7 Ağustos 2016 Pazar

EFESLEF..

            Bendeniz de, tuzu hem de hiç kuru olmayan emeklilerden biriyim. Helal süt emmiş bir babanın evladı olduğum için, hak etmeden yedi sülaleme yetecek bir mirasa da konamadım, hani birilerinin konduğu veya konacağı gibi. Ne ki yine de devletimden; emekli maaşıma enflasyon zammı veya komşumun neredeyse balkonunun içine inşa edilmiş, çevre katili beton mezarlardan birinde, bir daire sahibi olabilmek adına bana kredi vermesinden önce; çok daha önemli görevlerini yerine getirmesini bekliyorum.

Çünkü gerçek sorumluluklarının bilincinde olan bir devletin, ciddi bir sorunu da olmaz diye düşünüyorum. Bunun içinde ilk şart, önce aynı milli kalp atışlarına sahip milletin vekillerinden oluşan ve bağımsız adayların oluşturduğu, gerçek milli bir meclisin mevcudiyetidir. Tek adam sultasında, “parmaklar havaya” sisteminin içinde yer bulamayacağı bir meclis olmalıdır, yani anlayacağınız milli bir meclis.

            Adam gibi özgüveni tavan yapmış bir dik duruşla, milli eğitiminden, sağlığına kadar bütün sosyal varlık sebeplerinin bilincinde, milli kaynaklarını takır takır işleyen bir milli ekonomiye sahip, tam bağımsız bir devlet profilinde olmasıdır, benim de devletimden beklediğim, işin özünde. Milli sanayinin bilhassa da askeri alanına, milli katkısının azami olmasıdır, bu millilikten de ne anladığım. Çünkü gerektiğinde vurucu gücü en yüksek olan, özellikle de Türkiye’miz şartlarındaki bir devletin, ancak bu sayede ayakta kalabileceğine inancım büyüktür de ondan.


            İnsan olarak bizi hayata bağlayan tek nedenin, içimizdeki sevgi olduğunu biliyor olmalıyız. Şayet bunu şimdiye kadar öğrenememişsek de öğrenelim biran önce. Çünkü başkalarının bizi sevip sevmedikleri tamamen onların tasarrufunda olan bir kriterdir. Bu da bizim için asla bir hayat bağı olamaz. Bizi ayakta tutan ve sonumuza kadar da ayakta kalmamızı sağlayacak olan sadece bize ait olan kişisel sevgi algımızdır.

Sevgi mefhumu olmayan veya onu yitirmiş olanların hayat bağları da yoktur. Veya yaşamaları için bir neden de kalmamış demektir artık. Hepimiz sonunda o ölüm denilen kara deliğimizle tanışıp, toprakta çürüyerek, sonuçta tanrı maddelerimize ayrışacağımızı da biliyoruz. Buna rağmen sağlıklı veya normal (neyse) bir kafa yapısına – daha doğrusu yüreğinde herhangi bir objeye (vatan, at, avrat, silah vs. vb.) sevgi (hobi) taşıyor olmak – sahip olan asla intiharı düşünmez.

Pozitivist bir bilim adamı bile, Hume’in “nasıl” edilgenliği ile Aristo’nun bir türlü kopamadığı skolastik etkinliği arasındaki asimetrik kargaşa da, yoğun bir mücadele veriyor olsa da, ancak öldükten sonra tanrı denen ölçülemez objenin, aslında ne olduğunu, belki öğrenebilecektir diye düşünüyordur kuşkusuz. Çünkü insan doğası hep bu ‘neden, niçin, nasıl’ arayışı içinde olmadı mı, doğduğundan itibaren aslında? Ve hangimiz doğuşumuzdan sorgulanabiliriz ve bunun günahı ile de yargılanabiliriz ki?

Ve ne Aristo ne de Hume ve diğerleri kendilerini bile hayata bağlayan tek unsurun, yaşam özünü besleyen sevgi (hobi) olduğunu hiç düşünmüşler miydi acaba? İçimizde sayısız evrenler barındıran, ezoterik kosmosların sonsuz labirentlerinde ışık hızının katlarında bizi dolaştıran, gerçekte de muhteşem karanlığımızın tek ışığı olan, ‘DÜŞÜNCE’ dediğimiz o sınırsız zihinsel yetimiz, belki de bizi hayata bağlayan tek hobimizdir (sevgi) aslında.  

O halde şimdi, beklenen o soruyu da sorabiliriz artık. İçinde tanrımızı da barındıran ‘DÜŞÜNCEMİZ’ acaba bir varlık mıdır? İşte en kritik bir karar aşamasındayız artık. Çünkü şayet ‘DÜŞÜNCE’ varlık değilse tanrıyı da ihtiva eden ‘VARLIK’ da yoktur o halde demek olmaz mı bu. Böylece daha iyi de anlamış oluyoruz ki artık, nereye baksak bu yazımın başlığını tersinden okuyunca da vardığımız gibi FELSEFE yani mantık velhasıl akılcılık bilimi çıkıyor karşımıza. Belki de yaradılış nedenimiz, bunu kavramaktı sadece, kim bilir…

Şimdi artık mandacımızın felsefeyi neden milli eğitimden kaldırmak istediğini ve körpe beyinlerimizi neden içi boşalmış limon kabuklarına benzetmeye çalıştığını da anlamaya başlıyoruz demektir. İşte Feto’culuk gibi Vatikan misyoneri tarikatlarla neden çocuklarımızı içi alınmış kuru limonlar gibi pazarlamaya çalıştıklarını da sorgulayabiliriz demektir, şayet felsefemiz varsa artık.

Ve unutmayalım ki yukarda söylemeye çalıştıklarım sadece felsefeye giriştir. Ben aslında yersizlikten, son da sorulan VARLIK sorusunu, başta sorarak başladım işe. Önce Türk evlatlarının, müstevliler eliyle, bir Truva atı gibi içlerine yerleştirilen Marshall soygunu ile başlayan kırılma noktasından itibaren, milli eğitimlerinden neden koparıldıklarını ve şimdi de okullarımızda felsefeyi kaldırarak, çocuklarımızın akılcı olmalarını neden istemediklerini, daha iyi özümsüyor olmalıyız da artık. 

Milli eğitim kırıldığı noktadan itibaren tekrar kaynatılarak; aslında özgüven için yaratılmış olan Türk neslini de yeniden ayağa kaldırmak ve layık olduğu yere yükseltmek gerekiyor. Atatürk’ün yurdumun efendisi dediği KÖYLÜ de yeni KÖY ENSTİTÜLERİYLE kaldığı yerden itibaren yeniden eğitilebilir ve gerçek yurdun efendisi kimliğine dönebilirse ancak, Türkiye’mizle birlikte kurtulmuş olur.

Çünkü seçmen yerine sıçman haline getirilmiş, artık sapla samanı, orakla keseri ayıramayan, şeriat sarmalında, AVM atığı yutarak boğulma noktasına gelmiş ve yeşil düşmanı beton mezarlarda, çevre katili hüviyetine yaftalanmış, kentleri varoşlara mahkûm eden bugünün köylüsü, Atatürk’ün köylüsü olmadığı gibi, bu güzel Türk yurdunun da asla efendisi değildir ve olamaz da.

O halde önce bu vatanın efendiliğine layık olacak gerçek seviyeye tekrar getirilmelidir, her şeyden önce de. Bunun içinde ilk şart, onun bu çaresizliğinin ve umutsuzluğunun asal sorumlusu, din taciri ve iğfalcisi olan başımızdaki mandacı misyonerlerinden hep birlikte kurtulmaktır.

İşte yüce Atatürk’ün asıl hedefi de buydu, böyle bir Türkiye bırakmaktı aziz milletine. Ne ki kısa ömrü yettiği kadar bunu fazlasıyla başarmıştı da.  Ne yazıktır ki en yakınında ki bazı şerefsizler tarafından da ihanete uğramıştır; ama sonuçta kaybeden yine ve sadece Türk Milleti olmuştur. Çünkü rahmetli Atatürk, özeğinde doğruların adamı olduğu için, eskisinden daha da büyümüş bir Dünya lideridir bugün. Ve her geçen gün daha da büyüyor olacaktır tartışmasız.

SANA GELİNCE BEDHAH; UYAN ARTIK ELİNDE KALANI DA YİTİRMEDEN…

                                                                      Serendip Altındal



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder