Bendeniz
de, tuzu hem de hiç kuru olmayan emeklilerden biriyim. Helal süt emmiş bir
babanın evladı olduğum için, hak etmeden yedi sülaleme yetecek bir mirasa da
konamadım, hani birilerinin konduğu veya konacağı gibi. Ne ki yine de devletimden;
emekli maaşıma enflasyon zammı veya komşumun neredeyse balkonunun içine inşa
edilmiş, çevre katili beton mezarlardan birinde, bir daire sahibi olabilmek
adına bana kredi vermesinden önce; çok daha önemli görevlerini yerine getirmesini
bekliyorum.
Çünkü
gerçek sorumluluklarının bilincinde olan bir devletin, ciddi bir sorunu da
olmaz diye düşünüyorum. Bunun içinde ilk şart, önce aynı milli kalp atışlarına
sahip milletin vekillerinden oluşan ve bağımsız adayların oluşturduğu, gerçek
milli bir meclisin mevcudiyetidir. Tek adam sultasında, “parmaklar havaya” sisteminin
içinde yer bulamayacağı bir meclis olmalıdır, yani anlayacağınız milli bir meclis.
Adam gibi özgüveni tavan yapmış bir
dik duruşla, milli eğitiminden, sağlığına kadar bütün sosyal varlık
sebeplerinin bilincinde, milli kaynaklarını takır takır işleyen bir milli
ekonomiye sahip, tam bağımsız bir devlet profilinde olmasıdır, benim de
devletimden beklediğim, işin özünde. Milli sanayinin bilhassa da askeri alanına,
milli katkısının azami olmasıdır, bu millilikten de ne anladığım. Çünkü
gerektiğinde vurucu gücü en yüksek olan, özellikle de Türkiye’miz şartlarındaki
bir devletin, ancak bu sayede ayakta kalabileceğine inancım büyüktür de ondan.
İnsan olarak bizi hayata bağlayan
tek nedenin, içimizdeki sevgi olduğunu biliyor olmalıyız. Şayet bunu şimdiye
kadar öğrenememişsek de öğrenelim biran önce. Çünkü başkalarının bizi sevip
sevmedikleri tamamen onların tasarrufunda olan bir kriterdir. Bu da bizim için asla
bir hayat bağı olamaz. Bizi ayakta tutan ve sonumuza kadar da ayakta kalmamızı
sağlayacak olan sadece bize ait olan kişisel sevgi algımızdır.
Sevgi
mefhumu olmayan veya onu yitirmiş olanların hayat bağları da yoktur. Veya
yaşamaları için bir neden de kalmamış demektir artık. Hepimiz sonunda o ölüm
denilen kara deliğimizle tanışıp, toprakta çürüyerek, sonuçta tanrı
maddelerimize ayrışacağımızı da biliyoruz. Buna rağmen sağlıklı veya normal (neyse)
bir kafa yapısına – daha doğrusu yüreğinde herhangi bir objeye (vatan, at,
avrat, silah vs. vb.) sevgi (hobi) taşıyor olmak – sahip olan asla intiharı
düşünmez.
Pozitivist
bir bilim adamı bile, Hume’in “nasıl”
edilgenliği ile Aristo’nun bir türlü kopamadığı skolastik etkinliği arasındaki
asimetrik kargaşa da, yoğun bir mücadele veriyor olsa da, ancak öldükten sonra
tanrı denen ölçülemez objenin, aslında ne olduğunu, belki öğrenebilecektir diye
düşünüyordur kuşkusuz. Çünkü insan doğası hep bu ‘neden, niçin, nasıl’ arayışı
içinde olmadı mı, doğduğundan itibaren aslında? Ve hangimiz doğuşumuzdan
sorgulanabiliriz ve bunun günahı ile de yargılanabiliriz ki?
Ve
ne Aristo ne de Hume ve diğerleri kendilerini bile hayata bağlayan tek unsurun,
yaşam özünü besleyen sevgi (hobi) olduğunu hiç düşünmüşler miydi acaba? İçimizde
sayısız evrenler barındıran, ezoterik kosmosların sonsuz labirentlerinde ışık
hızının katlarında bizi dolaştıran, gerçekte de muhteşem karanlığımızın tek
ışığı olan, ‘DÜŞÜNCE’ dediğimiz o sınırsız zihinsel yetimiz, belki de bizi
hayata bağlayan tek hobimizdir (sevgi) aslında.
O
halde şimdi, beklenen o soruyu da sorabiliriz artık. İçinde tanrımızı da
barındıran ‘DÜŞÜNCEMİZ’ acaba bir varlık mıdır? İşte en kritik bir karar
aşamasındayız artık. Çünkü şayet ‘DÜŞÜNCE’ varlık değilse tanrıyı da ihtiva
eden ‘VARLIK’ da yoktur o halde demek olmaz mı bu. Böylece daha iyi de anlamış
oluyoruz ki artık, nereye baksak bu yazımın başlığını tersinden okuyunca da vardığımız
gibi FELSEFE yani mantık velhasıl akılcılık bilimi çıkıyor karşımıza. Belki de
yaradılış nedenimiz, bunu kavramaktı sadece, kim bilir…
Şimdi
artık mandacımızın felsefeyi neden milli eğitimden kaldırmak istediğini ve
körpe beyinlerimizi neden içi boşalmış limon kabuklarına benzetmeye çalıştığını
da anlamaya başlıyoruz demektir. İşte Feto’culuk gibi Vatikan misyoneri
tarikatlarla neden çocuklarımızı içi alınmış kuru limonlar gibi pazarlamaya
çalıştıklarını da sorgulayabiliriz demektir, şayet felsefemiz varsa artık.
Ve
unutmayalım ki yukarda söylemeye çalıştıklarım sadece felsefeye giriştir. Ben aslında
yersizlikten, son da sorulan VARLIK sorusunu, başta sorarak başladım işe. Önce
Türk evlatlarının, müstevliler eliyle, bir Truva atı gibi içlerine
yerleştirilen Marshall soygunu ile başlayan kırılma noktasından itibaren, milli
eğitimlerinden neden koparıldıklarını ve şimdi de okullarımızda felsefeyi
kaldırarak, çocuklarımızın akılcı olmalarını neden istemediklerini, daha iyi
özümsüyor olmalıyız da artık.
Milli
eğitim kırıldığı noktadan itibaren tekrar kaynatılarak; aslında özgüven için
yaratılmış olan Türk neslini de yeniden ayağa kaldırmak ve layık olduğu yere
yükseltmek gerekiyor. Atatürk’ün yurdumun efendisi dediği KÖYLÜ de yeni KÖY
ENSTİTÜLERİYLE kaldığı yerden itibaren yeniden eğitilebilir ve gerçek yurdun
efendisi kimliğine dönebilirse ancak, Türkiye’mizle birlikte kurtulmuş olur.
Çünkü
seçmen yerine sıçman haline getirilmiş, artık sapla samanı, orakla keseri
ayıramayan, şeriat sarmalında, AVM atığı yutarak boğulma noktasına gelmiş ve
yeşil düşmanı beton mezarlarda, çevre katili hüviyetine yaftalanmış, kentleri varoşlara
mahkûm eden bugünün köylüsü, Atatürk’ün köylüsü olmadığı gibi, bu güzel Türk
yurdunun da asla efendisi değildir ve olamaz da.
O
halde önce bu vatanın efendiliğine layık olacak gerçek seviyeye tekrar getirilmelidir,
her şeyden önce de. Bunun içinde ilk şart, onun bu çaresizliğinin ve umutsuzluğunun
asal sorumlusu, din taciri ve iğfalcisi olan başımızdaki mandacı
misyonerlerinden hep birlikte kurtulmaktır.
İşte
yüce Atatürk’ün asıl hedefi de buydu, böyle bir Türkiye bırakmaktı aziz
milletine. Ne ki kısa ömrü yettiği kadar bunu fazlasıyla başarmıştı da. Ne yazıktır ki en yakınında ki bazı
şerefsizler tarafından da ihanete uğramıştır; ama sonuçta kaybeden yine ve
sadece Türk Milleti olmuştur. Çünkü rahmetli Atatürk, özeğinde doğruların adamı
olduğu için, eskisinden daha da büyümüş bir Dünya lideridir bugün. Ve her geçen
gün daha da büyüyor olacaktır tartışmasız.
SANA GELİNCE BEDHAH; UYAN
ARTIK ELİNDE KALANI DA YİTİRMEDEN…
Serendip
Altındal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder