lira azalmıştır. Bu azalmada, yabancı paraların devalüasyonu kadar, dış borç ödemelerinin payı vardır. Türkiye, bir yandan dış borç öderken, sınırlı ölçüde dış kredilerden yararlanmış ve aslında sanayi yatırımlarının kaynağını, vergiler teşkil etmiştir. İç istikrarı bozmayacak ölçüde emisyona başvurulmuştur. 1933 – 1939 döneminde, kısa vâdeli iç borçlarda artış, 137,7 milyon lira kadardır. Demek ki devletin sanayi ve bayındırlık yatırımlarının yüzde 30’u, emisyonla karşılanmıştır.107 Devletçi uygulama ve ilk plan, bütün yetersizliklerine rağmen, birçok bakımdan önemli bir başarıdır:
  Özel sanayiin itibar etmediği Anadolu, devletçilik sayesinde, birtakım modern sanayi tesislerine kavuşmuştur. Celâl Bayar, pamuklu fabrikası kurmak için bakanlığa başvuran özel müteşebbislere Anadolu’da kuruluş yerleri gösterdiğini, fakat bunların hiçbirinin istenilen yerde yatırıma yanaşmadığını Meclis’te açıklamıştır.-10*
  Devletçilik, dış yardım ve krediler olmaksızın, kalkınmanın mümkün olabileceğini ispatlamıştır. Bu dönemde 17 milyon lira borç alındığı halde, 36 milyon lira borç ödenmiştir.
— Eğitim ve sağlık gibi insan yatırımlarını saymaksızın, millî gelirin yüzde 5'ine yaklaşan yarım milyar liraya yakın kamu yatırım; gerçekleştirilmiştir. Özel teşebbüs yatırımlarıyla birlikte millî gelirin yüzde 10'una ulaşan yatırım hacmi, iç ve dış istikrarı bozmadan gerçekleştirilmiştir. Bu, o günün elverişsiz şartlarında, önemli bir atılım teşkil etmekte ve bir ülkenin kendi gücüyle kalkınmasının ve ekonomik bağımsızlığa ulaşmasının mümkün olduğunu göstermektedir.
Şevket Süreyya Aydemir'in aşağıdaki sözleri, bu gerçeği dile getirmektedir: «Bütün çelişmeli anlamlarına ve anlamsızlığına rağmen, Türkiye'nin bir devletçiliğe yöneliş ve bugünkü anlamda bir planlama niteliğinden uzak olsa da, kendi gücünü seferber etmeye çalışarak bir özgür kalkınış çabası devri vardır.»
«Bu hikâyeyi, Lozan ruhuna, siyasî ve İktisadî egemenlik hırsına, antiemperyalist bir gayrete bağlamak ve millî ekonomi üstünde, gerek içten, gerek dıştan gelecek sorumsuz her türlü kontrole karşı, yiğitçe bir savaş saymalıdır. Bu savaşta, hele yönetim ve kontrolü doğrudan doğruya devlet elinde olan bu teşebbüslerde, finansman, projeleme, tesis ve işletme işlerinde dile düşen suiistimallerin olmayışını, bu işlerde görev ve sorumluluk kabul eden devlet ve İktisadî devlet teşekkülü kadrolarının, ahlâk ve karakter sağlamlığının bir delili olarak övmelidir.
Hulâsa, Atatürk'ün ölümünden önce, hatta biraz eksik ve masumane sayılsa bile, bir doktrin ve derin bir sistem temeline dayanmasa bile, Türkiye, cihan buhranının yarattığı akımlar içinde, yalnız fakir bir hammadde üreticisi değil de, aynı zamanda sanayici bir ülke olarak kalkınmak yolunda gayret göstermiştir.»409

YABANCI ŞİRKETLERİN MİLLİLEŞTİRİLMESİ

Devletçiliğin şeref hanesine bir de imtiyazlı yabancı şirketlerin millileştirilmesi yazılmalıdır. Millîleştirme, 1933’ten sonraki yıllarda hız kazanmıştır. Devletin ağır bir kalkınma yükü altına girdiği, para sıkıntısı çektiği ve dış ödeme güçlüklerinin şiddetlendiği bir dönemde girişilen bu millîleştirme hareketleri, bütün olumsuz şartlara rağmen. Kurtuluş Savaşı'ndaki milliyetçi atılışın öngörülmediğini ortaya koymaktadır. Millileştirilen yabancı şirketlerin listesini hatırlamak faydalı olacaktır:
1 — Anadolu. Mersin - Tarsus - Adana demiryolları ve Haydarpaşa Liman Şirketlerinin satın alınması: 31.1.1928 tarih ve 1375 sayılı kanun. Devlet, demiryolları için 143 milyon, bir süre ödenmemiş faiz ve temettü için 61 milyon lira olmak üzere 204 milyon İsviçre Frangı ödemeyi kabul etmiştir.
2  — Mudanya - Bursa Demiryolu T.A.Ş.'nin satın alınması: 30.5.1931 tarih ve 1815 sayılı kanun. Zarar eden bu hat. 50 bin Türk Lirası karşılığı devlete geçmiştir.
3  — İstanbul Türk Anonim Su Şirketi'nin satın alınması: 20.5.1933 tarih ve 2198 sayılı kanun. 1933 yılından başlayarak imtiyaz süresinin sonuna kadar yılda 1.300.183 Fransız Frangı ödeme şartıyla. İstanbul Belediyesine devredilmiştir.
4  — İzmir Rıhtım Şirketi'nin satın alınması: 12.6.1933 tarih ve 2309 sayılı kanun. İzmir rıhtımı ve rıhtımda işletilen tramvay. 7.827.690 Fransız Frangı karşılığı devlete geçmiştir.
5  — İzmir Kasaba ve Temdidi (İzmir - Afyon ve Manisa - Bandırma) hattının satın alınması: 31.5.1934 tarih ve 2487 sayılı kanun. Satın alma bedeli 162 468.000 Fransız Frangıdır.
6  — İstanbul Rıhtım, Dok ve Antrepo T.A.Ş.'nin satın alınması: 23.12.1934 tarih ve 2659 sayılı kanun. Şirkete üç yılda ödenecek 1.400.000 Fransız Frangı ile 40 yılda yüzde 7.5 faizle ödenecek 31.580.138 Fransız Frangı verilecektir.
7  — Aydın Demiryolu Şirketinin satın alınması: 30.5.1935 tarih ve 2745 sayılı kanun. Satın alma bedeli 1.825.840 İngiliz lirası idi.
8   — İstanbul Telefon T.A.Ş.'nin satın alınması: 13.6.1936 tarih ve 3026 sayılı kanun. 800 bin İngiliz lirası bedel karşılığı alınmıştır.
9  — Ereğli Şirketi'nin satın alınması: 31.3.1937 tarih ve 3146 sayılı kanun. Şirkete ait bulunan Ereğli limanı. Zonguldak Çatalağzı demiryolu hattı ve kömür madeni işletmeleri 3.5 milyon lira karşılığı devlete geçmiştir.
10 — Şark Demiryolları T.A.Ş.'nin satın alınması: 26.4.1937 tarih ve 3156 sayılı kanun. Şirket. 20.760.000 İsviçre Frangına satın alınmıştır.
11  — İzmir Telefon T.A.Ş.'nin satın alınması: 25.4.1938 tarih ve 3375 sayılı kanun. 1.200.000 liraya satın alınmıştır.
12  — Üsküdar ve Kadıköy T.A.Ş.’nin satın alınması: 11.4.1938 tarih ve 3359 sayılı kanun. Şirket, haklarından 400 bin lira karşılığında vazgeçmiştir.
13 — İstanbul Türk Anonim Elektrik Şirketi'nin satın alınması: 22.4. 1938 tarih ve 3480 sayılı kanun. Şirket 1.873.000 İngiliz lirasına satın alınmıştır.
14  — İstanbul Tramvay Şirketi’nin satın alınması: 12.6.1939 tarih ve 3642 sayılı kanun. Satın alma bedeli 169 bin İngiliz lirasıdır.
15  — İstanbul Türk Anonim Tünel Şirketi’nin satın alınması: 12.6.1939 tarih ve-3643 sayılı kanun. Bedel. 175 bin Türk lirasıdır.
16  —Ankara Elektrik. Ankara Havagazı ve Adana Elektrik TA Şirketlerinin satın alınması: 5.7.1939 tarih ve 3688 sayılı kanun. Toplam bedelleri 6.616.131 Türk lirasıdır.
17 — Bursa ve Müttehit Elektrik T.A. Şirketlerinin satın alınması: 5.7.1939 tarih ve 3689 sayılı kanun. Bedel, 295.110 İngiliz lirasıdır.
18  — Ilıca İskele - Palamutluk Demiryolu T.A.Ş.’nin satın alınması: 22.9.1941 tarih ve 4127 sayılı kanun. Bedel.
10 bin Türk lirasıdır.
19 — İzmir Tramvay ve Elektrik T.A.Ş.’nin satın alınması: 19.7.1943 tarih ve 4483 sayılı kanun. Bedeli. 10.223.800 İsviçre Frangıdır.
20 — İzmir Suları AŞ’nin satın alınması: 5.6.1944 tarih ve 4583 sayılı kanun. Bedel. 1.399.157 İsviçre Frangı karşılığı Türk lirası idi.
Bundan başka. Ergani Bakır T.A.Ş.'deki 1.5 milyon liralık yüzde 50 Alman sermayesi. 11.5 1936 tarih ve 3034 sayılı kanunla. 850 bin Türk lirası bedelle satın alınmıştır. Siemens firmasının iltizam suretiyle işlettiği Kuvars Han Bakır Madeni İşletmesi. 1939 yılında ödenmeyen vergi borçları dolayısıyla Hazine’ye geçmiştir. Keçiborlu Kükürt Madeni imtiyazı. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra bir Fransız şirketine verilmiş, bir süre sonra İtalyan sermayesi de işe karışmıştır. İtalyan kükürdüne pazar arayan şirketin maden işletmesinde bir oyalama dönemine girmesi üzerine, imtiyaz, 1932 yılında feshedilmiştir. (a.g.e  s. 451-456)


            Yukarıdaki alıntılardan anlaşıldığına göre: Şayet Devletçiliğe yönelinmeseydi yüzyıllar sürecek olan liberal sınai kalkınma, ülkede emperyalistin hedefi de olacağından, belki de başlayamadan yok edilecekti. Bugünse Osmanlı Döneminin kapanış yıllarına dönülmüştür yine. Ve memleketin milli kaynakları o dönemden bile daha fazla anti milli bir duyarsızlık, işbirlikçilik, menfaatperestlik ve kompradorların bolarması nedeniyle, emperyal pisboğaza peşkeş çekilmiştir. 16 yıldır kalkınma masalıyla büyütülen bebeler neredeyse askerlik yaşına geldiler. Ne ki kalkınmayı, bir pembe dizi esprisi olarak algılayabildiler ancak.

            Cumhuriyet yıllarındaki yabancı şirketlerin bağımsız dik duruşla nasıl millileştirildiklerini de öğrendikten sonra, şimdi ‘kalkındık’ diyenlere de sorabiliriz artık. Söyleyin bakalım! Hiç o dönemdekilere benzer bir milli özelleştirmeniz oldu mu? Şayet bir tane benzer örnek gösterin, sınıfı geçmiş kabul edilin. Çünkü kalkınmadan bahsedenler onun ne demek olduğunu, önce öğrenmelidirler.

            Dolayısıyla da; salt yabancı sermaye – bileşkesinde dış krediler - üstüne kurulu bir ekonominin milli değil; ama liberal – işbirlikçi - bir sömürge ekonomisi olduğunu ve bununla da adı geçen milli kalkınmanın, milli ayakkabı bağı bile yapamayacağını öğrenmiş olmalıdırlar. Yoksa ‘kalkındık’ lafı, sapla samanı ayırabilen erginleri uyutamayacağına göre, ancak bebeleri sürgit avutmak için söylenen bir masal olarak kalır bu ülkede…

         Her şeylere rağmen milli müktesebatımızı ve ezelden gelen Ulusal kimliğimizi, bize yeniden bahşeden o zor şartlardaki şanlı Cumhuriyet’imizin kuruluşunu, kutlamaya, ebede kadar devam edeceğiz. O halde!                                        
CUMHURİYET BAYRAMIMIZ HEPİMİZE TEKRAR KUTLU OLSUN…

                                                                                               Serendip Altındal




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder