Bu
yazı, içinde olay, mekân, zaman ve isimlerin yer almayacağı, tamamiyle düz, sıradan
bir yazıdır. Yani içeriğini, okuyucunun kendi yorumuna ve yapboz yeteneğine
bırakmaya çalışacağım.
Çevreye baktığımızda, ilk gözümüze
çarpan, nefes aldığımız, yaşamaya çalıştığımız ve bize en yakın çevrenin, önce yeşil
olup olmadığıdır. Daha doğrusu, bakan çevredir bize aslında. Çünkü dünyanın en
gelişmiş metropolünde bile geziniyor olsak, beton yığınları, asfalt, tekerleği
bulana bile lanet okutturan bir tekerlekli teneke karmaşası, çöp, mazot
kokuları, insan kalabalığı, gürültü kirliliği vs. arasında, kendimizi yoğun bir
baskı altında ezilmiş ve kısa bir süre sonra da fiziksel ve ruhsal
yorgunluktan, adeta dayak yemiş gibi hissederiz. Bir de kuş cıvıltıları, rengârenk
çiçekler ve yeşilin her tonunu sergileyen özenle yapılmış bir parkta veya bahçede
dolaştığımızı düşünürsek; her halde burada, en iyi tasviri okur bizatihen yaparsa,
daha doğru olacaktır.
Çevremiz şayet yeşil değil ise,
biliriz ki oraya insan adlı şeytan-tanrı eli çoktan değmiştir. Çünkü insanoğlu
dışında hiçbir canlı veya güç, doğayı yeşil olmaktan alıkoyamaz. Bu doğanın
olmazsa olmaz kuralıdır. Yani sadece şaşkın beşer doğayı eşer. Bu durumu
bildiğimizden de, Allah bu yeşilimizi korusun demez miyiz zaten.
Yeşil (bitki) derken; yeşilin de
kendi türleriyle yaptığı bir hayat mücadelesi vardır esasen. İşin bu tarafını
bilmeyiz ya da üstünde hiç kafa yormayız. Netice de yeşil vardır ya! Ama nasıl
vardır. Mesela zararsız görünen, kendi halinde yaşadığı sanılan bir ayrık otu
bile, bitkisel çevresi için acımasız bir asalaktır aslında. Şayet çevresine
yayılmasını kontrol altına almazsanız, çevresinde ki bütün bitkilerin köklerine
sarılarak, kendisi dışında hepsini kurutabilir. Dikkat edilsin ki, ayrık otu
bile kendi türüne zarar vermez. Hani diğer parazitlere de ibret olsun. Ne var
ki kendisi de yeşildir, arsızdır, müşkülpesent değildir ve bakım da istemez.
Bahçenizi de çok kısa zamanda bedavaya yemyeşil yapabilir de ayrıca.
Benim de yaptığım gibi, emekli
olduktan sonra zorunlu olarak, pahalı ve bakımı zor olan çimin yerine, doğanın
beleşi ayrık otunu tercih ediyorum artık. Diğer bitkilerin de köklerini arada
sırada ayrıktan temizleyip havalandırdıktan ve ayrığı da uzadıkça tıraşladıktan
sonra, komşular bile benim bedava bahçeye gıpta etmeye başladılar. Oysa emekli
olmadan önce, çok paralar vermiştim bahçe bakımına, hem de o zaman henüz oturmadığım
evin aylık bahçıvan ücreti de hariç. Şimdiyse insanoğlunun elinden,
gerektiğinde ayrığın bile kurtulamayacağını, bizatihi tecrübemle öğrendim.
Şimdi gelelim konunun, yeşili ve
kadim yaşamı deşen şeytan-tanrı kısmına; bitkilerin ve hayvanların her ne kadar
azınlık ta olsalar, diğer türlerine zarar veren, onların yaşamasına hayat hakkı
tanımayan cinsleri nasıl ki varsa, insanoğlunun da kendinden olmayanların yaşam
hakkını yok farz eden, başkalarının haklarını her türüyle elimine eden, benmerkezci,
megaloman, sapkın ve cinsi bozuk olanları da vardır. İşte bu gibilerin var
olduğu ortamlarda, sıra dışı olmayan ve çoğunluğu teşkil eden normallerin, yaşayabilmelerinin
tek çıkış yolu, her türlü böylesi asosyal human türünü, kendi selametleri adına
kontrol altına almak, olmuyorsa da elimine etmekten geçer.
Mesela
Dünya sağlığını tehlikeye sokan yeni bir mikrop türü, nasıl evrensel afet kabul
edilerek, evrensel mücadele alanına taşınıyorsa, asosyal insan türleri de aynı
tehlikeyi yarattığından, aynı şekilde mütalaa edilmeli ve küllen telef edilecekler
listesine alınmalıdırlar. Başka da kurtuluşu yoktur sağlıklı ve normal insan
huzurunun – ki normal olanlar dünya nüfusunun tamamına yakınıdır - inanın. Ve
şayet normal çoğunluk olan insan türü hışımla ve “yettin
artık” sloganıyla ayağa kalkarsa, karşısında hangi azınlık asosyal güç,
vaktaki orduları bile olsa ayakta kalabilir ki.
Şimdi
burada, yazı bitmeden gelen kıramayacağım bir istek üzerine, yakın çevreden bir
misal vermeden geçemeyeceğim, hoş görün. Ne istediğini bilen 100 hatta 50
kadar, çakı gibi genç insan, diğer arkadaşları üniformalı safcanları oyalarken,
sudan başka, zararlı atıklarda püskürten, bir Toma’nın yan tarafından asılıp
kaldırsalar ve onu yerle bir etseler, acaba ne olurdu. O zaman ordudan yardım
istemek zorunda kalırdın, iyi de olurdu. İşte o vakit sen de biterdin. Çünkü gerçek
ordunun olduğu yerde, ne gaz bomban ne de Toman işleyebilirdi. İçişlerine bağlı,
polisin araç ve gereçleriyle donanımlı jandarma birliği ise, sivilleştirilmesi
nedeniyle artık ordu malı değildir ve ordudan tenzih edilmelidir.
Daha
da ötesi on binler gözünü karartıp sayıları belli on buçuk safcanın üstüne
yürüse, onları ayakları altına alsa, acaba nice olurdu kendileri de vatan
evladı olan, o üniformalı diğer oğlanların hali. Ki o hızla meclisi bile
basmaları an meselesi olurdu. Tarihte bunun çok emsali vardır. İşte asıl mesele
de budur, aslında birilerinin göz ardı ettiği. Bu gidişle, yakında bu da
yaşanacaktır, biz uyaralım da. Zira bu güzel yurdu karabasan gibi sarmış asosyallere
karşın, çoktan gelmesi gereken ihtilal, artık yola çıkmıştır ve doğası gereği de
önce kendi evlatlarını yemeye başlayacaktır.
Çünkü
Yurtta sulh, cihanda sulh – Mustafa Kemal
ve telef edilmesi elzem hale gelmiş parazit meselesidir
artık bu işin de göbek adı…
Serendip Altındal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder