Panislamizm,
son Osmanlı döneminden itibaren emperyalist Almanya’nın ‘Drang nach Osten’
Doğu’da bereketli yaşam alanı ve zengin bir gelecek gören emperyalist
emellerine, yapılacak bir ittifakla daha çabuk ulaşacağını uygun gördüğü ve bu
nedenle de Hitler döneminde bile desteklediği bir politikaydı.
Aslında eski bir Alman rüyasıydı bu,
yıllar ve şartlar içinde yeniden şekillenen. Hani Yahudi’nin Doğu Anadolu’da ki
vadedilmiş topraklar rüyası gibi bir eski saplantı anlayacağınız.
Daha 1880’ler de birinci Cihan
Harbinden önce Alman emperyalizm ’inin tohumları atılırken II Wilhelm’in etkisi
ve ustalıklı siyaseti sayesinde, II Abdülhamit bu doğrultu da kafaya alınmış ve
verilen vaatlerle de ateşli bir Panislamist yapılmıştır.
Bu sayede başlangıçta İngiltere,
Fransa gibi Batılı emperyalistleri hizaya getirmek için kullanılmak istenen
İslam yaftalı; ama arkasında ki aslında Türk gücü, II Dünya Harbiyle ve Hitler
marifetiyle de Doğuya doğru çevrilmiştir. Bugün de Erdoğan’ın aynı nedenle,
zamanın Enver Paşası gibi kullanılmak istendiği anlaşılıyor.
Ne ki 2. Dünya Harbi döneminde İnönü’nün
sarıldığı ısrarcı Atatürk siyaseti, bizi
de harbe sokmak isteyen tüm karşı teşebbüsleri akamete uğratarak, bağımsız
siyasete devamda kalan ülkemizi, milyonların telef olduğu ve tüm iştirakçi
ülkelerin yerle bir olduğu bu savaşın dışında bırakmıştır.
Cumhurbaşkanının acele Almanya’ya
gidip oradaki Alman beslemeli MHP iltisaklı Türkçülerle teması, herhalde siyasi
bir selamlaşmadan öte derin bir anlam da taşıyor olsa gerekir. Yoksa yeni ve
sinsi bir plan ittifakında olan emperyalist Batı, bu defa da Trump ivmesiyle,
Türk gücünü 2. Dünya harbi öncesi ve Hitler döneminde olduğu gibi Ruslara karşı
yine ateşe atmaya mı çalışıyor acaba?
O zaman bunu becerememişlerdi. Çünkü
milli ŞEF İnönü’ydü. Lakin bugün, ülkenin durumu iki ucu açık bir zerzevat
çuvalı gibi bir görüntü veriyor. Ve mevcut resme bakınca sonucu şimdiden
kestirmek, başta güven vermeyen bir Hükümet olması nedeniyle hiç mümkün görünmüyor
doğrusu.
Ve artık yama da tutmayan bu
Hükümetin her ne pahasına İktidarda kalması için, sinsi emperyalistin elinden
ne gelirse ardına da koymayacağı anlaşılıyor. İşte Erdoğan’ın acil bir U
dönüşüyle, çok eleştirilen McKinsey’den sapması dahi müspet kamuoyu oluşturulması
bileşkesinde bir algı operasyonu olarak alınırsa, hata yapılmış da olunmaz
kuşkusuz.
Tüm bu indisler gösteriyor ki Avrasya
kapısı olan Türkiye’mizin, eskiden de olduğu gibi Batının emperyalist emelleri
adına vazgeçemediği tek vuruş gücü olduğu ve bunun şimdilerde, hele de
kendilerinin güç kayıpları karşısında hiç olmadığı kadar artan önemi, çok daha
iyi görülebiliyor.
İstiklal Devriminin olması gerektiği
gibi olamamasının tek nedeni; rüşvetin ve üst bürokratların (memur, siyaset
erbabı) yiyiciliğinin, menfaatperestliğinin önlenememesidir. Oysa eşrafın,
milli Burjuvanın mali desteği, köylünün (asker) kol kuvvetinin desteğiyle, askeri
Kurmayın ve Başkomutan Atatürk’ün, stratejik beceri ve cesaretiyle kazanılan
İstiklal Savaşı, emsaliyle de Dünya da tektir.
Şayet bizim Devlet adamlarımız,
bürokratlarımız milli onur ve erdemi Japonlar gibi her şeyin hatta vazgeçilemez
en kişisel ihtirasların bile üstünde tutabilselerdi, biz mutlaka Japonlardan
çok daha önce kalkınmış olacaktık.
O halde İslam’ı bir kazanç ve ikbal kapısı
haline getiren İslam önderlerinin, Tarikat, zaviye, tekke vs. perspektifli
güdümünde kaderine terk edilen Türk kültür, onur ve ahlakının, Müslüman olduktan
sonra neden faziletli ön Türk dinamiklerinden uzaklaştığının bilimsel
araştırılması da artık ve mutlaka, tez konusu olarak ele alınmak zorundadır.
§ Kurtuluş Savaşı kadrolarının en
ilericilerinden sayılan Falih Rıfkı'nın şu sözleri. Mustafa Kemal'in içinde
bulunduğu ortamı iyi dile getirmektedir: Hemen hiç kimse de, gidişattan memnun
değildi. İleri hareketçiler, fırka seçimlerinde yüksek kadroya mürteci
hocaların sokulmasından şikâyetçi idiler. Bu kadrolarda, inkılaba inanarak,
Mustafa Kemal ile sonuna kadar çalışacak olanlardan hemen hiçbir genç yoktu.
Büyük taktikçi, bu gençlerin kendisi ile birlik kalacağını bilmekte, asıl öteki
ve aykırı kalabalığı nasıl yürüteceğini hesaplamakta idi. Onlar imtiyazlandıkça
Mustafa Kemal'den ayılmayacaklar, ikbal nimetleri uğruna kanaatlerini kolayca
feda edeceklerdi. Feda etmeyecek olanları da, muhalif olarak karşısına alacaktı.
Bizler, kendimizin ne kadar azınlıkta olduğumuzu unutuyor ve bir 'tek'in bu bir
avuç azlıkla nasıl bir duruma düşeceğini hesaplamıyorduk. (Türkiye’nin Düzeni I
s. 324 - D. Avcıoğlu)
Zamanının en ilericilerden olan Falih
Rıfkı’nın perspektifiyle bile nedeni yalnızlık olan eksiklik anlaşılıyor. Ki Atatürk’ün
muhteşem yalnızlığının, nasıl bir deha ile birleşerek çok kısa zamanda bir
dünyevi mucize yaratmış olduğu olağan üstüdür. O yokluk döneminde bile yabancı
sermayeyi yurda sokmadan, çok kısa zamanda gerçekleşen Ticari, sınai ve sanayi
reformlarıyla %10 nispetinde bir kalkınma hızı yakalamıştık.
Bu durum dünya iktisatçılarının görüşüyle
de, harpten çıkan bir yokluklar ülkesinin başarabildiği emsalsiz bir mucizeydi.
Aslında yedi düvele karşı kazanılan Kurtuluş Zaferi de ayrı bir Türk mucizesi değil
miydi?
Bugün ise 16 yıllık adı kalkınma, ‘adamlar
çalışıyor(!) – evet, çok çalıştılar kendilerine doğrusu, vergisi ödenmeyen servetler
ortada -’ yaftalı bir vodvili hep birlikte yaşadık. Maalesef hala da yaşıyoruz.
Yapılmışı tekrar yapıp, açılmışı tekrar açtılar, gözler boyandı, beyinler
uyuştu; ama hep birlikte kalkın-ama-dık.
Ne var ki biriken dış borcu uzun
vadeli dış borçla ödemek zorunda olduğumuz ve kimse de bize güvensizlikten para
vermek istemediği için, borç verenlerin güvenliği adına Osmanlı da olduğu gibi yeni
bir Düyunu Umumiye şart oldu artık. Ne yapsındı damat efendi. Ve bir şey yapmış
olmak için de, McKinsey’le elinden gelebilen son beceriyi ortaya koydu neticede
zavallı.
Ve McKinsey futbol tabiriyle çatala
takıldı, bakalım sıradaki kim olacak. Bu kayıp dönemi 15 yıllık Atatürk
ekonomisi ile kıyaslarsak ülkemizin durumunu Orta Çağa’ doğru tersine pupa bir
geri dönüş olarak betimlemek, herhalde yanlış olmayacaktır…
Serendip
Altındal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder